Yayın Evi: İletişim Yayınları
Basım Yılı: 2004
Sayfa Sayısı: 204
Büyümüş de küçülmüş cinsten bir çocuğun yalan ve gerçeğin birbirine karıştığı, tuhaf dünyasına dair anlattıklarından oluşan, bir oturuşta okunabilecek, edebi kaygıdan çok eğlence amacı güden kısa bir roman "Oğullar ve Rencide Ruhlar".
Romanın başkişisi Alper Kamu, mahallelerinde işlenen bir cinayeti çözme sevdasıyla kitap boyunca oradan oraya koşturuyor ve sonunda muradına eriyor.
Divanın altındaki soyut kısma gelinceye kadar fazla sıkılmadan okudum diyebilirim ama "böyle uyurdu zerdüşt" bölümündeki klişeler ve çok zorlanarak yazılmış gibi durmasından dolayı, oradan sonra kitap bitmesi gereken bir sıkıntıya dönüştü benim için.
İçerdiği bol keseden göndermeler ve birkaç hoş tanımlamayla birlikte akıcı anlatımı Alper Canıgüz'ün romanının artılarını oluşturuyor. Biraz eğlenerek hoşça vakit geçirmek için okuyabilirsiniz.
ODALAR
▼
19 Haziran 2010 Cumartesi
17 Haziran 2010 Perşembe
THE MAGUS [1968]
{Büyücü}
John Fowles, harikulade romanını baz alarak senaryosunu yazdığı The Magus'u beğenmediğini söyledikten sonra bize çok fazla bir şey söylemek düşmez sanırım. Kitabı bitirdikten sonra ne kadar kötü olabilir ki diye düşünerek izleyeyim dedim ama.. Guy Green yönetmenliğinde, Nicholas Urfe'ü Michael Caine, Conchis'i ise Anthony Quinn'in canlandırdığı film, cidden berbat bir çalışma olmuş. Başta kitaptaki bir çok kilit öğeyi çıkarıp konuyu kısmen değiştiren Fowles'e ait sorumluluk aslında. Ama daha öncesinde böyle ruhani bir kitaptan görsellik beklentilerine izin vermesi de saçmaymış zaten. Büyücü, öyle derinlemesine bir roman ki filmi olduğunu öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Yazarın edebi kuvveti üst düzeyde cümleleri ve anlatımı, Nicholas'ın iç benliğinde yaşadıkları çekilip alındığında Büyücü'den geriye ne kalabilirdi ki?
Filmde iyi olarak nitelendirilebilecek tek nokta kadın oyuncularıydı bence. Anna(Alison) rolünde Anna Karina, Julie'yi canlandıran Candice Bergen ve çok kısa olarak görünse de Soula rolünde Daniele Noel.. Bakışları, mimikleri ve cazibeleriyle nefislerdi.
Romanı okuyun ve öylece bırakın diyorum, bir hiçle karşılaşmak istemiyorsanız tabi.. :)
John Fowles, harikulade romanını baz alarak senaryosunu yazdığı The Magus'u beğenmediğini söyledikten sonra bize çok fazla bir şey söylemek düşmez sanırım. Kitabı bitirdikten sonra ne kadar kötü olabilir ki diye düşünerek izleyeyim dedim ama.. Guy Green yönetmenliğinde, Nicholas Urfe'ü Michael Caine, Conchis'i ise Anthony Quinn'in canlandırdığı film, cidden berbat bir çalışma olmuş. Başta kitaptaki bir çok kilit öğeyi çıkarıp konuyu kısmen değiştiren Fowles'e ait sorumluluk aslında. Ama daha öncesinde böyle ruhani bir kitaptan görsellik beklentilerine izin vermesi de saçmaymış zaten. Büyücü, öyle derinlemesine bir roman ki filmi olduğunu öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Yazarın edebi kuvveti üst düzeyde cümleleri ve anlatımı, Nicholas'ın iç benliğinde yaşadıkları çekilip alındığında Büyücü'den geriye ne kalabilirdi ki?
Filmde iyi olarak nitelendirilebilecek tek nokta kadın oyuncularıydı bence. Anna(Alison) rolünde Anna Karina, Julie'yi canlandıran Candice Bergen ve çok kısa olarak görünse de Soula rolünde Daniele Noel.. Bakışları, mimikleri ve cazibeleriyle nefislerdi.
Romanı okuyun ve öylece bırakın diyorum, bir hiçle karşılaşmak istemiyorsanız tabi.. :)
BÜYÜCÜ_John Fowles
Yayın Evi: Ayrıntı Yayınları
Basım Yılı: 2008
Sayfa Sayısı: 672
Kitaplarını sıklıkla bir yerlerde görüp adını duymama rağmen John Fowles'le geç tanışanlardanım maalesef. Ortak tanıdıklar vasıtasıyla ismen bilip hiç yüzyüze gelmediğim insanlar gibi zihnimde bir tasavvurdan ibaret kalan yazarlar var hayatımda. Geçen seneye kadar John Fowles de onlardan biriydi. En bilinen kitabı Koleksiyoncu'yu alıp okudum önce. Çok heyecanlanmıştım, konusunu işleyiş tarzı itibariyle çok farklı oluşunun yanı sıra ("Bir genç kızı kaçırıp hapseden adam" çok bildik bir mevzu ama o adamın kıza tavrı apayrı bir yere koyuyor kitabı), edebiyat, sanat ve psikoloji üzerine bilgi birikimini kitabın içine ustaca yedirişi daha önce hiçbir yazarda bu lezzette görmediğim bir şeydi. Böyle hayran olunca diğer kitaplarını araştırmaya başladım ve aslında ilk romanı olan fakat "Koleksiyoncu"dan sonra yayınlanmış "Büyücü"yle karşılaştım. "Fransız Teğmenin Kadını" ve diğerleriyle birlikte kitaplarım elime ulaştığında, bu kadar kalın bir roman beklemediğimi itiraf etmem lazım. Heybetli kitaplardan ürken biri olmadım hiç ama "Büyücü"yü enteresan bir okuma maceram oldu. İlk bölümlerini çabuk ve keyifli bir şekilde okuduktan sonra, mola ve fasılalarla dönüp dönüp bağlandığım belli bir zaman dilimi geçti bitmesi için. Bu arada başka kitaplar da okudum, çünkü "Büyücü" özellikle ikinci bölümden sonra ağırlaşıp derinleşen bir roman ve bu yoğunluğu hazmedebilmek için bazen daha hafif bir şeyler okuma ihtiyacı duyuyorsunuz.
Londra'da yaşayan Nicholas Urfe, Oxford mezunu, kendi tabiriyle "şiirlerden başka gereken herşeyi olan" bir genç şairdir. Arkadaşının partisinde tanıştığı, Avusturalya'dan gelmiş Alison isimli bir kızla bağlılıktan kaçındığı, yüzeysel bir ilişki yaşayan Nicholas, bir çeşit kaçış yolu olarak gördüğü, Yunanistan'ın Phraxos adasında bulunan bir İngiliz okuluna öğretmenlik için başvurur ve kabul edilir.
Erkek öğrenciler ve birkaç sıkıcı öğretmenden başka pek de bir şeyin bulunmadığı yeni evinde, can sıkıntısından kurtulmak için adayı gezerken tepelerin ardında, ıssız bir yamaçtaki villasında yaşayan Conchis'le tanışır. Yaşını başını almış, bu zeki ve zengin adam Nicholas'ı etkisi altına alarak, soru sormanın yasak olduğu bir nevi kedi-fare oyununa başlar. Bu oyunun içine iki genç-güzel kız kardeş, İngiliz ve Yunan tragedyaları, Nazi zulmüne dair sahneler ve çok daha fazlası dahildir. Nicholas görünenin altında katman katman başka gerçekler olduğunu farkederek kendisine tutulan aynadaki pası yavaş yavaş silmeye başlar..
John Fowles'in 1950'lerde başlayıp 1977 senesinde son şeklini verdiği muazzam kitabı "Büyücü", yüzyılın en iyi 100 romanından biri olma vasfını sonuna kadar hakediyor. Kurmaca yazının hiç bir değeri olmadığını Conchis'in ağzından söyleyebilecek kadar kendinden emin yazarın kaleminden insanın türlü hallerine dair nefis bir yapıt, sağlam bir edebiyat ürünü.
Basım Yılı: 2008
Sayfa Sayısı: 672
Kitaplarını sıklıkla bir yerlerde görüp adını duymama rağmen John Fowles'le geç tanışanlardanım maalesef. Ortak tanıdıklar vasıtasıyla ismen bilip hiç yüzyüze gelmediğim insanlar gibi zihnimde bir tasavvurdan ibaret kalan yazarlar var hayatımda. Geçen seneye kadar John Fowles de onlardan biriydi. En bilinen kitabı Koleksiyoncu'yu alıp okudum önce. Çok heyecanlanmıştım, konusunu işleyiş tarzı itibariyle çok farklı oluşunun yanı sıra ("Bir genç kızı kaçırıp hapseden adam" çok bildik bir mevzu ama o adamın kıza tavrı apayrı bir yere koyuyor kitabı), edebiyat, sanat ve psikoloji üzerine bilgi birikimini kitabın içine ustaca yedirişi daha önce hiçbir yazarda bu lezzette görmediğim bir şeydi. Böyle hayran olunca diğer kitaplarını araştırmaya başladım ve aslında ilk romanı olan fakat "Koleksiyoncu"dan sonra yayınlanmış "Büyücü"yle karşılaştım. "Fransız Teğmenin Kadını" ve diğerleriyle birlikte kitaplarım elime ulaştığında, bu kadar kalın bir roman beklemediğimi itiraf etmem lazım. Heybetli kitaplardan ürken biri olmadım hiç ama "Büyücü"yü enteresan bir okuma maceram oldu. İlk bölümlerini çabuk ve keyifli bir şekilde okuduktan sonra, mola ve fasılalarla dönüp dönüp bağlandığım belli bir zaman dilimi geçti bitmesi için. Bu arada başka kitaplar da okudum, çünkü "Büyücü" özellikle ikinci bölümden sonra ağırlaşıp derinleşen bir roman ve bu yoğunluğu hazmedebilmek için bazen daha hafif bir şeyler okuma ihtiyacı duyuyorsunuz.
Londra'da yaşayan Nicholas Urfe, Oxford mezunu, kendi tabiriyle "şiirlerden başka gereken herşeyi olan" bir genç şairdir. Arkadaşının partisinde tanıştığı, Avusturalya'dan gelmiş Alison isimli bir kızla bağlılıktan kaçındığı, yüzeysel bir ilişki yaşayan Nicholas, bir çeşit kaçış yolu olarak gördüğü, Yunanistan'ın Phraxos adasında bulunan bir İngiliz okuluna öğretmenlik için başvurur ve kabul edilir.
Erkek öğrenciler ve birkaç sıkıcı öğretmenden başka pek de bir şeyin bulunmadığı yeni evinde, can sıkıntısından kurtulmak için adayı gezerken tepelerin ardında, ıssız bir yamaçtaki villasında yaşayan Conchis'le tanışır. Yaşını başını almış, bu zeki ve zengin adam Nicholas'ı etkisi altına alarak, soru sormanın yasak olduğu bir nevi kedi-fare oyununa başlar. Bu oyunun içine iki genç-güzel kız kardeş, İngiliz ve Yunan tragedyaları, Nazi zulmüne dair sahneler ve çok daha fazlası dahildir. Nicholas görünenin altında katman katman başka gerçekler olduğunu farkederek kendisine tutulan aynadaki pası yavaş yavaş silmeye başlar..
John Fowles'in 1950'lerde başlayıp 1977 senesinde son şeklini verdiği muazzam kitabı "Büyücü", yüzyılın en iyi 100 romanından biri olma vasfını sonuna kadar hakediyor. Kurmaca yazının hiç bir değeri olmadığını Conchis'in ağzından söyleyebilecek kadar kendinden emin yazarın kaleminden insanın türlü hallerine dair nefis bir yapıt, sağlam bir edebiyat ürünü.
12 Haziran 2010 Cumartesi
THE FALL [2006]
{Düşüş}
Sanatsal bir film yapalım diye o kadar zorlamışlar ki, bu emellerine bir ölçüde ulaşmış olsalar da filmin mânâ yönü eksik kalmış maalesef. Aslında eleştirmeye kıyamadığım kadar görkemli görüntülere sahip bir film
"The Fall".
İki katmanlı kurgusunun temelinde, 1920'lerin Los Angeles'ında geçen hikaye, ilk işinde düşüp yaralanarak başarısızlığa uğramış bir dublör ve onunla aynı hastanede tedavi gören, ailesi ile portakal bahçelerinde çalışırken ağaçtan düşerek kolunu sakatlamış küçük bir kız arasındaki ilişkiyi anlatıyor. Beş yaşındaki Alexandria'nın(Catinca Untaru) hastanede onunla ilgilenen hemşireye yazdığı ufak bir itiraf notu, yanlışlıkla
Roy'un(Lee Pace) odasına uçuyor. Kargacık burgacık harfler ve bozuk bir İngilizceyle yazılmış notunun peşinden genç adamın yanına giden Alexandria'ya, isminin kaynağı büyük İskender'e dair kısa bir hikaye anlatıyor Roy. Aralarında Roy'un anlattığı hikayelerle gelişen bir diyalog başlıyor. Küçük kız, bu hikayelerdeki heyecana kapılırken, Roy gerçekte, sevgilisinin onu, dublörü olduğu aktör için terketmesinin de etkisiyle kendisini öldürmekten başka bir şey düşünmüyor. Alexandria'yı kelimeleriyle kendine bağlarken, aslında tüm amacı ebedi bir uykuya dalmasını sağlayacak morfini getirmesi için ondan yardım istemek.
Filmde Roy'un anlattığı hikayeler, hintli yönetmen Tarsem Singh tarafından, içlerinde Türkiye de bulunan 26 ayrı ülkenin doğal ve tarihi güzelliklerinin vurgulandığı mekanlara dokunup geçerek çekilmiş. David Fincher ve Spike Jonze gibi isim sahibi yönetmenlerin de desteklediği The Fall, bu görüntüler açısından gerçekten eşsiz bir film.
5 yaşındaki Alexandria rolünde Catinca Untaru filmin hastane sahneleri çekilirken Lee Pace'yi sahiden kötürüm sanmış. Yönetmen Tarsem Singh filmin gerçekliğine yararı olacağını düşünerek,onun bu yanılgısını bozmadığını söylüyor. Set aralarında genç adama yiyecek götürüp, onunla ilgilenen küçük kız, Lee çekimler bittiğinde ayağa kalkınca bunu kendi sevgisinin iyileştirici gücüne bağlamış. The Fall çekilirken, aslında 9 yaşında olan Catinca'nın henüz 3 yaşındayken "Ben tiyatro oyuncusu olacağım, insanlar da gelip bana çiçek versinler." diyerek gelecekteki mesleğini seçtiği gözönüne alınırsa, filmdeki doğal tavırları ve zekice oyunu da anlaşılıyor sanırım.
Küçük kız ile genç adamın dostluğu çok görülmüş klasik bir kurgu gibi dursa da, Roy'un umutsuzca ölümü istemesi ve küçük kıza bu yüzden yaklaşması, ilişkilerindeki duygusallığa yönelik vurguları bir nebze olsun kırıyor. Bunu Roy hikayesinin sonlarına yaklaştığında, kızı rolündeki Alexandria'yı yanındaki Hintli'ye bırakıp gidişinde de görebiliyoruz. Yine de hastanede gelişen dramatik olaylar sonucunda başı sarılı bir halde yatan küçük kıza hikayesine dair son cümleleri kurar ve gerçeği açıklarken Roy, ortam biraz ağırlaşmıyor değil.
Afişi, Salvador Dali'nin "İl Volto Di Mae West(Bir Daire Gibi Kullanılabilen Mae West'in Yüzü)" tablosundan esinlenilerek hazırlanmış The Fall filmi, sürrealizm iddiasını bir ölçüye kadar gerçekleştirebilmiş bir yapım denebilir. İzlenmeye değer.
(Filmde fon olarak kullanılan ülkelerin görüntüleri için http://thefall-locations.blogspot.com/ adresine bakabilirsiniz.)
{Bu yazı 13.06.2010 tarihinde www.sivrisinema.com adresinde yayınlanmıştır.}
Sanatsal bir film yapalım diye o kadar zorlamışlar ki, bu emellerine bir ölçüde ulaşmış olsalar da filmin mânâ yönü eksik kalmış maalesef. Aslında eleştirmeye kıyamadığım kadar görkemli görüntülere sahip bir film
"The Fall".
İki katmanlı kurgusunun temelinde, 1920'lerin Los Angeles'ında geçen hikaye, ilk işinde düşüp yaralanarak başarısızlığa uğramış bir dublör ve onunla aynı hastanede tedavi gören, ailesi ile portakal bahçelerinde çalışırken ağaçtan düşerek kolunu sakatlamış küçük bir kız arasındaki ilişkiyi anlatıyor. Beş yaşındaki Alexandria'nın(Catinca Untaru) hastanede onunla ilgilenen hemşireye yazdığı ufak bir itiraf notu, yanlışlıkla
Roy'un(Lee Pace) odasına uçuyor. Kargacık burgacık harfler ve bozuk bir İngilizceyle yazılmış notunun peşinden genç adamın yanına giden Alexandria'ya, isminin kaynağı büyük İskender'e dair kısa bir hikaye anlatıyor Roy. Aralarında Roy'un anlattığı hikayelerle gelişen bir diyalog başlıyor. Küçük kız, bu hikayelerdeki heyecana kapılırken, Roy gerçekte, sevgilisinin onu, dublörü olduğu aktör için terketmesinin de etkisiyle kendisini öldürmekten başka bir şey düşünmüyor. Alexandria'yı kelimeleriyle kendine bağlarken, aslında tüm amacı ebedi bir uykuya dalmasını sağlayacak morfini getirmesi için ondan yardım istemek.
Filmde Roy'un anlattığı hikayeler, hintli yönetmen Tarsem Singh tarafından, içlerinde Türkiye de bulunan 26 ayrı ülkenin doğal ve tarihi güzelliklerinin vurgulandığı mekanlara dokunup geçerek çekilmiş. David Fincher ve Spike Jonze gibi isim sahibi yönetmenlerin de desteklediği The Fall, bu görüntüler açısından gerçekten eşsiz bir film.
5 yaşındaki Alexandria rolünde Catinca Untaru filmin hastane sahneleri çekilirken Lee Pace'yi sahiden kötürüm sanmış. Yönetmen Tarsem Singh filmin gerçekliğine yararı olacağını düşünerek,onun bu yanılgısını bozmadığını söylüyor. Set aralarında genç adama yiyecek götürüp, onunla ilgilenen küçük kız, Lee çekimler bittiğinde ayağa kalkınca bunu kendi sevgisinin iyileştirici gücüne bağlamış. The Fall çekilirken, aslında 9 yaşında olan Catinca'nın henüz 3 yaşındayken "Ben tiyatro oyuncusu olacağım, insanlar da gelip bana çiçek versinler." diyerek gelecekteki mesleğini seçtiği gözönüne alınırsa, filmdeki doğal tavırları ve zekice oyunu da anlaşılıyor sanırım.
Küçük kız ile genç adamın dostluğu çok görülmüş klasik bir kurgu gibi dursa da, Roy'un umutsuzca ölümü istemesi ve küçük kıza bu yüzden yaklaşması, ilişkilerindeki duygusallığa yönelik vurguları bir nebze olsun kırıyor. Bunu Roy hikayesinin sonlarına yaklaştığında, kızı rolündeki Alexandria'yı yanındaki Hintli'ye bırakıp gidişinde de görebiliyoruz. Yine de hastanede gelişen dramatik olaylar sonucunda başı sarılı bir halde yatan küçük kıza hikayesine dair son cümleleri kurar ve gerçeği açıklarken Roy, ortam biraz ağırlaşmıyor değil.
Afişi, Salvador Dali'nin "İl Volto Di Mae West(Bir Daire Gibi Kullanılabilen Mae West'in Yüzü)" tablosundan esinlenilerek hazırlanmış The Fall filmi, sürrealizm iddiasını bir ölçüye kadar gerçekleştirebilmiş bir yapım denebilir. İzlenmeye değer.
(Filmde fon olarak kullanılan ülkelerin görüntüleri için http://thefall-locations.blogspot.com/ adresine bakabilirsiniz.)
{Bu yazı 13.06.2010 tarihinde www.sivrisinema.com adresinde yayınlanmıştır.}
7 Haziran 2010 Pazartesi
JEUX D'ENFANTS [2003]
{Cesaretin Var mı Aşka, Çocuk Oyuncağı}
{Bu yazı, film hakkında izlemeden öğrenmek istemeyeceğiniz ipuçları içerebilir!}
Böyle şeker, böyle güzel, böyle tatlı bir film olabilir mi? Bir hikaye, kahramanlarının çocukluğundan bahsetmiyorsa her zaman eksik demektir benim için. Bilakis Jeux D'enfants, Julien ve Sophie'nin küçüklüklerinden başlıyor.
Julien'e (Guillaume Canet) kanser hastalığı nedeniyle son günlerini yaşayan annesi tarafından verilen rengarenk, atlıkarınca görünümünde bir kutuyla açılıyor hikaye. Aynı sınıfta okuduğu Polonya kökenli Sophie'ye (Marion Cotillard) ırkı yüzünden diğer çocukların eziyet ettiklerini görünce, Julien'de şafak atar ve yere, çamurların içine düşmüş ağlayan küçük kızı teselli edebilmek için, ona değerli kutusunu verir. "Arada geri alabilirim değil mi?" diye sorduğunda, Sophie kutuyu geri alabilmesi için, onu hakedecek bir şey yapması gerektiğini söyler ve Julien de çocuklarla dolu okul otobüsünü harekete geçirip içinden atlar.
Bu yalnızca tek bir cesaret gösterisi olarak kalmaz tabii. Kutu iddialı görevlerle elden ele geçip durur Julien ve Sophie'nin büyüdüğü yıllar boyunca. Lise çağına geldiklerinde, annesinin ölümünden Julien'i sorumlu tutan babası, onu Sophie'ye aşırı bağlanmakla suçlar. İki genç, oyun ile gerçeğin birbirine karıştığı hayatlarında tüm cesaretlerini oyuna sarfederken, aralarında büyüyen sevgiye dair gerçeği görmezden gelmekte de ustadırlar..
Çocuklar ve çocuk oyunları çok sevimli, aşkın anlatılış biçimi hayli farklı ama Jeux D'enfants'ı tadına doyulmaz hale getiren şeyler sadece bunlardan ibaret değil elbette. Film, üzerine ince ince düşünülmüş ve kurgulanmış olduğunu bir çok ayrıntısıyla ifade ediyor. Sophie'yle ilk defa tanışacağımız sahnede, önce çantasının içindeki defterin etiketinde yazan adını "Sophie Kowalsky" görerek kameranın uzaklaşmasından tutun da, atlıkarınca kutusunun karakterlerin yaşadıklarına paralel olarak içine düştüğü durumlara(yanması, boğulması v.b.), zamanın geçişine dair Julien'in dilinden sözler dinlerken, tren yolunda oturan genç adamın yavaş yavaş saat yönüne dönmesine ve Sophie'nin ayrı kaldıkları 10 yıl boyunca Julien'in telefonunda Bayan Janvier adıyla (eşi olarak) kayıtlı oluşuna varıncaya kadar..
Jeux D'enfants'ı eşsiz kılan taraflarından biri de filmin içinde geçen zekice tanımlamalar olsa gerek. Büyüyünce bir turta olup ılık ılık pastane rafında durmak isteyen Sophie'ye, haremi ve köleleriyle zalim bir sultan olacağını söyleyerek yanıt veriyor Julien. Aynı bilmiş velet, büyümenin de aniden olduğuna dair bir söylevde bulunuyor zamanı geldiğinde. "Küçükken bunun yavaş yavaş olduğuna inanırsın." diyor. "Halbuki aniden oluveren bir şeydir bu, baban "Yeter!" diye bağırır ve büyürsün!" 35 yaşına geldiğinde ise şu sözler dökülüyor ağzından; "Yetişkin olmak, 210 basabilen bir arabaya sahip olup, 60 km yi aşmamaktır." Ve bir eğlenceli tasvir de Julien'in düğününü sabote ettiği için, genç adam tarafından gözleri bağlanıp tren raylarına bırakılan Sophie'den; "Düğün dediğin süslü kıyafetlerden, içeceklerden, kuru pasta ve kanepe gibi yiyeceklerden başka nedir? Ben de yaptım onlardan, daha sonra yiyebilirsin!"
Sanıyorum ki hiçbir film, aşkın acımasız ve psikopat hallerini Jeux D'enfants kadar tatlı anlatmamıştır. Birbirlerine aşk anlamında aldırmadıklarını her fırsatta ispat etmeğe kalkışırken bazen çok ileri gidiyorlar tabii. Ve ayrıntılı anlatmamak için kendimi zor tuttuğum :) bu sahneler, filmin en nefis bölümlerini oluşturuyor. Ve finaldeki son ispat, tam olması gerektiği gibi.
Belçikalı yönetmen Yann Samuel'in en güzel filmi Jeux D'enfants, kelimenin tam manasıyla "ihtiyar kemiklerinizi ısıtıyor". Oyunculara da ayrı birer harika dersem yerinde olur. Guillaume Canet, haşarı ve uslanmış, iki ayrı Julien rolünü, başarıyla sırtlamış götürürken, yüz ifadeleri incelemeye değer güzellikte. Marion Cotillard ise hiçbir filmde burada olduğundan daha güzel görünemez sanıyorum. Öylesine taze, masum ve doğal ki.. Gülümsediğinde yahut gözleri dolduğunda o his perdeden süzülüp yüreğinize dokunuyor.
Defalarca aynı hevesle seyredebildiğim nadir filmlerden Jeux D'enfants, sol yanındaki hazinenin sırrına vakıf olabilenler için..
{Bu yazı 07.06.2010 tarihinde www.sivrisinema.com adresinde yayınlanmıştır.}
{Bu yazı 07.06.2010 tarihinde www.sivrisinema.com adresinde yayınlanmıştır.}