Fotoğrafta iki kadın vardı. Bir tanesi Malta Kano’ydu; başında üstündekilerle, şu anda giydiği şapka kadar aykırı örgüden sarı bir şapka vardı. Kız kardeşi de altmışlı yılların modası pastel rengi bir tayyör ile ona uygun bir şapka giymişti. Sanırım eskiden bu renge şerbet tonları denirdi. Anlaşılan bu iki kardeş de şapkaya bayılıyorlar dedim içimden. Genç olanın başındaki Jacqueline Kennedy’nin Beyaz Saray’dayken giydiğini andırıyordu ve besbelli yerinde durması için bir paket zamk kullanılmıştı. Çizgileri düzgündü biraz aşırı makyajlı yüzü “güzel” nitelemesini hak ediyordu ve yirmi beşini aşkın olmamalıydı. [sf 55]
Malta Kano o yüzeysel bakışını yüzüme dikmişti sanki boş bir evin penceresinden bakıyordu. Gözlerini gören ne sorduğumu bile anlamadığını sanırdı. [sf 57]
Sence gözü peklik ve merak biraz benzemiyor mu? dedi May Kasahara. Merakımızı kurcalayan şeylere karşı cesur oluruz ve insan merak ettiği zaman gerekli cesareti de bulur. [sf 81]
Güzel bir pazar sabahıydı, bana çocukluğunu anlatıyordu, tane tane bir ipin düğümlerini sabırla çözüyormuş gibi. İlk kez kendinden bu kadar uzun uzun söz ediyordu. O güne değin ailesi ve yaşantısı konusunda hemen hemen hiçbir şey bilmiyordum. [sf 89]
Bir süre sonra sadece rahatsız olma evresini aşıp düpedüz bozulmaya başladım. Tıpkı çürük bir meyvenin yavaş yavaş mideme yerleşip bulantı vermesi gibiydi. Oysa ki kırıcı hiçbir şey söylememişti. [sf 97]
Kanepeye uzanmış hemen hemen hiçbir şey düşünmüyordum. Kitap okuyor, kasetten klasik müzik dinliyor ya da dalgın dalgın bahçeye yağan yağmuru seyrediyordum. Düşünce yeteneklerim belki de karanlık kuyunun dibinde düşünmek için kendimi aşırı zorladığım o uzun dönem yüzünden en alt sınırındaydı. Bir şey üzerine ciddi ciddi düşünmeye kalkıştığımda kafam cendereyle sıkılmış gibi oluyor zonklamaya başlıyordu. Bir şey anımsamaya çalışsam bedenimin her bir kası ve her bir siniri gıcırdıyordu sanki. Oz Büyücüsü’ndeki pas tutmuş ve iyi yağlanmamış teneke adama dönmüştüm. [sf 341]
Nefret uzun kara bir gölgedir. Çok zaman nefret eden kişi bile nereden geldiğini bilemez. İki yanı keskin bir kılıca benzer. Karşınızdakine şiddetle indirirseniz kendinizi kesersiniz. Bu da ölümcül olabilir. Ama ondan kurtulmak kolay değildir. Rica ederim Bay Okada dikkatli olun. Çok tehlikelidir. Bir kez yüreğinize kök saldı mı nefretten kurtulmak dünyanın en zor işidir. [sf 367]
Bilmece gibi konuşmak istemiyorum ama diyelim ki, bir yerdeyim. Bir zamanlar bir yer varmış... Eşyası; küçük bir karyola, bir masa, raflar ve bir dolaptan ibaret küçük bir odadan yazıyorum sana. Sade bir oda süssüz “gerekenlerin en azını kapsayan” deyimine tıpatıp uyan bir odadan. Masanın üstünde bir büro lambası, bir çay fincanı, mektup kâğıdı ve bir sözlük var. Doğrusunu söylemek gerekirse sözlüğü çok olağanüstü durumlarda kullanıyorum sadece. Ne dış görünüşünü seviyorum ne içeriğini. Her açışımda dişlerimi gıcırdatarak kendime diyorum ki: “Püfff gerçekten kime gerekli ki bu?” İşte bunun içindir ki masamın üstünde duran bu sözlüğü her görüşümde komşunun köpeğinin bahçeme girip çimenlerin üstüne bir kaka sarmalı bıraktığını görmüş gibi oluyorum. Her şeye karşın bir tane sözlük satın aldım çünkü mektubumu yazarken kimi ideogramların nasıl yazılacağını öğrenmek için sözlüğe bakmak gerektiğini düşünmüştüm.
Sonra da masanın üstüne dizili bir düzine kadar güzelce açılmış kurşunkalemim var. Kırtasiye mağazasından satın aldığım yepyeni kalemler. Kendini bana borçlu sayman için söylemiyorum ama onları sadece sana yazmak için aldım. Hoş bir şey yepyeni güzelce sivriltilmiş kurşunkalemler. Bir paket sigaram, bir kül tablam ve kibritlerim de var. Eskisi kadar içmiyorum ama gene de ara sıra değişiklik oluyor işte (tam şu sırada bir tane tüttürmekteyim). İşte masamın üstündekiler bunlar. Karşımda küçük çiçekli, sevimli perdesiyle bir pencere var ama merak etme perdeleri ben seçmedim geldiğimde pencerede asılıydı. Ama bu çiçekli perdeleri saymazsak oda son derece sade. Bir genç kız odasından çok banliyödeki yeni bir konut blokunun birörnek dairesi denebilir. [sf 434]
Denizanalarıyla.
Tüm dünyadaki denizanalarıyla.
Ekrandaki bu iki satırı seyrediyorum. Evet bu karşımdaki gerçekten Kumiko. Ve onun ekranın öte ucunda olması içimi anlatılmaz bir hüzünle dolduruyor. Sanki neşterle karnımı deşiyorlar. Neden artık sadece ekran aracılığıyla iletişim kurabiliyoruz ki? Şimdilik bunu kabul etmekten başka bir şey gelmiyor elimden. Tuşlamaya başlıyorum. [sf 587]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Burası sukûnetin hakim olduğu, tenha bir kütüphane. İçinden geçenleri fısılda ki orada olduğunu bileyim.