Yayın Evi: Can Yayınları
Basım Yılı: Ekim 2009
Sayfa Sayısı: 98
Şeker Portakalı'nı okuyup sevdiyseniz, ondan daha kısa, az ve hafif ama benzer lezzetteki bu öyküden de keyif alacaksınız demektir.
Japon Sarayı, çocukluğundan kalma hayaletleriyle bir pansiyon odasında yaşayan, içinde bulunduğu şehrin sokaklarında düşler kurarak gezen bir ressamın, Pedro'nun hikayesini anlatıyor. Ona hoşgörüyle gülümseyen bir evsahibesi ve atölyede yaptığı resimlere kıymet veren ustasından başka kimsesi olmayan bu genç adam, bir Nisan ikindisinde, her zaman gitmek alışkanlığında olduğu parkın banklarından birinde hayallere dalmışken Japon giysileri giymiş, çekik gözlü bir adamın yanına oturduğunu farkeder.. Yabancı biraz konuştuktan sonra ona, yeryüzünde herkesin göremeyeceği harikalardan biri olan Japon Sarayı'ndan bahsedince ressam, orayı muhakkak görmek istediğini söyler. Pedro ve yeni arkadaşı Japon Sarayı'na doğru yola çıkarlar.. Kitap o güzelim hayal mekanında ressamı bekleyen bir Japon prensi ve onun ilginç güçleriyle gelişen olayların ardından, hüzünlü ama mutlu bir şekilde son bulur.
Biraz mecburiyetten, biraz tesadüfen elime geçen bu kitabı tebessüm ederek okudum. Yaşınızın derdinde değilseniz, uyumadan önce sizi içinde bulunduğunuz alemden alıp götürerek bir parça mutlu edebilecek, güzel bir hikaye Japon Sarayı. Gönül rahatlığıyla tavsiye ediyorum.
.
ODALAR
▼
16 Ekim 2010 Cumartesi
ŞENLİKLİ BİR CİNAYET_Gilbert Adair
Yayın Evi: Yapı Kredi Yayınları
Basım Yılı: Haziran 2010
Sayfa Sayısı: 203
Son zamanlarda okuduğum kitaplarla inişli çıkışlı zamanlar yaşıyorum. Nispeten uzunca bir zaman dilimine yayılıp, farklı farklı ruh hallerine denk gelen sayfaların etkisi de başka başka oluyor tabii. Kitabı okumaya başladığım gün çok hastaydım, böylece ilk sayfalar fena halde sinirime dokunmuştu. Klasik polisiyeleri hicvetmeye çalışan bir kitap olduğunu bilsem de, gözüme gözüme batan kurgu karakterlerini bu kadar yapay beklemiyordum sanırım. Mekanları, cinayetin şeklini, ipuçlarını ve ilişkileri, ağrıdan şişmiş kafama dolduracak halde de değildim. Alışma evresini ve beraberinde hastalığı atlattıktan sonra eğlence için yazılmış ve sırf o amaçla okunması gereken Şenlikli Bir Cinayet'i daha bir kendi kefesinde değerlendirerek hızla bitirdim.
Şenlikli Bir Cinayet, Noel tatili için ıssız bir kır köşkünde bir araya gelen misafirlerden birinin kilitli bir oda cinayetine kurban gitmesi ile başlıyor. Kar yüzünden evde mahsur kalan şüpheliler komşu köşkte oturan emekli bir Başmüfettiş'ten yardım istiyor. Başmüfettiş, evdeki herkesi resmi olmayan bir soruşturmaya tabi tutuyor, bütün konukların eski defterleri ve maktülle alakaları ortaya dökülüyor. Nihayetinde dedektif romanları yazarı Evadne Mount'un da yardımıyla katilin kim olduğu anlaşılıyor.
Genel olarak polisiye çok iyi yazılmadığı sürece hastası olduğum bir tür değilken benim için, bir de böyle tabiri caizse yazarın eline yüzüne bulaştırdığı bir kitap üzerine iyi şeyler söyleyemeyeceğim. Yer yer fazlasıyla uzayan konuşmalarıyla iç sıkan, çözümleri ve bağlantıları zayıf bir kitap. Kalifiye bir okursanız yanından geçmemenizde fayda var.. :)
.
Basım Yılı: Haziran 2010
Sayfa Sayısı: 203
Son zamanlarda okuduğum kitaplarla inişli çıkışlı zamanlar yaşıyorum. Nispeten uzunca bir zaman dilimine yayılıp, farklı farklı ruh hallerine denk gelen sayfaların etkisi de başka başka oluyor tabii. Kitabı okumaya başladığım gün çok hastaydım, böylece ilk sayfalar fena halde sinirime dokunmuştu. Klasik polisiyeleri hicvetmeye çalışan bir kitap olduğunu bilsem de, gözüme gözüme batan kurgu karakterlerini bu kadar yapay beklemiyordum sanırım. Mekanları, cinayetin şeklini, ipuçlarını ve ilişkileri, ağrıdan şişmiş kafama dolduracak halde de değildim. Alışma evresini ve beraberinde hastalığı atlattıktan sonra eğlence için yazılmış ve sırf o amaçla okunması gereken Şenlikli Bir Cinayet'i daha bir kendi kefesinde değerlendirerek hızla bitirdim.
Şenlikli Bir Cinayet, Noel tatili için ıssız bir kır köşkünde bir araya gelen misafirlerden birinin kilitli bir oda cinayetine kurban gitmesi ile başlıyor. Kar yüzünden evde mahsur kalan şüpheliler komşu köşkte oturan emekli bir Başmüfettiş'ten yardım istiyor. Başmüfettiş, evdeki herkesi resmi olmayan bir soruşturmaya tabi tutuyor, bütün konukların eski defterleri ve maktülle alakaları ortaya dökülüyor. Nihayetinde dedektif romanları yazarı Evadne Mount'un da yardımıyla katilin kim olduğu anlaşılıyor.
Genel olarak polisiye çok iyi yazılmadığı sürece hastası olduğum bir tür değilken benim için, bir de böyle tabiri caizse yazarın eline yüzüne bulaştırdığı bir kitap üzerine iyi şeyler söyleyemeyeceğim. Yer yer fazlasıyla uzayan konuşmalarıyla iç sıkan, çözümleri ve bağlantıları zayıf bir kitap. Kalifiye bir okursanız yanından geçmemenizde fayda var.. :)
.
12 Ekim 2010 Salı
AY VE ALTI PARA_Somerset Maugham
Yayınevi: Can Yayınları
Basım Yılı: 1985
Sayfa Sayısı: 267
Ay ve Altı Para, kütüphanede İngiliz Edebiyatı okumalarına geldiğim sırada sık sık karşıma çıkan, listeye aldığım fakat okuma fırsatı bulamadığım bir kitaptı. Poirot Haftası'nda Agatha Christie'nin Beş Küçük Domuz'unu yeniden okuduğumda bu kitaptan bahseden şu bölüm beni meraklandırdı:
"Poirot onun kararına boyun eğdiğini göstermek istermiş gibi ellerini iki yanına açtı. Gitmek için ayağa kalkarken de, "Size basit bir soru sorabilir miyim?" dedi.
"Neymiş o soru?"
"O felaketten birkaç gün önce bir kitap okuyordunuz değil mi? Somerset Maugham'ın Ay ve altı kuruş adlı kitabını?"
Angela ona hayretle baktı, " Sanırım.. a,evet bu doğru." Belirgin bir merakla Belçikalı dedektifi süzdü. "Bunu nasıl anladınız?"
Poirot gülümsedi. "Size basit konularda bile bir sihirbazdan farklı olmadığımı göstermek istedim, matmazel. Benim de bana söylenmeden bildiğim bazı şeyler vardır."
Ve Ay ve Altı Para'yı -yeni basımı olmadığı için biraz zorlukla da olsa- bulup okudum. Niyetim iki kitap arasındaki bağlantının ne olduğunu keşfetmek olduğundan daha bir dikkatle incelediğimi söylememe gerek yok sanırım, fakat Christie'nin kitabındaki Amyas gibi Ay ve Altı Para'nın başkişisi Charles Strickland'ın da çevresine pek aldırmayan bir ressam olması dışında bir ortak payda bulamadım. Kitabın içinde kitabı okuyan (!) Angela gayet muzip, oyunlar yapmaktan hoşlanan genç bir kız ve cinayetin işlenmesinden kısa bir süre önce komşuları olan kimyagerin evinden Kediotu esansı alıyor. Bu yaptığına ilham verecek bir şey olabilir mi Ay ve Altı Para'da diye baktım, onunla da alakası yoktu.Bu gizem bir süre daha sırrını muhafaza edecek gibi görünüyor.
Kişisel okuma serüvenimi bir kenara bırakıp kitabın konusuna ve tarzına gelirsek, Londra'da evli ve çocuklu bir borsacı olan Charles Strickland'ın tekdüze hayatını ve yakınlarını terkedip Paris'e giderek resim yapmaya başlaması, etrafındakileri hiçe sayan, zarar veren tavırlarına devamla, sanatta bir deha olarak kabul edildiği dönemde Tahiti'ye gidişi ve orada bir yerli kadınla evlenerek ömrünün son yıllarını geçirmesini anlatıyor.
Somerset Maugham kitabını meşhur ressam Paul Gauguin'in hayatından esinlenerek yazmış. Ay ve Altı Para'da sanata dair daha fazla cümle uman biri olarak hayalkırıklığına uğradığımı ifade etmem lazım. Yazar sanat eleştirisi yapacak denli donanıma sahip olmadığını romanın anlatıcı kişisi aracılığıyla da ifade ediyor zaten. Yalnızca, ideali uğruna hiç bir şeyi gözü görmeden, herşeyi yakıp yıkabilecek bir adamın acımasız, duygudan yoksun hikayesini sunuyor bize diyebiliriz.
Ay ve Altı Para, şiirsel ve etkileyici ismini yine yazarın başka bir kitabında geçen "Gökteki ayın hasretiyle yanan, ayağının dibindeki parayı görmez." cümlesinden alırken, üslûbundaki yavanlıkla zamanın gerisinde kalmış bir kitap. Hayli ağır ilerleyişi okuyucuyu bunaltabiliyor maalesef. Yerine okunabilecek çok daha iyi kitaplar varken boşuna vakit kaybetmemek gerek diyorum.
.
Basım Yılı: 1985
Sayfa Sayısı: 267
Ay ve Altı Para, kütüphanede İngiliz Edebiyatı okumalarına geldiğim sırada sık sık karşıma çıkan, listeye aldığım fakat okuma fırsatı bulamadığım bir kitaptı. Poirot Haftası'nda Agatha Christie'nin Beş Küçük Domuz'unu yeniden okuduğumda bu kitaptan bahseden şu bölüm beni meraklandırdı:
"Poirot onun kararına boyun eğdiğini göstermek istermiş gibi ellerini iki yanına açtı. Gitmek için ayağa kalkarken de, "Size basit bir soru sorabilir miyim?" dedi.
"Neymiş o soru?"
"O felaketten birkaç gün önce bir kitap okuyordunuz değil mi? Somerset Maugham'ın Ay ve altı kuruş adlı kitabını?"
Angela ona hayretle baktı, " Sanırım.. a,evet bu doğru." Belirgin bir merakla Belçikalı dedektifi süzdü. "Bunu nasıl anladınız?"
Poirot gülümsedi. "Size basit konularda bile bir sihirbazdan farklı olmadığımı göstermek istedim, matmazel. Benim de bana söylenmeden bildiğim bazı şeyler vardır."
Ve Ay ve Altı Para'yı -yeni basımı olmadığı için biraz zorlukla da olsa- bulup okudum. Niyetim iki kitap arasındaki bağlantının ne olduğunu keşfetmek olduğundan daha bir dikkatle incelediğimi söylememe gerek yok sanırım, fakat Christie'nin kitabındaki Amyas gibi Ay ve Altı Para'nın başkişisi Charles Strickland'ın da çevresine pek aldırmayan bir ressam olması dışında bir ortak payda bulamadım. Kitabın içinde kitabı okuyan (!) Angela gayet muzip, oyunlar yapmaktan hoşlanan genç bir kız ve cinayetin işlenmesinden kısa bir süre önce komşuları olan kimyagerin evinden Kediotu esansı alıyor. Bu yaptığına ilham verecek bir şey olabilir mi Ay ve Altı Para'da diye baktım, onunla da alakası yoktu.Bu gizem bir süre daha sırrını muhafaza edecek gibi görünüyor.
Kişisel okuma serüvenimi bir kenara bırakıp kitabın konusuna ve tarzına gelirsek, Londra'da evli ve çocuklu bir borsacı olan Charles Strickland'ın tekdüze hayatını ve yakınlarını terkedip Paris'e giderek resim yapmaya başlaması, etrafındakileri hiçe sayan, zarar veren tavırlarına devamla, sanatta bir deha olarak kabul edildiği dönemde Tahiti'ye gidişi ve orada bir yerli kadınla evlenerek ömrünün son yıllarını geçirmesini anlatıyor.
Somerset Maugham kitabını meşhur ressam Paul Gauguin'in hayatından esinlenerek yazmış. Ay ve Altı Para'da sanata dair daha fazla cümle uman biri olarak hayalkırıklığına uğradığımı ifade etmem lazım. Yazar sanat eleştirisi yapacak denli donanıma sahip olmadığını romanın anlatıcı kişisi aracılığıyla da ifade ediyor zaten. Yalnızca, ideali uğruna hiç bir şeyi gözü görmeden, herşeyi yakıp yıkabilecek bir adamın acımasız, duygudan yoksun hikayesini sunuyor bize diyebiliriz.
Ay ve Altı Para, şiirsel ve etkileyici ismini yine yazarın başka bir kitabında geçen "Gökteki ayın hasretiyle yanan, ayağının dibindeki parayı görmez." cümlesinden alırken, üslûbundaki yavanlıkla zamanın gerisinde kalmış bir kitap. Hayli ağır ilerleyişi okuyucuyu bunaltabiliyor maalesef. Yerine okunabilecek çok daha iyi kitaplar varken boşuna vakit kaybetmemek gerek diyorum.
.
2 Ekim 2010 Cumartesi
BEYAZ GECELER_Fyodor Mikhaylovich Dostoyevsky
Yayın Evi: Kum Saati Yayınları
Basım Yılı: 2003
Sayfa Sayısı: 123 (Beyaz Geceler öyküsü 71 sf)
Yalnızca ismini duyduğumda bile içimin titrediği bazı kitaplar var hayatımda. Hüzünlü yahut kederli bir zaman diliminde okuduğum, yüreğime çok yakın bulup bağlandığım nahif öyküler.. Ne onları bilmeyen gözlerden saklayacak denli hasis biriyim, ne de sürekli değişen kendimden. Yeri geldikçe bahsetmekten yana bir sıkıntım olmadı hiç fakat böyle kitaplardan biri olan Beyaz Geceler'i beş sene sonra yeniden okuyunca hata ettiğimi anladım. O bildiğim, okuduğum en güzel, saf ve lirik hikayeydi yine, bense başka biriydim artık, ona nüfuz edemeyen, beni sarmasına izin vermeyen.. Anlıyor fakat yabancılıyordum yazılanları.
Bu öykü, onu yazdığında kendisi de Beyaz Geceler'in anlatıcı kişisi gibi 28 yaşında genç bir adam olan Dostoyevski'nin erken dönem eserlerinden. Tıpkı bu uzun hikaye gibi yoğun bir coşku, heyecan ve safiyâne bir anlatıma sahip ilk romanı İnsancıklar'dan kısa bir süre sonra kaleme aldığı Beyaz Geceler, onun belki en yetkin yazıtlarından değil ama usta yazarın perdesiz ruh haline dair çok şey barındırıyor.
"Ancak gençken yaşanabilecek olağanüstü gecelerden biriydi, sevgili okuyucu. Gökyüzünün aydınlığına, yıldızların parıltısına bakıp da "Böylesine güzel bir gökyüzü altında, gerçekten kötü insanlar, öfkeli ve hırçın insanlar nasıl bulunabilir!" diye düşünürsünüz. Bu düşünce yine gençlik düşüncesidir. Dilerim sizin yüreğiniz de olabildiğince uzun bir zaman genç kalsın." diyerek başlayan hikayenin ilk paragrafı benim yukarıda anlatmak istediklerimin tamamına yakınını özetliyor bir bakıma. Bu ancak genç ve üzerine henüz gölgeler düşmemiş bir yüreğin yazabileceği bir hikaye.. Ki mümkünse yine vakit çok geçmeden okunmalı diye düşünüyorum.
Birinci tekil şahıs dilinden hemhal olduğumuz öykü, genç adamın bize hayatını anlatmasıyla başlıyor. Bir hayalperestin iç dünyasına dair sözlerini okuduğumuz ilk birkaç sayfa hikayede en sevdiğim kısımlardandır. Bilhassa arkadaşlık kurduğu evlere dair söyledikleri, yalnızlığı ve çekingenliğini tanımlayışı, edebi göndermeleriyle çok iyi bir başlangıcı vardır bu güzel hikayenin.
Bu müstesna girişten sonra, St. Petersburg'da yalnızca birkaç saat süren gecenin ardından güneşin yeniden doğduğu yaklaşık 2 aylık bir dönem olan beyaz gecelerden birinde tek başına yaşadığı pansiyona dönerken nehrin üzerindeki köprüde bir genç kıza rastlar kahramanımız. Kız hıçkırarak ağlamaktadır. Zor da olsa genç adamın ona yakınlaşması ve sohbet etmeye başlamalarıyla öyküler içiçe geçerek ilerler..
Beyaz Geceler'in konusuna dair bu kadar anlatmak kafi sanırım. Kitabı okuduktan uzun zaman sonra bir filmi olduğunu öğrendiğimde çok heyecanlanmıştım. 1957 yapımı, İtalyan yönetmen Luchion Visconti'nin yorumuyla Beyaz Geceler'i izlemeden duramadım. Film kendi çapında başarılı bulunmuş ve Beyaz Geceler'in diğer versiyonlarına öncülük etmiş olmasına rağmen, daha önce kitabı okuduğumda zihnimde çektiğim filmle uzaktan yakından alakası yoktu elbette. Yine de hala akıllanmamış olmalıyım ki bu güzelim hikayeyle bir şekilde bağ kuran diğer filmleri araştırdım ve enteresan bir liste çıktı önüme."Battı balık yan gider" mantığıyla kendilerini izlemek niyetindeyim:
-1971 Cafer Bey: İyi Fakir Kibar (Ahmet Üstel'in uyarlamasından, Feyzi Tuna yönetmenliğinde)
-1971 Qoatre nuits d'un reveur_Bir Düşçünün Dört Gecesi (yönetmen Robert Bresson)
-2003 Shabhaye Roshan (İran yapımı yönetmen Ferzat Motaman)
-2003 İyarkai (Tamil filmi, S.P. Jananathan yönetmenliğinde)
-2007 Saawariya (Hint filmi, Sanjay Leeia Bhansali yönetmen)
Sevgili kitabımı henüz okumamış olanlar için tavsiye ederken, Beyaz Geceler'in izinde giderek hikayeyi anlayabilmek ayrıcalığına halihazırda erişmiş olanların da yorumlarını bekliyorum. Bu arada (ilk gözağrım olarak :) resimde görülen ve Kum Saati Yayınları'ndan çıkan yerine Can Yayınları'nda basılan Beyaz Geceler'i edinirseniz sağlam bir önsöz ve sunuşla hikayeyi daha zengin bir şekilde okuma fırsatı bulacağınızı da eklemek isterim.
Basım Yılı: 2003
Sayfa Sayısı: 123 (Beyaz Geceler öyküsü 71 sf)
Yalnızca ismini duyduğumda bile içimin titrediği bazı kitaplar var hayatımda. Hüzünlü yahut kederli bir zaman diliminde okuduğum, yüreğime çok yakın bulup bağlandığım nahif öyküler.. Ne onları bilmeyen gözlerden saklayacak denli hasis biriyim, ne de sürekli değişen kendimden. Yeri geldikçe bahsetmekten yana bir sıkıntım olmadı hiç fakat böyle kitaplardan biri olan Beyaz Geceler'i beş sene sonra yeniden okuyunca hata ettiğimi anladım. O bildiğim, okuduğum en güzel, saf ve lirik hikayeydi yine, bense başka biriydim artık, ona nüfuz edemeyen, beni sarmasına izin vermeyen.. Anlıyor fakat yabancılıyordum yazılanları.
Bu öykü, onu yazdığında kendisi de Beyaz Geceler'in anlatıcı kişisi gibi 28 yaşında genç bir adam olan Dostoyevski'nin erken dönem eserlerinden. Tıpkı bu uzun hikaye gibi yoğun bir coşku, heyecan ve safiyâne bir anlatıma sahip ilk romanı İnsancıklar'dan kısa bir süre sonra kaleme aldığı Beyaz Geceler, onun belki en yetkin yazıtlarından değil ama usta yazarın perdesiz ruh haline dair çok şey barındırıyor.
"Ancak gençken yaşanabilecek olağanüstü gecelerden biriydi, sevgili okuyucu. Gökyüzünün aydınlığına, yıldızların parıltısına bakıp da "Böylesine güzel bir gökyüzü altında, gerçekten kötü insanlar, öfkeli ve hırçın insanlar nasıl bulunabilir!" diye düşünürsünüz. Bu düşünce yine gençlik düşüncesidir. Dilerim sizin yüreğiniz de olabildiğince uzun bir zaman genç kalsın." diyerek başlayan hikayenin ilk paragrafı benim yukarıda anlatmak istediklerimin tamamına yakınını özetliyor bir bakıma. Bu ancak genç ve üzerine henüz gölgeler düşmemiş bir yüreğin yazabileceği bir hikaye.. Ki mümkünse yine vakit çok geçmeden okunmalı diye düşünüyorum.
Birinci tekil şahıs dilinden hemhal olduğumuz öykü, genç adamın bize hayatını anlatmasıyla başlıyor. Bir hayalperestin iç dünyasına dair sözlerini okuduğumuz ilk birkaç sayfa hikayede en sevdiğim kısımlardandır. Bilhassa arkadaşlık kurduğu evlere dair söyledikleri, yalnızlığı ve çekingenliğini tanımlayışı, edebi göndermeleriyle çok iyi bir başlangıcı vardır bu güzel hikayenin.
Bu müstesna girişten sonra, St. Petersburg'da yalnızca birkaç saat süren gecenin ardından güneşin yeniden doğduğu yaklaşık 2 aylık bir dönem olan beyaz gecelerden birinde tek başına yaşadığı pansiyona dönerken nehrin üzerindeki köprüde bir genç kıza rastlar kahramanımız. Kız hıçkırarak ağlamaktadır. Zor da olsa genç adamın ona yakınlaşması ve sohbet etmeye başlamalarıyla öyküler içiçe geçerek ilerler..
Beyaz Geceler'in konusuna dair bu kadar anlatmak kafi sanırım. Kitabı okuduktan uzun zaman sonra bir filmi olduğunu öğrendiğimde çok heyecanlanmıştım. 1957 yapımı, İtalyan yönetmen Luchion Visconti'nin yorumuyla Beyaz Geceler'i izlemeden duramadım. Film kendi çapında başarılı bulunmuş ve Beyaz Geceler'in diğer versiyonlarına öncülük etmiş olmasına rağmen, daha önce kitabı okuduğumda zihnimde çektiğim filmle uzaktan yakından alakası yoktu elbette. Yine de hala akıllanmamış olmalıyım ki bu güzelim hikayeyle bir şekilde bağ kuran diğer filmleri araştırdım ve enteresan bir liste çıktı önüme."Battı balık yan gider" mantığıyla kendilerini izlemek niyetindeyim:
-1971 Cafer Bey: İyi Fakir Kibar (Ahmet Üstel'in uyarlamasından, Feyzi Tuna yönetmenliğinde)
-1971 Qoatre nuits d'un reveur_Bir Düşçünün Dört Gecesi (yönetmen Robert Bresson)
-2003 Shabhaye Roshan (İran yapımı yönetmen Ferzat Motaman)
-2003 İyarkai (Tamil filmi, S.P. Jananathan yönetmenliğinde)
-2007 Saawariya (Hint filmi, Sanjay Leeia Bhansali yönetmen)
Sevgili kitabımı henüz okumamış olanlar için tavsiye ederken, Beyaz Geceler'in izinde giderek hikayeyi anlayabilmek ayrıcalığına halihazırda erişmiş olanların da yorumlarını bekliyorum. Bu arada (ilk gözağrım olarak :) resimde görülen ve Kum Saati Yayınları'ndan çıkan yerine Can Yayınları'nda basılan Beyaz Geceler'i edinirseniz sağlam bir önsöz ve sunuşla hikayeyi daha zengin bir şekilde okuma fırsatı bulacağınızı da eklemek isterim.