Yayın Evi: Doğan Kitap
Basım Yılı: 2016
Sayfa Sayısı: 258
Uzun zamandır bu kadar zevkle bir kitap okumamıştım. İnsanı üretmek için gayrete getiren, heyecan verici, yalın bir dille yazılmış, güzel bir kitap, Büyük Sihir.
Alıntılarda da görebileceğiniz üzere, hemen hemen her bölüm genellikle iktibas edilip yazar tarafından çözümlenmiş bir öz fikir ve onun detaylandırılması üzerinden ilerliyor.
Elizabeth Gilbert’ın başka hiçbir kitabını okumamıştım, kurmacaları, çoksatan kitabı vs. dahil. Ama temelde kendi yazar kimliğinden yola çıkarak genel sanat üretimine dair geliştirdiği fikirleri, deneyimleri ve önerilerini anlattığı Büyük Sihir çok hoşuma gitti. Adındaki gerçeküstü havanın aksine kitapta son derece akılcı yaklaşımlar var.
Üretici içgüdünüz korkunuzu her zaman tetikleyecek, çünkü o sizden belirsiz sonuçlar diyarına gitmenizi talep eder ve korku da belirsiz sonuçlardan nefret eder. [sf 32]
Olanları daha ayrıntılı düşündüğüm zaman, Ann Patchett’la aramda geçenlerin çoklu keşif denen olgunun sanatsal versiyonu olabileceğini düşündüm - bilim çevrelerinde kullanılan bir terimdir bu. Dünyanın farklı yerlerinden iki ya da daha fazla sayıda bilim insanı aynı zamanda aynı fikirle ortaya çıktığında buna çoklu keşif denir. (...) Bunun nasıl gerçekleştiğinin mantıklı bir açıklaması yok. Birbirinin çalışmalarını hiç duymamış olan iki insan, aynı tarihi anda nasıl aynı bilimsel sonuçlara varabiliyorlar? Ama sandığınızdan çok daha sık gerçekleşiyor bu. [sf 68]
Bütün kalbinizle çalışın, çünkü -size söz veriyorum- günler boyunca hiç vazgeçmeden çalışmaya devam ederseniz, bir sabah aniden çiçeklenebilirsiniz. [sf 69]
Yazın hayatımın çoğu, dürüst olmak gerekirse, acayip, eski zamanlardan kalma, vudu tarzı Büyük Sihir’le geçmedi. Yazın hayatımın çoğu sıkıcı, disiplinli çalışmadan ibarettir. Masama oturup ırgat gibi çalışırım, işlerimi böyle hallederim. Çoğunlukla çalışmalarımda peri tozundan eser yoktur.
Ama bazen peri tozu da karışır işin içine. Bazen, yazma eyleminin ortasında, kendimi birden büyük havaalanlarındaki yürüyen bantlardan birinin üstünde gibi hissederim; uçuş kapısına hâlâ çok yolum vardır ve bavullarım çok ağırdır ama dışsal bir gücün beni nazikçe desteklediğini duyumsarım. Bir şey -güçlü ve cömert bir şey- beni taşır ve bu şey ben değilimdir.
Bu duyguyu biliyor olabilirsiniz. Harika bir şey yaptıktan sonra geri dönüp baktığınızda size, ‘Bunu nasıl yaptım, ben bile bilmiyorum’ dedirten şeydir bu. [sf 72]
Aklıma İngiliz makale yazarı Katharine Whitehorn’un şu harika deyişi geliyor: ‘Başkaları için yaşayan insanları, söz konusu başkalarının yüzlerindeki korkulu ifadeden tanıyabilirsiniz.’ [sf 101]
W.C. Fields’in söylediklerini hatırlayın: ‘Önemli olan size ne dedikleri değil, sizin neye cevap verdiğinizdir.’ [sf 122]
Röportajımız sırasında Waits, doğmaya çalışırken şarkıların nasıl farklı şekillere girdiğini tarif etmişti. Bazı şarkıların ona neredeyse saçma denebilecek bir rahatlık ve kolaylıkla geldiğini anlatmıştı: ‘Bir pipetle emilen hayaller gibi.’ Bazı şarkılar içinse epey çaba harcaması gerekiyordu: ‘Toprağı kazıp patatesleri çıkarmak gibi.’ Bazı şarkılarsa yapışkan ve tuhaftı:’Eski bir masanın altına yapıştırılmış sakızı kazımak gibi.’ Bazılarıysa çaktırmadan yaklaşılması gereken yabani kuşlar gibiydi, kaçıp gitmesinler diye ürkütmeden yakalaması gerekiyordu onları. [sf 131]
Nobel ödüllü şair Seamus Heaney’nin bu devam etme içgüdüsü hakkında oldukça zarif bir yorumu var - insanın şiir yazmayı öğrenirken, hemen iyi olmasını beklememesi gerektiğini söyler. Acemi şair kovasını kuyunun yarısına kadar sallandırıp durur, kova her çekişinde boş çıkar kuyudan. Tahammül edilmez bir durum olsa da, devam etmek gerekir.
‘Yıllar boyunca alıştırma yaptıktan sonra’ diyordu Heaney, ‘kovanın zinciri birden gerilir - sizi baştan çıkaracak sulara nihayet ulaşmışsınızdır. Kendi havuzunuzun sularına işte böyle ulaşırsınız.’ [sf 147]
Yalnızca ne tür bir berbatlıkla başa çıkmaya gönüllü olduğunuza karar vermeniz gerekir. Dolayısıyla sorulması gereken şey, ‘Tutkun nedir?’ sorusu değildi. Asıl soru şuydu: ‘Yeterince tutku duyduğun ve uğruna en hoşa gitmeyen şeylerle bile uğraşmayı göze alabileceğin şey nedir?’ [sf 149]
Yapılmış iş bitmemiş iyi işten daha iyidir. [sf 171]
Ne olursa olsun, kendinizi meşgul edin. Robert Burton’un bilgece söylediği gibi, ‘Yalnız kalma, boş durma.’ [sf 241]
ODALAR
▼
24 Eylül 2018 Pazartesi
21 Eylül 2018 Cuma
HAYATTAN KEYİF ALMAK İÇİN AT, KURTUL, FERAHLA Marie Kondo
Yayın Evi: Epsilon Yayınları
Basım Yılı: 2018
Sayfa Sayısı: 296
Marie Kondo'nun 'Japon toplama ve düzenleme sanatında ustalık dersleri' olarak nitelendirdiği ikinci kitabı At-Kurtul-Ferahla, ilk kitap olan Derle-Topla-Rahatla'ya göre daha olgun, daha az didaktik ve verimli bir kitap. Yine düzenleme konusunda profesyonel olarak yardım ettiği kişilerin ev toplama süreçlerinden sıkça misal verirken kendi kişisel deneyimlerini de paylaşıyor. Konmari düzenleme metodunu daha detaylandırarak anlattığı, aşamaları biraz daha kapsamlı bir şekilde açıkladığı için de 'ustalık' ibaresini kullanmayı uygun görmüş.
Bu kitaptaki önerileri ve anlatımı daha çok beğendim ama yine de hem anlamsız hem de çelişkili yerler yok değildi. Mesela:
Yarısına kadar okuduğunuz ve henüz okumadığınız kitapların hepsinden kurtulun. [sf 139]
Gayet kibirli, soğuk ve net bir emir gibi değil mi? Neyse ki 'En sevdiğiniz kitaplar veya şu anda ihtiyacınız olan kitaplar elbette güvenle saklanabilir.' diye devam edip içimizi rahatlatıyor (!). Dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir düzen delisi dedi diye sevdiğimiz veya gerçekten ihtiyacımız olan kitapları (veya nesneleri) elden çıkaracağımıza inanıyor olabilir mi? Peki ya o kitapları sadece sıkıldığımız için bırakmamışsak? Vaktimiz müsait olmadığı için devam edemedik diyelim veya o dönem ruh halimize uygun düşmedi ama aslında dönüp okumaya değecek bir metin ise?
Birkaç sayfa sonra yine o çok önem verdiği 'keyif' hissini hatırlayarak durumu şöyle yumuşatıyor: 'Sizde keyif hissi uyandıran birçok kitabınızın olması büyük bir mutluluktur. Eğer onları tek tek alıp kesinlikle sizde keyif hissi uyandırdığına karar verdiyseniz; o zaman onları güvenle saklayın ve el üstünde tutmaya özen gösterin. [sf 143] İyi ki okumaya devam etmişiz, çünkü biraz önce 'Atın onları!' dediğinde robotik bir şekilde itaat etmiş de olabilirdik. :) Belki de -kitapları sıklıkla düzenleyip gerekmeyenleri elden çıkarmak dahilinde de olsa- bir kütüphanenin değeri ve fikrinden pek anlamadığı için bu gibi düşüncelerini gayet itici bulmuş olabilirim, sonuçta hassas konu.
Bu kitapta düzenlemeyi öğretme konusunda hatasız olduğuna inandığını ve yardım alan kişilerden biri 'geri tepme' dediği başa dönmeyi yaşadığında (271) duyduğu büyük hayalkırıklığını anlatan Marie, gittiği ekmek kursunda hata yapmaktan ölesiye korktuğunu söyleyerek karakterinin mükemmeliyetçi yanından da bahsediyor. Düzen konusunda da rahatsızlık derecesinde takıntılı, evdeki çekici atıp çivileri eski bir tavayla çakmak zorunda kalmak gibi ekstrem durumlarda yaşayan bir kadın söz konusu.
Kısacası, At-Kurtul-Rahatla için, ilk kitaba kıyasla insanı düzen konusunda gayrete getiren güzel önerilerin biraz daha arttığını söyleyebiliriz ama nihayetinde bu fikirler, tavsiyeler kitabı yazan kişinin kişisel zevkleriyle doğru orantılı ve bakış açısıyla kısıtlı. Yine de yazıda bahsettiğim nokta hariç keyifle okuduğumu söyleyebilirim.
Eğer bir şeyin sizi mutlu ettiğinden eminseniz bir başkası ne derse desin saklayın. [sf 7]
Evinizi başarılı şekilde düzene sokmanızda ihtiyacınız olan iki beceri var: Size keyif veren şeyleri saklarken diğerlerinden kurtulmak ve saklamayı seçtiğiniz şeyleri nerede tutacağınıza karar verip her zaman yerine geri koymak. [sf 8]
Düzenlemeyi bitiremeyen çoğu insanın bir özelliği atmadan herşeyi depolamalarıdır. Eşyalar kaldırıldığında ev düzenli görünür ama saklama alanları gereksiz şeylerle dolu olursaonları düzenli tutmak imkansız hale gelir düzenleme işi kaçınılmaz bir şekilde geri teper. [sf 15]
Temizlik yaparken ellerimiz çalışır ve zihnimiz boşalır ama derleyip toparlamak neyi elden çıkaracağınızı, neyi tutacağınızı ve nereye koyacağınızı düşünmenizi gerektirir. Derlemek toparlamak zihni çalıştırırken, temizlemek arındırır. [sf 26]
Şikayet etmek aslında o insanın devam etmek için hala enerjisi olduğunun kanıtıdır. [sf 43]
Nesnelerin çekiciliklerinde üç ortak unsur: Objenin kendi güzelliği (özünde olan çekicilik), objeye aktarılan sevgi miktarı (kazanılmış çekicilik) ve ne kadar geçmişi olduğu veya değer biriktirdiği (tecrübeye dayanan değer). [sf 55]
Neden rengin benim için bu kadar önemli olduğunu düşünürdüm; birgün bunun annemin pişirdiği yemeklerden geldiği kafama dank etti. Her zaman, her öğün için çeşit çeşit yemekler hazırlardı ve sonuç her zaman çok renkli olurdu. Haşlanmış tavuk ve dulavratotu; sotelenmiş et ve mantar; patlıcanlı miso çorbası ve üzerinde deniz yosunu salatası olan soğutulmuş tofu gibi tek bir rengin hakim olduğu yemekler olduğunda annem masaya bakıp, 'Çok fazla kahverengi. Daha fazla renge ihtiyacı var.' derdi ve bir tabak doğranmış domates eklerdi. Şaşırtıcı olarak, o bir tabak masayı canlandırır ve yemeğimizi çok daha keyifli bir hale getirirdi. Evlerimiz de buna benzer. Eğer oda çıplak görünüyorsa, tek bir çiçek o odayı neşelendirebilir. [sf 59]
Evinizi sevdiğiniz eşyalarla süslemek, size keyif veren şeylerden mahrum kalacak kadar çıplak kalmasından çok daha önemlidir. [sf 60]
Boşlukları doldurma isteği insan doğasının bir parçasıdır.Eğer yüzde yetmiş doluluk veya 'ferahlık' hedeflersek, yalnızca klik noktamızı ıskalamakla kalmaz; bize keyif vermeyen eşyalar biriktirmeye başlar, yeni saklama parçaları alır ve sonuç olarak tekrar kendimizi başladığımız noktada buluruz. [sf 74]
Kitap başlıklarının ve içindeki kelimlerin enerjisi çok güçlüdür. Japonya'da 'kelimeler gerçekliğimizi oluşturur' deriz. Gördüğüüz veya temas ettiğimiz kelimeler benzer yapıdaki olayları çekerler. O anlamda sakladığımız kitaplara uygun bir kişi haline geliriz. Kitaplığınızdaki kitaplar olmayı arzu ettiğiniz kişiyi yansıtıyor mu? Bunu temel alarak hangi kitapları saklayacağınızı seçerseniz, hayatınızdaki olayların akışının dramatik şekilde değiştiğini farkedeceksiniz. [sf 143]
Eşyalarda var olan ruhların üç yönü vardır: O eşyanın yapıldığı maddenin ruhu, onu yapmış olan insanın ruhu ve onu kullanan insanın ruhu. Eşyayı yapanın, özellikle, o eşyanın kişiliğine büyük bir etkisi vardır. (...) Yine de sonunda, o nesnenin nasıl bir aurası olacağını (Japoncada kukikan olarak geçer ve tam anlamıyla 'havadaki his demektir) belirleyen, onu kullanan kişinin duyguları ve ona nasıl davrandığıdır. (...) Zihniniz sahip olduğunuz herşeyin değerini belirler. [sf 292]
Basım Yılı: 2018
Sayfa Sayısı: 296
Marie Kondo'nun 'Japon toplama ve düzenleme sanatında ustalık dersleri' olarak nitelendirdiği ikinci kitabı At-Kurtul-Ferahla, ilk kitap olan Derle-Topla-Rahatla'ya göre daha olgun, daha az didaktik ve verimli bir kitap. Yine düzenleme konusunda profesyonel olarak yardım ettiği kişilerin ev toplama süreçlerinden sıkça misal verirken kendi kişisel deneyimlerini de paylaşıyor. Konmari düzenleme metodunu daha detaylandırarak anlattığı, aşamaları biraz daha kapsamlı bir şekilde açıkladığı için de 'ustalık' ibaresini kullanmayı uygun görmüş.
Bu kitaptaki önerileri ve anlatımı daha çok beğendim ama yine de hem anlamsız hem de çelişkili yerler yok değildi. Mesela:
Yarısına kadar okuduğunuz ve henüz okumadığınız kitapların hepsinden kurtulun. [sf 139]
Gayet kibirli, soğuk ve net bir emir gibi değil mi? Neyse ki 'En sevdiğiniz kitaplar veya şu anda ihtiyacınız olan kitaplar elbette güvenle saklanabilir.' diye devam edip içimizi rahatlatıyor (!). Dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir düzen delisi dedi diye sevdiğimiz veya gerçekten ihtiyacımız olan kitapları (veya nesneleri) elden çıkaracağımıza inanıyor olabilir mi? Peki ya o kitapları sadece sıkıldığımız için bırakmamışsak? Vaktimiz müsait olmadığı için devam edemedik diyelim veya o dönem ruh halimize uygun düşmedi ama aslında dönüp okumaya değecek bir metin ise?
Birkaç sayfa sonra yine o çok önem verdiği 'keyif' hissini hatırlayarak durumu şöyle yumuşatıyor: 'Sizde keyif hissi uyandıran birçok kitabınızın olması büyük bir mutluluktur. Eğer onları tek tek alıp kesinlikle sizde keyif hissi uyandırdığına karar verdiyseniz; o zaman onları güvenle saklayın ve el üstünde tutmaya özen gösterin. [sf 143] İyi ki okumaya devam etmişiz, çünkü biraz önce 'Atın onları!' dediğinde robotik bir şekilde itaat etmiş de olabilirdik. :) Belki de -kitapları sıklıkla düzenleyip gerekmeyenleri elden çıkarmak dahilinde de olsa- bir kütüphanenin değeri ve fikrinden pek anlamadığı için bu gibi düşüncelerini gayet itici bulmuş olabilirim, sonuçta hassas konu.
Bu kitapta düzenlemeyi öğretme konusunda hatasız olduğuna inandığını ve yardım alan kişilerden biri 'geri tepme' dediği başa dönmeyi yaşadığında (271) duyduğu büyük hayalkırıklığını anlatan Marie, gittiği ekmek kursunda hata yapmaktan ölesiye korktuğunu söyleyerek karakterinin mükemmeliyetçi yanından da bahsediyor. Düzen konusunda da rahatsızlık derecesinde takıntılı, evdeki çekici atıp çivileri eski bir tavayla çakmak zorunda kalmak gibi ekstrem durumlarda yaşayan bir kadın söz konusu.
Kısacası, At-Kurtul-Rahatla için, ilk kitaba kıyasla insanı düzen konusunda gayrete getiren güzel önerilerin biraz daha arttığını söyleyebiliriz ama nihayetinde bu fikirler, tavsiyeler kitabı yazan kişinin kişisel zevkleriyle doğru orantılı ve bakış açısıyla kısıtlı. Yine de yazıda bahsettiğim nokta hariç keyifle okuduğumu söyleyebilirim.
Eğer bir şeyin sizi mutlu ettiğinden eminseniz bir başkası ne derse desin saklayın. [sf 7]
Evinizi başarılı şekilde düzene sokmanızda ihtiyacınız olan iki beceri var: Size keyif veren şeyleri saklarken diğerlerinden kurtulmak ve saklamayı seçtiğiniz şeyleri nerede tutacağınıza karar verip her zaman yerine geri koymak. [sf 8]
Düzenlemeyi bitiremeyen çoğu insanın bir özelliği atmadan herşeyi depolamalarıdır. Eşyalar kaldırıldığında ev düzenli görünür ama saklama alanları gereksiz şeylerle dolu olursaonları düzenli tutmak imkansız hale gelir düzenleme işi kaçınılmaz bir şekilde geri teper. [sf 15]
Temizlik yaparken ellerimiz çalışır ve zihnimiz boşalır ama derleyip toparlamak neyi elden çıkaracağınızı, neyi tutacağınızı ve nereye koyacağınızı düşünmenizi gerektirir. Derlemek toparlamak zihni çalıştırırken, temizlemek arındırır. [sf 26]
Şikayet etmek aslında o insanın devam etmek için hala enerjisi olduğunun kanıtıdır. [sf 43]
Nesnelerin çekiciliklerinde üç ortak unsur: Objenin kendi güzelliği (özünde olan çekicilik), objeye aktarılan sevgi miktarı (kazanılmış çekicilik) ve ne kadar geçmişi olduğu veya değer biriktirdiği (tecrübeye dayanan değer). [sf 55]
Neden rengin benim için bu kadar önemli olduğunu düşünürdüm; birgün bunun annemin pişirdiği yemeklerden geldiği kafama dank etti. Her zaman, her öğün için çeşit çeşit yemekler hazırlardı ve sonuç her zaman çok renkli olurdu. Haşlanmış tavuk ve dulavratotu; sotelenmiş et ve mantar; patlıcanlı miso çorbası ve üzerinde deniz yosunu salatası olan soğutulmuş tofu gibi tek bir rengin hakim olduğu yemekler olduğunda annem masaya bakıp, 'Çok fazla kahverengi. Daha fazla renge ihtiyacı var.' derdi ve bir tabak doğranmış domates eklerdi. Şaşırtıcı olarak, o bir tabak masayı canlandırır ve yemeğimizi çok daha keyifli bir hale getirirdi. Evlerimiz de buna benzer. Eğer oda çıplak görünüyorsa, tek bir çiçek o odayı neşelendirebilir. [sf 59]
Evinizi sevdiğiniz eşyalarla süslemek, size keyif veren şeylerden mahrum kalacak kadar çıplak kalmasından çok daha önemlidir. [sf 60]
Boşlukları doldurma isteği insan doğasının bir parçasıdır.Eğer yüzde yetmiş doluluk veya 'ferahlık' hedeflersek, yalnızca klik noktamızı ıskalamakla kalmaz; bize keyif vermeyen eşyalar biriktirmeye başlar, yeni saklama parçaları alır ve sonuç olarak tekrar kendimizi başladığımız noktada buluruz. [sf 74]
Kitap başlıklarının ve içindeki kelimlerin enerjisi çok güçlüdür. Japonya'da 'kelimeler gerçekliğimizi oluşturur' deriz. Gördüğüüz veya temas ettiğimiz kelimeler benzer yapıdaki olayları çekerler. O anlamda sakladığımız kitaplara uygun bir kişi haline geliriz. Kitaplığınızdaki kitaplar olmayı arzu ettiğiniz kişiyi yansıtıyor mu? Bunu temel alarak hangi kitapları saklayacağınızı seçerseniz, hayatınızdaki olayların akışının dramatik şekilde değiştiğini farkedeceksiniz. [sf 143]
Eşyalarda var olan ruhların üç yönü vardır: O eşyanın yapıldığı maddenin ruhu, onu yapmış olan insanın ruhu ve onu kullanan insanın ruhu. Eşyayı yapanın, özellikle, o eşyanın kişiliğine büyük bir etkisi vardır. (...) Yine de sonunda, o nesnenin nasıl bir aurası olacağını (Japoncada kukikan olarak geçer ve tam anlamıyla 'havadaki his demektir) belirleyen, onu kullanan kişinin duyguları ve ona nasıl davrandığıdır. (...) Zihniniz sahip olduğunuz herşeyin değerini belirler. [sf 292]
20 Eylül 2018 Perşembe
BENİM ADIM AGATHA CHRİSTİE Ferran Alexandri
Yayın Evi: Altın Kitaplar
Basım Yılı: 2018
Sayfa Sayısı: 64
Çocuklara tarihteki ünlü yazarları, bilimadamlarını, komedyenleri, ressamları v.b. tanıtmak için hazırlanmış, Benim Adım.. serisi geçtiğimiz günlerde Altın Kitaplar tarafından yayınlandı. Bu seriden elbette ilgimi çeken Agatha Christie oldu ve ona bakmak istedim.
Sevdiğim yazarın hayatına, kitaplarına ve meşhur roman karakterlerine dair birkaç sayfalık yazılar bulunan bu kitabın illustrasyonlarına bayılmama rağmen hazırlanan metin için aynı şeyi söyleyemeyeceğim.
Malumunuz polisiye romanlarda katilin kim olduğunu bilmemek onu ilk defa okuyacak kişi için okuma zevki ve heyecanı açısından önemlidir. Agatha Christie romanlarında da dedektif veya olayı çözen kişi bulduğu sonuçları son sayfalarda açıklar veya cinayetin sırrı bir mektup vasıtasıyla aydınlatılır.
Maalesef Benim Adım Agatha Christie kitabının en büyük handikapı bu sonlardan bazılarını açıklamak olmuş. Aslında kitabın başında yazarın kendisi de o gizem duygusunun çok önemli olduğuna değiniyor fakat sonradan bu fikrini unutmuş gibi görünüyor. Christie'nin en güzel romanlarından Fare Kapanı, On Küçük Zenci, Doğu Ekspresinde Cinayet 'in katillerini açık açık, Ölüm Sessiz Geldi kitabının failini ise ima yoluyla yazmış. Tüm külliyatı bitirmiş biri için sorun olmaz tabii ama bu kitabı henüz Christie'nin romanlarıyla tanışmamış çocuk ve gençlerin okuyacağını düşünürsek bu pek hoş bir durum değil.
Kitapta ayrıca Agatha Christie'ye dair söylenen yanlış bilgiler de var. Mesela sahte ipuçları vererek okuyucuyu yanılttığından bahsediliyor. Evet, okurun zekasını sınar, ona çok çeşitli olaylar anlatır, birçok kişilerden bahseder, bazı noktalar üzerinde durur fakat aynen gerçek hayattaki bir gizemi çözmekte olduğu gibi bunları ayıklamak ve doğru sonuca ulaşmak da sizin elinizdedir, çözüm için gerekli her türlü bilgiyi vermeye özellikle dikkat ettiğini, polisiye kurallarına bu açıdan sadık kaldığını biliyoruz. Bu açıdan 'sahte' kavramı göreceli denilebilir.
'Hercule Poirot, en sevdiğim dedektif' başlıklı bir bölüm var; o yumurta kafalı, kedi gibi yemyeşil gözlü, minik adamı biz okuyucuları çok seviyoruz, evet ama Agatha Christie ona sinir olduğunu ve aslında yazdığı birkaç roman sonrasında Belçikalı'yı tamamen kitaplarından çıkarmak istemesine rağmen hayranlarının talepleriyle devam ettiğini hem otobiyografisinde hem de kendi prototipi olan yazar Ariadne Oliver'in bulunduğu kitaplarda uzun uzun anlatıyor.
Ve sanki onun kitaplarını hiç okumamış, en azından hakkında kısa bir araştırma yapmamış biri yazmışcasına, metinde yine yanıltıcı bilgiler var: Doğu Ekspresinde Cinayet'te Rachett, Poirot'nun arkadaşı değil, Armstrong'un karısı intihar etmedi, Uyuyan Ölüm'de 'çiftimiz evi alıp içinde yaşamaya başladıklarında içeride onlara eşlik eden tanımadıkları bir kadınla' karşılaşmazlar ve son olarak şimdiye kadar Agatha Christie'nin çocuk hikayeleri yazdığını hiçbir yerde okumadım, bu kitap hariç :)
Nihayetinde bu kitap kime tavsiye edilebilir açıkçası bilemiyorum, Christie'nin tüm kitaplarını okumuş çocuklara mı ?!!! Hazırlayan kişiler biraz daha özenli davranıp, bilmedikleri ayrıntıları uydurmamış olsalar ne güzel olurmuş.
Basım Yılı: 2018
Sayfa Sayısı: 64
Çocuklara tarihteki ünlü yazarları, bilimadamlarını, komedyenleri, ressamları v.b. tanıtmak için hazırlanmış, Benim Adım.. serisi geçtiğimiz günlerde Altın Kitaplar tarafından yayınlandı. Bu seriden elbette ilgimi çeken Agatha Christie oldu ve ona bakmak istedim.
Sevdiğim yazarın hayatına, kitaplarına ve meşhur roman karakterlerine dair birkaç sayfalık yazılar bulunan bu kitabın illustrasyonlarına bayılmama rağmen hazırlanan metin için aynı şeyi söyleyemeyeceğim.
Malumunuz polisiye romanlarda katilin kim olduğunu bilmemek onu ilk defa okuyacak kişi için okuma zevki ve heyecanı açısından önemlidir. Agatha Christie romanlarında da dedektif veya olayı çözen kişi bulduğu sonuçları son sayfalarda açıklar veya cinayetin sırrı bir mektup vasıtasıyla aydınlatılır.
Maalesef Benim Adım Agatha Christie kitabının en büyük handikapı bu sonlardan bazılarını açıklamak olmuş. Aslında kitabın başında yazarın kendisi de o gizem duygusunun çok önemli olduğuna değiniyor fakat sonradan bu fikrini unutmuş gibi görünüyor. Christie'nin en güzel romanlarından Fare Kapanı, On Küçük Zenci, Doğu Ekspresinde Cinayet 'in katillerini açık açık, Ölüm Sessiz Geldi kitabının failini ise ima yoluyla yazmış. Tüm külliyatı bitirmiş biri için sorun olmaz tabii ama bu kitabı henüz Christie'nin romanlarıyla tanışmamış çocuk ve gençlerin okuyacağını düşünürsek bu pek hoş bir durum değil.
Kitapta ayrıca Agatha Christie'ye dair söylenen yanlış bilgiler de var. Mesela sahte ipuçları vererek okuyucuyu yanılttığından bahsediliyor. Evet, okurun zekasını sınar, ona çok çeşitli olaylar anlatır, birçok kişilerden bahseder, bazı noktalar üzerinde durur fakat aynen gerçek hayattaki bir gizemi çözmekte olduğu gibi bunları ayıklamak ve doğru sonuca ulaşmak da sizin elinizdedir, çözüm için gerekli her türlü bilgiyi vermeye özellikle dikkat ettiğini, polisiye kurallarına bu açıdan sadık kaldığını biliyoruz. Bu açıdan 'sahte' kavramı göreceli denilebilir.
'Hercule Poirot, en sevdiğim dedektif' başlıklı bir bölüm var; o yumurta kafalı, kedi gibi yemyeşil gözlü, minik adamı biz okuyucuları çok seviyoruz, evet ama Agatha Christie ona sinir olduğunu ve aslında yazdığı birkaç roman sonrasında Belçikalı'yı tamamen kitaplarından çıkarmak istemesine rağmen hayranlarının talepleriyle devam ettiğini hem otobiyografisinde hem de kendi prototipi olan yazar Ariadne Oliver'in bulunduğu kitaplarda uzun uzun anlatıyor.
Ve sanki onun kitaplarını hiç okumamış, en azından hakkında kısa bir araştırma yapmamış biri yazmışcasına, metinde yine yanıltıcı bilgiler var: Doğu Ekspresinde Cinayet'te Rachett, Poirot'nun arkadaşı değil, Armstrong'un karısı intihar etmedi, Uyuyan Ölüm'de 'çiftimiz evi alıp içinde yaşamaya başladıklarında içeride onlara eşlik eden tanımadıkları bir kadınla' karşılaşmazlar ve son olarak şimdiye kadar Agatha Christie'nin çocuk hikayeleri yazdığını hiçbir yerde okumadım, bu kitap hariç :)
Nihayetinde bu kitap kime tavsiye edilebilir açıkçası bilemiyorum, Christie'nin tüm kitaplarını okumuş çocuklara mı ?!!! Hazırlayan kişiler biraz daha özenli davranıp, bilmedikleri ayrıntıları uydurmamış olsalar ne güzel olurmuş.
16 Eylül 2018 Pazar
DON QUİJOTE OKUMALARI [15-30 Eylül 2018]
bir sene geçmiş. Eylül ayının ikinci yarı-
sında, sevgili Deniz’le roman sanatının
temel yapıtaşlarından birini, tam metin
olarak okuyoruz. Bize katılmak isterseniz
#donquijoteylul instagram etiketimize
fotoğraflarınızı ekleyebilirsiniz.
Keyifli okumalar.
Biblio
♥♥♥
*2010 yılından beri yaptığımız diğer
okumalarımıza bakmak için
Okuma Odası'na gidebilirsiniz.
♥♥♥
*2010 yılından beri yaptığımız diğer
okumalarımıza bakmak için
Okuma Odası'na gidebilirsiniz.
3 Eylül 2018 Pazartesi
KAR ÇİÇEĞİ VE SIRLAR YELPAZESİ Lisa See
Yayın Evi: Can Yayınları
Basım Yılı: 2005
Sayfa Sayısı: 363
Kar Çiçeği ve Sırlar Yelpazesi, 1800'lü yıllarda Çin'de doğan iki küçük kızın hayatları boyunca sürecek dostluklarının hikayesi olarak özetlenebilir.
Dönemin geleneği olarak kızların küçük yaşta ayakları bağlandıktan sonra, aileler bir çöpçatan kadın yardımıyla iyi bir damat adayı bulmak için uğraşıyor ve bunun yanısıra kendilerinden daha üst konumdaki bir ailenin kızıyla da laotong (ruh eşi) adı verilen bir kızkardeşlik antlaşması yapılabiliyor. Bir kızın 'altın zambaklar'ının yani ayaklarının küçüklüğü, yapacağı evlilik için çok önemli ve onun tüm geleceğini etkiliyor.
Romanın anlatıcı-kişisi Zambak, çok çocuklu bir çiftçi ailesinin üç kızından biri. Annesi çok zahmetli, düzgün yapılmadığında ölüme kadar götürebilen bir süreç olan ayak bağlama işlemini başarılı bir şekilde tamamlayınca, çöpçatan Madam Wang Zambak'ın nüfuzlu ailelerin yaşadığı Tongkou köyüne gelin gitmesini ayarlamadan önce onun için aynı köyden bir laotong edinilmesinin işleri kolaylaştıracağını söylüyor. Önerdiği kız çocuğu, ataları arasında bir Jinşi bilgini bulunan, Zambak ile aynı gün, aynı saatte doğmuş Kar Çiçeği. İki kızın ilk karşılaşmalarıyla birlikte romanın ana hikayesi de başlıyor..
Kitapta anlatılan son derece acımasız, insanı dehşete düşüren, köklü cehaletlerin eseri gelenekler var. Fakat bunun yanısıra sadece kadınların bildiği ve kendi aralarında yazışmak için kullandıkları nu-şu dili; Zambak ve Kar Çiçeği'nin üzerine fırça ile yazılar yazarak birbirlerine verdikleri mektup-yelpaze; Bahar Mehtabı, Şakayık, Güzel Ay gibi kız isimleri; Kız Çocuk Günleri, Saç Tokalama Günleri, Pirinç ve Tuz Günleri, Serin Rüzgârı Yakalama Festivali, bir kız evden gelin çıkmadan önce yapılan Keder ve Tasa Günleri, Sessizce Oturma Günleri, Oturup Şarkı Söyleme Günleri gibi ritüellerden bahseden bölümleri okumak son derece ilginçti.
Dedeleri Çin'den göç etmiş, Los Angeles'ta yaşayan ve kendini yarı Çinli olarak tanımlayan yazar Lisa See'nin birçok romanı var ama kitapları nedense bizde fazla ilgi görmemiş. Kar Çiçeği ve Sırlar Yelpazesi'nin de yeni basımı yok maalesef ve bir dönem D&R Can Yayınları kampanyasında bile görülen kitap, artık sahaflarda el yakıyor. Lisa See'nin yayın hakları zannederim Epsilon Yayınları'nda, yakında diğer kitaplarla beraber bu kitabın da yeni baskılarını yapsalar güzel olur.
Neyse ki çok uzağa gitmemiz gerekmedi. Kar Çiçeği, elimden çekerek, nakış malzemeleri satan küçük bir dükkâna soktu beni.
'Kız Çocuk Günleri'ni geçiren iki kızız,' dedi Kar Çiçeği; ipliklerin renkleri gözlerinden gökkuşağı gibi yansıyordu. 'Evlenene kadar kadınlar odasında oturarak, birbirimizi ziyaret ederek, birlikte nakış yaparak, fısıldaşarak zaman geçireceğiz. Alacaklarımızı dikkatle seçersek, yıllar boyu birlikte üretebileceğimiz anılarımız olur.'
Nakış dükkânında hep aynı fikirde olduk; aynı renkleri seviyorduk, ama çok beğenmediğimiz halde, bir yaprağın detayını veya bir çiçeğin gölgesini yapmaya yarayacağını düşündüğümüz birkaç rengi de seçtik. Paramızı ödedik ve ellerimiz satınaldıklarımızla dolu, tahtırevana döndük. [sf 77-78]
Yeniden dışarıya, çok güzel bir havaya çıktık ve nakış ipliklerinin satıldığı dükkâna gittik. Oniki yıldır yaptığımız gibi, aklımızdaki desenleri en iyi anlatacağını düşündüğümüz renkleri seçtik. Kar Çiçeği, incelemem için bir dizi yeşil iplik uzattı bana; bahar kadar parlak yeşiller, ölgün çimenler kadar kuru yeşiller, yaz sonunda yaprakların görünüşü gibi toprak rengine kaçan yeşiller, yağmurdan sonra yosunların aldığı tonda canlı yeşiller, sonbaharda sarılar ve kırmızılar başlamadan hemen önce oluşan donuk yeşiller vardı aralarında.
'Yarın,' dedi Kar Çiçeği, 'eve dönerken ırmağın kıyısında duralım. Oturup bulutların üzerimizden geçmesini izler, suyun taşları yıkamasını dinler, nakış işler, birlikte şarkı söyleriz. Böylelikle, oğullarımız zarif ve ince beğenilerle donanmış olarak dünyaya gelirler. [sf 199]
Seni orada düşünüp ağlıyorum. Yaşamında bu kadar çirkinlik olmasını haketmeyecek kadar iyisin. Birbirimizi görmemiz gerek. Lütfen, Kuşları Kovalama Festivali için öz evime gel. Oğullarımızı da yanımıza alırız. Yeniden mutlu oluruz. Sen dertlerini unutursun. Biliyorsun, kuyunun yanında duran insanlar susamazlar. Bir kızkardeşin yanında olunca umutsuzluğa kapılmazsın. Yüreğimde, sonsuza kadar senin kızkardeşinim. [sf 221]
Basım Yılı: 2005
Sayfa Sayısı: 363
Kar Çiçeği ve Sırlar Yelpazesi, 1800'lü yıllarda Çin'de doğan iki küçük kızın hayatları boyunca sürecek dostluklarının hikayesi olarak özetlenebilir.
Dönemin geleneği olarak kızların küçük yaşta ayakları bağlandıktan sonra, aileler bir çöpçatan kadın yardımıyla iyi bir damat adayı bulmak için uğraşıyor ve bunun yanısıra kendilerinden daha üst konumdaki bir ailenin kızıyla da laotong (ruh eşi) adı verilen bir kızkardeşlik antlaşması yapılabiliyor. Bir kızın 'altın zambaklar'ının yani ayaklarının küçüklüğü, yapacağı evlilik için çok önemli ve onun tüm geleceğini etkiliyor.
Romanın anlatıcı-kişisi Zambak, çok çocuklu bir çiftçi ailesinin üç kızından biri. Annesi çok zahmetli, düzgün yapılmadığında ölüme kadar götürebilen bir süreç olan ayak bağlama işlemini başarılı bir şekilde tamamlayınca, çöpçatan Madam Wang Zambak'ın nüfuzlu ailelerin yaşadığı Tongkou köyüne gelin gitmesini ayarlamadan önce onun için aynı köyden bir laotong edinilmesinin işleri kolaylaştıracağını söylüyor. Önerdiği kız çocuğu, ataları arasında bir Jinşi bilgini bulunan, Zambak ile aynı gün, aynı saatte doğmuş Kar Çiçeği. İki kızın ilk karşılaşmalarıyla birlikte romanın ana hikayesi de başlıyor..
Kitapta anlatılan son derece acımasız, insanı dehşete düşüren, köklü cehaletlerin eseri gelenekler var. Fakat bunun yanısıra sadece kadınların bildiği ve kendi aralarında yazışmak için kullandıkları nu-şu dili; Zambak ve Kar Çiçeği'nin üzerine fırça ile yazılar yazarak birbirlerine verdikleri mektup-yelpaze; Bahar Mehtabı, Şakayık, Güzel Ay gibi kız isimleri; Kız Çocuk Günleri, Saç Tokalama Günleri, Pirinç ve Tuz Günleri, Serin Rüzgârı Yakalama Festivali, bir kız evden gelin çıkmadan önce yapılan Keder ve Tasa Günleri, Sessizce Oturma Günleri, Oturup Şarkı Söyleme Günleri gibi ritüellerden bahseden bölümleri okumak son derece ilginçti.
Dedeleri Çin'den göç etmiş, Los Angeles'ta yaşayan ve kendini yarı Çinli olarak tanımlayan yazar Lisa See'nin birçok romanı var ama kitapları nedense bizde fazla ilgi görmemiş. Kar Çiçeği ve Sırlar Yelpazesi'nin de yeni basımı yok maalesef ve bir dönem D&R Can Yayınları kampanyasında bile görülen kitap, artık sahaflarda el yakıyor. Lisa See'nin yayın hakları zannederim Epsilon Yayınları'nda, yakında diğer kitaplarla beraber bu kitabın da yeni baskılarını yapsalar güzel olur.
Neyse ki çok uzağa gitmemiz gerekmedi. Kar Çiçeği, elimden çekerek, nakış malzemeleri satan küçük bir dükkâna soktu beni.
'Kız Çocuk Günleri'ni geçiren iki kızız,' dedi Kar Çiçeği; ipliklerin renkleri gözlerinden gökkuşağı gibi yansıyordu. 'Evlenene kadar kadınlar odasında oturarak, birbirimizi ziyaret ederek, birlikte nakış yaparak, fısıldaşarak zaman geçireceğiz. Alacaklarımızı dikkatle seçersek, yıllar boyu birlikte üretebileceğimiz anılarımız olur.'
Nakış dükkânında hep aynı fikirde olduk; aynı renkleri seviyorduk, ama çok beğenmediğimiz halde, bir yaprağın detayını veya bir çiçeğin gölgesini yapmaya yarayacağını düşündüğümüz birkaç rengi de seçtik. Paramızı ödedik ve ellerimiz satınaldıklarımızla dolu, tahtırevana döndük. [sf 77-78]
Yeniden dışarıya, çok güzel bir havaya çıktık ve nakış ipliklerinin satıldığı dükkâna gittik. Oniki yıldır yaptığımız gibi, aklımızdaki desenleri en iyi anlatacağını düşündüğümüz renkleri seçtik. Kar Çiçeği, incelemem için bir dizi yeşil iplik uzattı bana; bahar kadar parlak yeşiller, ölgün çimenler kadar kuru yeşiller, yaz sonunda yaprakların görünüşü gibi toprak rengine kaçan yeşiller, yağmurdan sonra yosunların aldığı tonda canlı yeşiller, sonbaharda sarılar ve kırmızılar başlamadan hemen önce oluşan donuk yeşiller vardı aralarında.
'Yarın,' dedi Kar Çiçeği, 'eve dönerken ırmağın kıyısında duralım. Oturup bulutların üzerimizden geçmesini izler, suyun taşları yıkamasını dinler, nakış işler, birlikte şarkı söyleriz. Böylelikle, oğullarımız zarif ve ince beğenilerle donanmış olarak dünyaya gelirler. [sf 199]
Seni orada düşünüp ağlıyorum. Yaşamında bu kadar çirkinlik olmasını haketmeyecek kadar iyisin. Birbirimizi görmemiz gerek. Lütfen, Kuşları Kovalama Festivali için öz evime gel. Oğullarımızı da yanımıza alırız. Yeniden mutlu oluruz. Sen dertlerini unutursun. Biliyorsun, kuyunun yanında duran insanlar susamazlar. Bir kızkardeşin yanında olunca umutsuzluğa kapılmazsın. Yüreğimde, sonsuza kadar senin kızkardeşinim. [sf 221]
2 Eylül 2018 Pazar
UZAK Oruç Aruoba
Yayın Evi: Metis Yayınları
Basım Yılı: 2014
Sayfa Sayısı: 134
Uzak, iki bölümden; Tavşan Besleyene Kılavuz ve Özlem Çekene Kılavuz'dan müteşekkil bir kitap. Başlıklarda ne vadediyorsa onu sunuyor. Parçalar halinde anlatılan düşünceleri kişisel veya varoluşsal altmetinlerle okumak mümkün.
Kitapta işaretlediğim yerleri bu yazıya geçirirken, bu notların büyük ölçüde yazarın başka edebiyatçılardan yaptığı alıntılar olduğunu gördüm. Her ne kadar akıcı ve yalın bir şekilde yazıldığı için sıkılmadan okuduysam da en çok etkilendiğim kısımların Oruç Aruoba'nın cümleleri olamadığı anlaşılıyor.
İlkgençlik çağlarında salt özlem üzerine olmasa da seçip sevdiğimiz kavramlar üzerine parçalı deneme metinler yazmaya çalışırdık, bana biraz da onları hatırlattı, böyle ham, üzerinde fazla durulmamış, akla geldiği gibi yazılmış -veya öyle duran- cümlelerden oluşan paragraflar. Tabii o zamanlar da okuduğumuz nefis yazılardan biliyorduk ki, yazdıklarımız edebiyat değildi.. Bir iç döküş, paylaşma belki.
Şule Gürbüz özlem ile gitmek arasında şöyle bir ilişki kurar:
özlem nasılsa gidip gidip
hep durmaktır kendinde.
(Ağrıyınca Kar Yağıyor, s.40) [sf 41]
Özlem, örneğin, işitmeyeceğini bildiğin birisine - yalnızca ona; ama, kendi kendine - "Neredesin?" diye seslenmendir.
(...)
Ne güzeldin giderken kanım can parçam benim
İçimdeki kuş tünek değiştirdi
Yüreği durmadan dönecek misin?
diye seslenir Bilge Karasu (ÜÇLÜ SABAH, 1958) gitmiş özlediğine,uzaktan: bekleyecektir onu. [sf 42]
Canetti'nin temellendirmesiyle: 'Seni bekleyen birisi varsa, gerçekte yalnız değilsindir.'... [sf 44]
Gayet aklıbaşında görünüyor, insanlarla konuşuyordu; herşeyi ötekilerin yaptığı gibi yapıyordu, ama içinde iğrenç bir boşluk vardı, artık hiçbir kaygı duymuyordu, hiçbir arzu; varoluşu zorunlu bir yüktü ona.-- Öylesine yaşayıp gitti.
(Werke und Briefe, Münchner Ausgabe (Herausge. Pömbacher et al.), dtv, 1988, S.158) [sf 49]
Özlem, özleyenin bütün varoluşu içinde, boydanboya uzanır: sanki bütün dokularına, en küçük hücrelerine varasıya, 'içine' işler -- öyle olur ki, özleyen, tek bir büyük özlem ateşi gibi hisseder kendini.
Bu yüzden de yakıcıdır özlem. [sf 52]
Tek başlarına duran iki kır evi -hâlâ böyle şeyler varsa-, tarlalar üzerinden bir saatlik yürüyüş uzaklıkta da olsalar, en giizel komşuluk içinde olabilirler; buna karşılık, iki kent evi, aynı sokakta karşıkarşıya olsalar ya da hatta birarada yapılmış da olsalar, hiçbir komşuluk bilmezler. Heidegger [sf 74]
Özlemek ile beklemek arasında garip bir bağlantılar ağı vardır:
Bekleyenin bekleneni özlemesi ile, özleyenin, özlenenin gelip gelmeyeceği konusundaki beklentisi, bir bağlantılar yelpazesi içinde durur. Bunun iki ucunda, iki kesinlik vardır: beklenenin geleceğinin; ve, gelmeyeceğinin kesin olduğu, durumlar.
Bir uçta, bekleyen beklenenin geleceğinden eminse -kişinin beklediğinin gelecegi kesinse bir aydmhk kaplar özlemi: umutlu, amaçlı, canlı...
Öteki uçta, bekleyen beklenenin gelmeyeceğinden eminse -kişinin beklediğinin gelmeyeceği kesinse bir karanlık duygu olarak kalır özlem: umarsız, çaresiz, bezgin... [sf 75]
Gesualdo'nun bir madrigali, özlem çekenin yaşamı ile olümü arasmda kurabileceği bağlantıyı şöyle dile getirir:
Onu görmezsem ölemem,
onu görmeden yaşayamam.
Öyleyse ne ölüyüm, ne de bir hayatım var.
Ey aşk tansığı, ah garip talih,
ne yaşamak yaşam, ne ölüm ölmek.
(Enis Batur çev.) [sf 132]
Basım Yılı: 2014
Sayfa Sayısı: 134
Uzak, iki bölümden; Tavşan Besleyene Kılavuz ve Özlem Çekene Kılavuz'dan müteşekkil bir kitap. Başlıklarda ne vadediyorsa onu sunuyor. Parçalar halinde anlatılan düşünceleri kişisel veya varoluşsal altmetinlerle okumak mümkün.
Kitapta işaretlediğim yerleri bu yazıya geçirirken, bu notların büyük ölçüde yazarın başka edebiyatçılardan yaptığı alıntılar olduğunu gördüm. Her ne kadar akıcı ve yalın bir şekilde yazıldığı için sıkılmadan okuduysam da en çok etkilendiğim kısımların Oruç Aruoba'nın cümleleri olamadığı anlaşılıyor.
İlkgençlik çağlarında salt özlem üzerine olmasa da seçip sevdiğimiz kavramlar üzerine parçalı deneme metinler yazmaya çalışırdık, bana biraz da onları hatırlattı, böyle ham, üzerinde fazla durulmamış, akla geldiği gibi yazılmış -veya öyle duran- cümlelerden oluşan paragraflar. Tabii o zamanlar da okuduğumuz nefis yazılardan biliyorduk ki, yazdıklarımız edebiyat değildi.. Bir iç döküş, paylaşma belki.
Şule Gürbüz özlem ile gitmek arasında şöyle bir ilişki kurar:
özlem nasılsa gidip gidip
hep durmaktır kendinde.
(Ağrıyınca Kar Yağıyor, s.40) [sf 41]
Özlem, örneğin, işitmeyeceğini bildiğin birisine - yalnızca ona; ama, kendi kendine - "Neredesin?" diye seslenmendir.
(...)
Ne güzeldin giderken kanım can parçam benim
İçimdeki kuş tünek değiştirdi
Yüreği durmadan dönecek misin?
diye seslenir Bilge Karasu (ÜÇLÜ SABAH, 1958) gitmiş özlediğine,uzaktan: bekleyecektir onu. [sf 42]
Canetti'nin temellendirmesiyle: 'Seni bekleyen birisi varsa, gerçekte yalnız değilsindir.'... [sf 44]
Gayet aklıbaşında görünüyor, insanlarla konuşuyordu; herşeyi ötekilerin yaptığı gibi yapıyordu, ama içinde iğrenç bir boşluk vardı, artık hiçbir kaygı duymuyordu, hiçbir arzu; varoluşu zorunlu bir yüktü ona.-- Öylesine yaşayıp gitti.
(Werke und Briefe, Münchner Ausgabe (Herausge. Pömbacher et al.), dtv, 1988, S.158) [sf 49]
Özlem, özleyenin bütün varoluşu içinde, boydanboya uzanır: sanki bütün dokularına, en küçük hücrelerine varasıya, 'içine' işler -- öyle olur ki, özleyen, tek bir büyük özlem ateşi gibi hisseder kendini.
Bu yüzden de yakıcıdır özlem. [sf 52]
Tek başlarına duran iki kır evi -hâlâ böyle şeyler varsa-, tarlalar üzerinden bir saatlik yürüyüş uzaklıkta da olsalar, en giizel komşuluk içinde olabilirler; buna karşılık, iki kent evi, aynı sokakta karşıkarşıya olsalar ya da hatta birarada yapılmış da olsalar, hiçbir komşuluk bilmezler. Heidegger [sf 74]
Özlemek ile beklemek arasında garip bir bağlantılar ağı vardır:
Bekleyenin bekleneni özlemesi ile, özleyenin, özlenenin gelip gelmeyeceği konusundaki beklentisi, bir bağlantılar yelpazesi içinde durur. Bunun iki ucunda, iki kesinlik vardır: beklenenin geleceğinin; ve, gelmeyeceğinin kesin olduğu, durumlar.
Bir uçta, bekleyen beklenenin geleceğinden eminse -kişinin beklediğinin gelecegi kesinse bir aydmhk kaplar özlemi: umutlu, amaçlı, canlı...
Öteki uçta, bekleyen beklenenin gelmeyeceğinden eminse -kişinin beklediğinin gelmeyeceği kesinse bir karanlık duygu olarak kalır özlem: umarsız, çaresiz, bezgin... [sf 75]
Gesualdo'nun bir madrigali, özlem çekenin yaşamı ile olümü arasmda kurabileceği bağlantıyı şöyle dile getirir:
Onu görmezsem ölemem,
onu görmeden yaşayamam.
Öyleyse ne ölüyüm, ne de bir hayatım var.
Ey aşk tansığı, ah garip talih,
ne yaşamak yaşam, ne ölüm ölmek.
(Enis Batur çev.) [sf 132]
1 Eylül 2018 Cumartesi
TEPEDEKİ EV Shirley Jackson
Yayın Evi: Siren Yayınları
Basım Yılı: 2017
Sayfa Sayısı: 226
Amerikan korku edebiyatının klasik yazarlarından biri olan Shirley Jackson'un Biz Hep Şatoda Yaşadık romanını okuduktan sonra aslında en meşhur, bu türde kendinden sonra gelen yazarlara ilham kaynağı olmuş Tepedeki Ev kitabını da çok merak etmiştim.
Dr. John Montague, paranormal olaylara meraklı bir bilim adamıdır. Çeşitli tuhaf hadiselerin cereyan ettiğini duyduğu, bir tepenin üzerine tuhaf, çarpık bir mimariyle inşa edilmiş, ıssız bir kır evini birkaç aylığına kiralar ve araştırma yapmak ister. Bu süre zarfında kendisiyle beraber orada ev sahibesinin yeğeni Luke ve Montague'nün araştırmalarına yardımcı olacağını düşünerek davet ettiği iki genç kadın; çocukluğunda babasının ölümünden kısa süre sonra anlaşılamaz şekilde üç gün boyunca evlerine taş yağmış olan Eleanor ve bir laboratuvar deneyinde pisişik güçlere sahip olduğu anlaşılan Theodora da kalacaktır. Dörtlü sırayla eve gelir yerleşir. Yavaş yavaş etrafı keşfetmeye başladıklarında, tüyler ürpertici bir geçmişe sahip bu tuhaf malikanenin tekinsiz yüzüyle karşılaşmaları da kaçınılmaz olacaktır.
Romanın en başarılı tarafının, Shirley Jackson'un adım adım kurduğu korku atmosferi olduğunu söyleyebilirim. Sanki Eleanor ile beraber okuyucu da yolculuk ediyor, eve usul usul yaklaşıyor, içine giriyor ve yaşamaya başlıyor. Okurken evin içine çekildiğinizi hissediyorsunuz. Bunu o kadar ustaca yapıyor ki başlangıçta korku yerine sadece merak var, tıpkı böyle bir yere davet edilen, pek de ödlek sayılmayan birinde olabileceği gibi. Fakat sonra havadaki dehşet duygusu yoğunlaşıyor ve hikaye ilerledikçe içinizdeki korkunun dozu artıyor, sinirleriniz gerilmeye başlıyor.
Mesela gündüzleri evin hizmetini gören karı-koca; Dudley'ler var. Adam kapıda bekçilik yapıyor, kadın ise yemekleri hazırlıyor ve evin düzenini sağlıyor. Bu çiftin halleri o kadar esrarengiz ve sinir bozucu ki, son derece tedirgin bir tavırla sürekli işleri bittiğinde bir dakika bile orada durmayacaklarını, bunun bir görev olduğunu tekrar ediyor ve misafirlerin de oraya gelmemiş olmaları gerektiğini ima ediyorlar ama nedenini açıklamaya da yanaşmıyorlar.
Evin labirent gibi birbirine açılan ve bilhassa öyle olması istenerek yapılmış eğik zeminlerden dolayı kapıları asla açık durmayan odaları ve nereden geldiği anlaşılamayan soğuk hava akımları var. Ve elbette bir de geceleri o odalarda yaşananlar..
Yazarın iki eserini karşılaştırdığımda Biz Hep Şatoda Yaşadık romanının okuma zevkime daha çok hitap etmiş olduğunu söyleyebilirim. Tepedeki Ev ona kıyasla daha ürpertici, daha klasik bir gerilim kitabı fakat onu da merakla bitirdim.
Ashton'un hemen dışındaki o yerden az kalsın hiç ayrılmayacaktı, çünkü karşısına bir bahçede gömülü minik bir kır evi çıktı. Orada tek başıma yaşayabilirdim, diye düşündü. Yılankavi bahçe yolunun ardındaki küçük, mavi ön kapıya ve basamakta kusursuz görünen beyaz kediye bakmak için arabayı yavaşlatmıştı. Beni orada, onca gülün ardında kimseler bulamazdı; hem işimi sağlama almak için yol kenarına zakkumlar da ekerdim. Serin aksamlarda ateş yakıp kendi ocağımda elma kızartırdım. Beyaz kediler besler, pencerelere beyaz perdeler diker ve bazen dışarı çıkıp tarçın, çay ve iplik almak için bakkala giderdim. İnsanlar fallarına bakmam için gelirlerdi, ayrıca üzgün genç kızlar için aşk iksirleri hazırlardım. Bir nar bülbülüm olurdu... Ama kır evi çok geride kalmıştı ve Eleanor’un Dr. Montague’nün titizce tarif ettiği yeni yolu arama vakti gelmişti. [sf 23]
Bayan Dudley, Eleanor'un girmesi için yana çekildi ve görünüşe göre duvara konuştu. 'Akşam yemeklerini tam altıda yemek salonundaki büfeye bırakırım.' dedi. 'Kendiniz alırsınız. Sabahları boşları toplarım. Kahvaltınızı dokuzda hazırlarım. Anlaşmam böyle. Odalarla istediğiniz kadar ilgilenemem, ama bana yardımcı olacak biri de yok sonuçta. Ben kimseye hizmet etmem. Burada çalışıyor olmam insanlara hizmet edeceğim anlamına gelmez.'
Kapı eşiğinde kararsızca duran Eleanor başıyla onayladı.
'Akşam yemeğini hazırladıktan sonra kalmam,' diye devam etti Bayan Dudley. Hava kararmaya başlayınca burada durmam. Karanlık çökmeden giderim.'
'Biliyorum.' dedi Eleanor.
'Kasabada yaşıyoruz, on kilometre ötede.'
'Evet,' dedi Eleanor, Hillsdale'i anımsayarak.
'Yani yardıma ihtiyaç duyarsanız etrafta kimse olmayacak.'
'Anlıyorum.'
'Geceleyin sesinizi bile duyamayız.'
'Acaba...'
'Kimse duyamaz. En yakında oturan kasabadakiler. Kimse daha fazla yaklaşmak istemiyor.' [sf 37]
Basım Yılı: 2017
Sayfa Sayısı: 226
Amerikan korku edebiyatının klasik yazarlarından biri olan Shirley Jackson'un Biz Hep Şatoda Yaşadık romanını okuduktan sonra aslında en meşhur, bu türde kendinden sonra gelen yazarlara ilham kaynağı olmuş Tepedeki Ev kitabını da çok merak etmiştim.
Dr. John Montague, paranormal olaylara meraklı bir bilim adamıdır. Çeşitli tuhaf hadiselerin cereyan ettiğini duyduğu, bir tepenin üzerine tuhaf, çarpık bir mimariyle inşa edilmiş, ıssız bir kır evini birkaç aylığına kiralar ve araştırma yapmak ister. Bu süre zarfında kendisiyle beraber orada ev sahibesinin yeğeni Luke ve Montague'nün araştırmalarına yardımcı olacağını düşünerek davet ettiği iki genç kadın; çocukluğunda babasının ölümünden kısa süre sonra anlaşılamaz şekilde üç gün boyunca evlerine taş yağmış olan Eleanor ve bir laboratuvar deneyinde pisişik güçlere sahip olduğu anlaşılan Theodora da kalacaktır. Dörtlü sırayla eve gelir yerleşir. Yavaş yavaş etrafı keşfetmeye başladıklarında, tüyler ürpertici bir geçmişe sahip bu tuhaf malikanenin tekinsiz yüzüyle karşılaşmaları da kaçınılmaz olacaktır.
Romanın en başarılı tarafının, Shirley Jackson'un adım adım kurduğu korku atmosferi olduğunu söyleyebilirim. Sanki Eleanor ile beraber okuyucu da yolculuk ediyor, eve usul usul yaklaşıyor, içine giriyor ve yaşamaya başlıyor. Okurken evin içine çekildiğinizi hissediyorsunuz. Bunu o kadar ustaca yapıyor ki başlangıçta korku yerine sadece merak var, tıpkı böyle bir yere davet edilen, pek de ödlek sayılmayan birinde olabileceği gibi. Fakat sonra havadaki dehşet duygusu yoğunlaşıyor ve hikaye ilerledikçe içinizdeki korkunun dozu artıyor, sinirleriniz gerilmeye başlıyor.
Mesela gündüzleri evin hizmetini gören karı-koca; Dudley'ler var. Adam kapıda bekçilik yapıyor, kadın ise yemekleri hazırlıyor ve evin düzenini sağlıyor. Bu çiftin halleri o kadar esrarengiz ve sinir bozucu ki, son derece tedirgin bir tavırla sürekli işleri bittiğinde bir dakika bile orada durmayacaklarını, bunun bir görev olduğunu tekrar ediyor ve misafirlerin de oraya gelmemiş olmaları gerektiğini ima ediyorlar ama nedenini açıklamaya da yanaşmıyorlar.
Evin labirent gibi birbirine açılan ve bilhassa öyle olması istenerek yapılmış eğik zeminlerden dolayı kapıları asla açık durmayan odaları ve nereden geldiği anlaşılamayan soğuk hava akımları var. Ve elbette bir de geceleri o odalarda yaşananlar..
Yazarın iki eserini karşılaştırdığımda Biz Hep Şatoda Yaşadık romanının okuma zevkime daha çok hitap etmiş olduğunu söyleyebilirim. Tepedeki Ev ona kıyasla daha ürpertici, daha klasik bir gerilim kitabı fakat onu da merakla bitirdim.
Ashton'un hemen dışındaki o yerden az kalsın hiç ayrılmayacaktı, çünkü karşısına bir bahçede gömülü minik bir kır evi çıktı. Orada tek başıma yaşayabilirdim, diye düşündü. Yılankavi bahçe yolunun ardındaki küçük, mavi ön kapıya ve basamakta kusursuz görünen beyaz kediye bakmak için arabayı yavaşlatmıştı. Beni orada, onca gülün ardında kimseler bulamazdı; hem işimi sağlama almak için yol kenarına zakkumlar da ekerdim. Serin aksamlarda ateş yakıp kendi ocağımda elma kızartırdım. Beyaz kediler besler, pencerelere beyaz perdeler diker ve bazen dışarı çıkıp tarçın, çay ve iplik almak için bakkala giderdim. İnsanlar fallarına bakmam için gelirlerdi, ayrıca üzgün genç kızlar için aşk iksirleri hazırlardım. Bir nar bülbülüm olurdu... Ama kır evi çok geride kalmıştı ve Eleanor’un Dr. Montague’nün titizce tarif ettiği yeni yolu arama vakti gelmişti. [sf 23]
Bayan Dudley, Eleanor'un girmesi için yana çekildi ve görünüşe göre duvara konuştu. 'Akşam yemeklerini tam altıda yemek salonundaki büfeye bırakırım.' dedi. 'Kendiniz alırsınız. Sabahları boşları toplarım. Kahvaltınızı dokuzda hazırlarım. Anlaşmam böyle. Odalarla istediğiniz kadar ilgilenemem, ama bana yardımcı olacak biri de yok sonuçta. Ben kimseye hizmet etmem. Burada çalışıyor olmam insanlara hizmet edeceğim anlamına gelmez.'
Kapı eşiğinde kararsızca duran Eleanor başıyla onayladı.
'Akşam yemeğini hazırladıktan sonra kalmam,' diye devam etti Bayan Dudley. Hava kararmaya başlayınca burada durmam. Karanlık çökmeden giderim.'
'Biliyorum.' dedi Eleanor.
'Kasabada yaşıyoruz, on kilometre ötede.'
'Evet,' dedi Eleanor, Hillsdale'i anımsayarak.
'Yani yardıma ihtiyaç duyarsanız etrafta kimse olmayacak.'
'Anlıyorum.'
'Geceleyin sesinizi bile duyamayız.'
'Acaba...'
'Kimse duyamaz. En yakında oturan kasabadakiler. Kimse daha fazla yaklaşmak istemiyor.' [sf 37]