Yayın Evi: Ak Kitabevi
Basım Yılı: 1963
Sayfa Sayısı: 224
NTV Yayınlarından Gizli Düşman ismiyle bir de çizgiromanı yayınlanmış olan kitap, Christie'nin meşhur dedektiflerinden Tommy ve Tuppence Beresford'un ilk macerası olma özelliğini taşıyor.
Bir takım gizli evraklar taşıyan genç ajan, bindiği gemi torpil atılarak sabote edilince, filikalarla kurtarılacaklardan biri olan Jane Finn adında genç bir kıza paketi teslim eder ve İngiltere büyükelçiliğine ulaştırmasını ister. İngiltere'de karaya ayak bastığı andan itibaren, evrakları ele geçirmek isteyen büyük haydut çetesi genç kızın peşine düşünce, Jane için zor bir serüven başlar. Tommy ve Tuppence para kazanmak için verdikleri "her türlü tehlikeli işiniz yapılır" ilanına karşılık Tuppence'ın Jane Finn rolünü oynaması için bir teklif alarak işin içine karışırlar..
Dedektif çiftimiz, genellikle Gizli Servis ve casusluk maceralarında boy gösterdikleri, bu tür de ilgimi çekmediği için pek tercih ettiğim karakterler değiller ama ilk maceralarındaki acemi hallerini ve aşklarının başlangıcını okumak hoştu.
Ayrıca Meçhul Düşman, Agatha Christie koleksiyonumun final kitabı olarak ayrı bir yere sahip bende. Beyoğlu Sahaf Festivali'nde karşıma çıkınca hazine bulmuş gibi sevinmiştim. Farklı basımlardan yine Christie'ler almaya devam edebilirim ama bu kitapla beraber Türkçe'de basılmış roman ve hikaye kitaplarından bir eksiğim kalmamış oldu.
ODALAR
▼
30 Eylül 2011 Cuma
29 Eylül 2011 Perşembe
KIRIK AYNA_Agatha Christie
Yayın Evi: Altın Kitaplar
Basım Yılı: 1964
Sayfa Sayısı: 208
Ayna boydan boya kırıldı,
Lady Shalott "Felaket üzerimize çöktü!.." diye bağırdı.
Agatha Christie'nin Kırık Ayna(Ve Ayna Kırıldı) kitabı Tennyson'un şiirinden alınan bu etkileyici mısra üzerine kurulmuş.
Yazarın 70 küsur yaşlarındayken yazdığı Kırık Ayna, Miss Marple ve köy polisiyelerinin de sonuncusu. Romanın bu açıdan hüzünlü bir başlangıcı var. St. Mary Mead'de yaşamaya devam eden Miss Marple artık çok yaşlı ve kolaylıkla yürüyemiyor. Köy merkezinin biraz ilerisine bir Yeni Şehir kurulmuş, modern apartmanları ve genç nüfusu ile yılların getirdiği değişimi gözler önüne seriyor. Miss Marple'ın yeni yardımcısıyla da başı dertte ve kitabın onunla ilgili kısımları hakikaten çok eğlenceli. Nefret ettiği Mrs. Knight isimli hastabakıcısıyla kendi gizli yöntemlerini kullanarak başetmesinin yanısıra orta hizmetçisi Cherry'i kayırması da bir parodi gibi neşeyle okunuyor.
Bizim sevimli ihtiyarcık çok sıkıldığını söyleyince, emektar doktoru Haydock'tan yine bir cinayetin çözümüyle uğraşmanın kendisine iyi geleceğine dair bir reçete alıyor. Köy sakinlerinden, Marple'ın arkadaşı Mrs. Bantry (kendisini Cesetler Merdiveni kitabından, kütüphanesinde bir ölü bulunmasıyla hatırlıyoruz) kocası ölünce Gossington Hall isimli malikanesini ve bir kısım araziyi ünlü bir sinema sanatçısı olan Marina Gregg'e satmış. Marina Gregg'in evinde bir dernek yararına verilen partide, davetlilerden Mrs. Badcock zehirlenerek öldürülünce Miss Marple'ımızın ihtiyacı olan bilmece de açığa çıkmış oluyor..
Uzun zamandır hiçbir Christie kitabını okurken bu kadar merakla kıvranmamıştım. Kırık Ayna'yı daha önce okumuş olmama rağmen Marina Gregg'in davetlilerini karşılarken gözünü bir noktaya dikerek orada çok dehşetli bir şey görmüş gibi bakmasının nedenini hatırlayamadım. Ne gördüğünü anlaması zor değilse de onda niçin böyle bir his uyandırmış, onu anlamak için kitabın sonuna gelmek gerekiyor.
Agatha Christie, kitaplarında sevdiği şair ve yazarlardan sık sık alıntılar yapmasa, bazen bu kitapta olduğu gibi tüm hikayesini bir mısra yahut cümle üzerine kurmasa onun yazdıklarından bu denli keyif alamazdım diye düşünüyorum. Bu şekilde yazdıklarını derinleştirmesini çok seviyorum.
Kırık Ayna, kolay anlaşılır bir kurguya sahip olmasına rağmen, dramatik ve nostaljik yönleriyle iyi bir kitap. Miss Marple külliyatının sonlarına doğru okumanızı tavsiye ediyorum.
Basım Yılı: 1964
Sayfa Sayısı: 208
Ayna boydan boya kırıldı,
Lady Shalott "Felaket üzerimize çöktü!.." diye bağırdı.
Agatha Christie'nin Kırık Ayna(Ve Ayna Kırıldı) kitabı Tennyson'un şiirinden alınan bu etkileyici mısra üzerine kurulmuş.
Yazarın 70 küsur yaşlarındayken yazdığı Kırık Ayna, Miss Marple ve köy polisiyelerinin de sonuncusu. Romanın bu açıdan hüzünlü bir başlangıcı var. St. Mary Mead'de yaşamaya devam eden Miss Marple artık çok yaşlı ve kolaylıkla yürüyemiyor. Köy merkezinin biraz ilerisine bir Yeni Şehir kurulmuş, modern apartmanları ve genç nüfusu ile yılların getirdiği değişimi gözler önüne seriyor. Miss Marple'ın yeni yardımcısıyla da başı dertte ve kitabın onunla ilgili kısımları hakikaten çok eğlenceli. Nefret ettiği Mrs. Knight isimli hastabakıcısıyla kendi gizli yöntemlerini kullanarak başetmesinin yanısıra orta hizmetçisi Cherry'i kayırması da bir parodi gibi neşeyle okunuyor.
Bizim sevimli ihtiyarcık çok sıkıldığını söyleyince, emektar doktoru Haydock'tan yine bir cinayetin çözümüyle uğraşmanın kendisine iyi geleceğine dair bir reçete alıyor. Köy sakinlerinden, Marple'ın arkadaşı Mrs. Bantry (kendisini Cesetler Merdiveni kitabından, kütüphanesinde bir ölü bulunmasıyla hatırlıyoruz) kocası ölünce Gossington Hall isimli malikanesini ve bir kısım araziyi ünlü bir sinema sanatçısı olan Marina Gregg'e satmış. Marina Gregg'in evinde bir dernek yararına verilen partide, davetlilerden Mrs. Badcock zehirlenerek öldürülünce Miss Marple'ımızın ihtiyacı olan bilmece de açığa çıkmış oluyor..
Uzun zamandır hiçbir Christie kitabını okurken bu kadar merakla kıvranmamıştım. Kırık Ayna'yı daha önce okumuş olmama rağmen Marina Gregg'in davetlilerini karşılarken gözünü bir noktaya dikerek orada çok dehşetli bir şey görmüş gibi bakmasının nedenini hatırlayamadım. Ne gördüğünü anlaması zor değilse de onda niçin böyle bir his uyandırmış, onu anlamak için kitabın sonuna gelmek gerekiyor.
Agatha Christie, kitaplarında sevdiği şair ve yazarlardan sık sık alıntılar yapmasa, bazen bu kitapta olduğu gibi tüm hikayesini bir mısra yahut cümle üzerine kurmasa onun yazdıklarından bu denli keyif alamazdım diye düşünüyorum. Bu şekilde yazdıklarını derinleştirmesini çok seviyorum.
Kırık Ayna, kolay anlaşılır bir kurguya sahip olmasına rağmen, dramatik ve nostaljik yönleriyle iyi bir kitap. Miss Marple külliyatının sonlarına doğru okumanızı tavsiye ediyorum.
27 Eylül 2011 Salı
CİNAYET REÇETESİ_Agatha Christie
Yayın Evi: Altın Kitaplar
Basım Yılı: 1982
Sayfa Sayısı: 190
Eylül ayı Christie okumalarımıza tesadüfen üstüste iki Miss Marple kitabıyla başladım. Cinayet Reçetesi, bunlardan ilkiydi. Gerçi sevimli yaşlı teyzemiz son sayfalarda (yaklaşık on sayfa kadar) görünüp cinayetin çözümüne yardım etmekten başkaca bir varlık göstermedi.
Agatha Christie'nin haklarında çok da fazla bilgi vermediği iki genç; bir uçak kazasında yaralanan pilot Jeremy Burton, şık ve havalı kızkardeşi Johanna ile birlikte İngiliz taşrasına, küçük, sakin bir köy olan Lymstock'a gelerek nekahat dönemi için bir ev kiralar. Oranın sukûnetinde dinlenerek iyileşmeyi planlamaktadır ama işler umduğu gibi gitmez. Hoşgeldin kabulleri ve iade-i ziyaretlerin ardından, bir süredir köy halkına postalanan, zehirli bir dille yazılmış imzasız mektuplardan onlar da nasiplerini alırlar. Köyün tanınan avukatı Mr. Symmington'ın karısına da yine böyle bir mektup gelir ve kadın intihar eder. Avukatın tuhaf tabiatlı üvey kızıyla alakadar olan Jeremy, bir yandan da polisle irtibat halinde, mektupları yazan kişiyi araştırmaktadır. Bu esnada yeni bir cinayet işlenir ve Symmington'ların orta hizmetçisi öldürülür. Lymstock'ta, arkadaşı olan rahibin karısı Mrs. Dane Caltrop'a ziyarette bulunan Miss Marple'ın olaylara karışma vakti gelmiştir..
Cinayet Reçetesi, nedense bana biraz klostrofobik bir romanmış gibi geldi. Yani anlatmak istediği şeye kesin olarak odaklanmış, bunun bir milim dışına çıkmayan bir olay örgüsü var. Demin de dediğim gibi iki kardeşin geçmişleri yok adeta.
Öte yandan kitapta en çok hoşuma giden Jeremy ve Johanna'nın yaptığı ev ziyaretlerinden birinde, Mr. Pye ile konuştukları sayfalardı. Bu, "Mr. Pye tombul, hanım hanımcık bir adamdı." diye tasvirlediği bir karakter Christie'nin. Onun gizli temayüllerini incelikle açıkladığı nadir tiplerden. Mor İzler'in Horatio'su gibi tamamen kendi dünyasında yaşayan, zevk, estetik ve güzellik takıntılı bir adam Mr. Pye.
Christie'nin bir egzantrik kadın karakteri daha açığa çıkıyor bu kitapta: Megan. Kılığına kıyafetine ne olduğunu hiç umursamayan, aptal görünümünün arkasına gizlenmiş gayet aklı başında bir kız. Agatha Teyze'miz onunla alakalı ufak bir Külkedisi masalı oluşturduktan sonra cesaretini ve zekasını kanıtlaması için de ayrıca bir şans veriyor. Megan'ı onun da severek yazdığını sanıyorum.
Romanda bir de Koltuktaki Ölü'nün Mary'sine çok benzettiğim başdöndürücü güzellikte bir mürebbiye var: Elsie Holland. Yazarın onu Jeremy'nin sözleriyle tarif edişi çok ilginç. Konuştuğunda tüm büyünün bir anda kaybolması filan.. Mary'nin trajik kaderini paylaşmıyorsa da, Elsie kitap içerisinde kısa sürede, iz bırakmadan yokolup gidiyor.
Eskiden, Christie'leri ilk okuduğum zamanlarda St. Mary Mead gibi ufak köylerde geçen polisiyeler hatta Miss Marple feci şekilde içimi sıkardı. Yaşlı kadınların çay içerek uzun uzun konuşmaları, sözlerdeki katmanlar vesaire hiç ilgimi çekmiyordu. Cinayet Reçetesi'ni de öyle bir dönemde(14-20 yaş arası) okumuş olmalıyım ki pek bir şey hatırlamıyordum kitapla alakalı. Bu defa ise hayli beğendim ve fikirlerimin değişmiş olduğunu görerek mutlu oldum.
Bu arada yazmazsam olmaz, Cinayet Reçetesi ismi nasıl bir alakadır romanla? Kitapta kısaca bir ilaçtan bahsetmesinin dışında reçeteyle alakalı hiç bir ayrıntı yok. The Moving Finger, Daktilodaki Parmak haliyle çok daha anlamlı basılmış.
Eylül'de Agatha Christie okumalarımız devam ederken, Beyoğlu Sahaf Festivali'nde aldıklarım ve Altın Kitaplar'ın bu ay yayınladığı duygusal Christie romanı Sensiz Bir İlkbahar da eklendi okuduklarıma. Eylül'ü bu keyif ve güzellikle bitirebilmeyi umuyorum.. Diğer yazılarda görüşmek üzere.
Basım Yılı: 1982
Sayfa Sayısı: 190
'Ne olacaksa belli,
İyi kötü herşey yazılmış,
En başından gereği
düşünülmüşken her şeyin,
Neden boşuna uğraşır, dertlenir insan?'
Hayyam, 51.
Rubai (The Moving Finger, Fitzgerald)
Agatha Christie'nin haklarında çok da fazla bilgi vermediği iki genç; bir uçak kazasında yaralanan pilot Jeremy Burton, şık ve havalı kızkardeşi Johanna ile birlikte İngiliz taşrasına, küçük, sakin bir köy olan Lymstock'a gelerek nekahat dönemi için bir ev kiralar. Oranın sukûnetinde dinlenerek iyileşmeyi planlamaktadır ama işler umduğu gibi gitmez. Hoşgeldin kabulleri ve iade-i ziyaretlerin ardından, bir süredir köy halkına postalanan, zehirli bir dille yazılmış imzasız mektuplardan onlar da nasiplerini alırlar. Köyün tanınan avukatı Mr. Symmington'ın karısına da yine böyle bir mektup gelir ve kadın intihar eder. Avukatın tuhaf tabiatlı üvey kızıyla alakadar olan Jeremy, bir yandan da polisle irtibat halinde, mektupları yazan kişiyi araştırmaktadır. Bu esnada yeni bir cinayet işlenir ve Symmington'ların orta hizmetçisi öldürülür. Lymstock'ta, arkadaşı olan rahibin karısı Mrs. Dane Caltrop'a ziyarette bulunan Miss Marple'ın olaylara karışma vakti gelmiştir..
Cinayet Reçetesi, nedense bana biraz klostrofobik bir romanmış gibi geldi. Yani anlatmak istediği şeye kesin olarak odaklanmış, bunun bir milim dışına çıkmayan bir olay örgüsü var. Demin de dediğim gibi iki kardeşin geçmişleri yok adeta.
Öte yandan kitapta en çok hoşuma giden Jeremy ve Johanna'nın yaptığı ev ziyaretlerinden birinde, Mr. Pye ile konuştukları sayfalardı. Bu, "Mr. Pye tombul, hanım hanımcık bir adamdı." diye tasvirlediği bir karakter Christie'nin. Onun gizli temayüllerini incelikle açıkladığı nadir tiplerden. Mor İzler'in Horatio'su gibi tamamen kendi dünyasında yaşayan, zevk, estetik ve güzellik takıntılı bir adam Mr. Pye.
Christie'nin bir egzantrik kadın karakteri daha açığa çıkıyor bu kitapta: Megan. Kılığına kıyafetine ne olduğunu hiç umursamayan, aptal görünümünün arkasına gizlenmiş gayet aklı başında bir kız. Agatha Teyze'miz onunla alakalı ufak bir Külkedisi masalı oluşturduktan sonra cesaretini ve zekasını kanıtlaması için de ayrıca bir şans veriyor. Megan'ı onun da severek yazdığını sanıyorum.
Romanda bir de Koltuktaki Ölü'nün Mary'sine çok benzettiğim başdöndürücü güzellikte bir mürebbiye var: Elsie Holland. Yazarın onu Jeremy'nin sözleriyle tarif edişi çok ilginç. Konuştuğunda tüm büyünün bir anda kaybolması filan.. Mary'nin trajik kaderini paylaşmıyorsa da, Elsie kitap içerisinde kısa sürede, iz bırakmadan yokolup gidiyor.
Eskiden, Christie'leri ilk okuduğum zamanlarda St. Mary Mead gibi ufak köylerde geçen polisiyeler hatta Miss Marple feci şekilde içimi sıkardı. Yaşlı kadınların çay içerek uzun uzun konuşmaları, sözlerdeki katmanlar vesaire hiç ilgimi çekmiyordu. Cinayet Reçetesi'ni de öyle bir dönemde(14-20 yaş arası) okumuş olmalıyım ki pek bir şey hatırlamıyordum kitapla alakalı. Bu defa ise hayli beğendim ve fikirlerimin değişmiş olduğunu görerek mutlu oldum.
Bu arada yazmazsam olmaz, Cinayet Reçetesi ismi nasıl bir alakadır romanla? Kitapta kısaca bir ilaçtan bahsetmesinin dışında reçeteyle alakalı hiç bir ayrıntı yok. The Moving Finger, Daktilodaki Parmak haliyle çok daha anlamlı basılmış.
Eylül'de Agatha Christie okumalarımız devam ederken, Beyoğlu Sahaf Festivali'nde aldıklarım ve Altın Kitaplar'ın bu ay yayınladığı duygusal Christie romanı Sensiz Bir İlkbahar da eklendi okuduklarıma. Eylül'ü bu keyif ve güzellikle bitirebilmeyi umuyorum.. Diğer yazılarda görüşmek üzere.
15 Eylül 2011 Perşembe
BEYOĞLU SAHAF FESTİVALİ [2011]
Bazen gün geceden ayrılmaz, nasıl bir ruh halindeyseniz öyle devam eder ya, sahaf festivaline gittiğimiz serin Eylül akşamı da bu minvalde bir zaman dilimiydi benim için. Uykusuz, yedi saatlik derin bir muhabbetin ardından (zihinsel enerjimi tamamen sarfettiğim için) bitap düşmüş bir haldeydim.
Sonra çok düşünceli, çok tatlı birinin elinden bir fincan Türk kahvesi içtim ve çıkıp gittik.
Festival alanı harikuladeydi tabii. Bizim gibi kitap delileri için yaklaşık 70 sahaf dükkanı az şey mi? Her ne kadar ellerindeki kitapların cüzi bir kısmını getirebilmiş olsalar da dükkanlar tıkabasa doluydu.
Cebimde usûlen yazdığım birkaç kalemlik bir liste vardı ama asıl derdim koleksiyonumun tek eksiği olan Agatha Christie'yi, yani Meçhul Düşman'ı bulmaktı. Sora sora 5-6 sahaf kadar ilerledikten sonra bir yerde Paul-Jacques Bonzon romanları görünce durdum. Kitapları karıştırırken, daha ne aradığımı soramadan sahaf beyefendi telefonla biteceğe hiç benzemeyen bir konuşmaya başladı. Arapça kelimelerin hoş tınılarını dinlerken bir süre bakındım ama oyalanacak vakit yoktu maalesef. Sahaf, bir duraksama anında beklediğimi farkedince döndü, Agatha Christie olup olmadığını sordum, yok dedi. Biraz ilerlemiştim ki ardımdan bir çocuğun seslendiğini duydum. "Var, var gel abla." :) Geri döndüm, "Kusura bakmayın ben demin telefonla konuşurken anlamamışım ne sorduğunuzu. Bunlar var.." dedi sahaf ve bir deste Christie çıkardı. Tamamı Ak Yayınevi, eski basım kitapların en üstte olanını gördüğümde sevinçten kalbim duracaktı neredeyse. Tertemiz, düzgün ciltli bir Meçhul Düşman.. Daha önce sevgili Deniz le konuştuğumuzda -onu ve belki de kendimi teselli için- söylediğim gibi oracıkta hakikaten bekliyordu işte. Fiyat filan hiç umurumda olmadı tabii. Ağzımı kulaklarımdan geri toplamaya çalışarak kitabı aldım. Öyle bir şok geçirmişim ki diğerlerine doğru dürüst bakmadım bile. Halbuki şimdi düşünüyorum da içlerinde o basımını da isteyeceklerim olabilirdi, sadece Daktilodaki Parmak kitabını hatırlıyorum Ak Yayınları'nın içinde, öbürlerine bakıp görmemişim :)
Gecenin başrolü böylece sahneye çıktıktan sonra, Can Yayınları'nı sebil etmiş bir sahaftan Peride Celal'in Deli Aşk'ını, yine klasikleri 3 TL'den satan, aradığımız çocuk kitaplarını tepemizden yağdırmak suretiyle çok yardımsever ve iyi niyetli bir dükkan sahibinden (o gün arkadaşımla konuştuğumuz için aklıma düşen) Faust'u aldım. Faust'un da çok tuhaf bir yeri vardır bende, onu kitabı okuyunca anlatırım inşallah.
Sonra bir yerde Ayrıntı Yayınları'nı görünce aniden zihnimde bir ampül yandı. Aşk Vesaire'yi okumak isteyip de ilk kitabının basımı olmadığı için almadığım bir Julian Barnes kitabı vardı: Seni Sevmiyorum. Birkaç sahaf ilerleyince onu da görerek bir kez daha sevindim.
En son çıkışta bir tezgahta yine tüm kitaplar 5 TL'ydi ve Christie'ler de vardı. Uyuyan Ölüm ve Beş Küçük Domuz'un almak istediğim baskıları var mı diye bakarken Kırmızı İşaret'e rastgeldim. Christie'nin bir öykü derlemesi olan kitaptaki bazı hikayelerin bende olmadığını farkedince, o kitabı da aldıklarıma ekledim. Uyuyan Ölüm'ün istediğim baskısı vardı ama feci şekilde yıpranmıştı, onu alamadım maalesef.
Bu sene 5.si düzenlenen Sahaf Festivali'nden, geçen sene bittikten sonra haberdar olmuş ve üzülmüştüm. Bu defa çok istesem de ancak son günlerinde gitme ihtimalim var gibi görünüyordu. Bazı güzel insanlar devreye girince 3. günü gittik ve daha bir kısım tezgahlar bile açılmamıştı.
Öyle güzel ki, tek sefer ve kısıtlı bir zaman diliminde gitmek yetmiyor maalesef. Belki de böyle olması çılgın gibi kitap almama engel olması açısından hayırlı olmuştur kimbilir. Zaten okunacak yığınla kitap varken, onlara yenilerini eklemeden evvel yükü biraz azaltmak lazım diye kendi kendime telkin ediyorum sürekli. Sonra zaten festivale gelen sahaflardan bazılarının dükkanına da gitmeyi planladığım için şimdilik bu kadar yeter.
Bu arada bu yazı yayınlandığında festival devam ediyor olacak. İstanbul'daysanız, 25 Eylül'e kadar Tepebaşı'nda TRT binasının arkasına kurulan Sahaf Festivali'ne gidip, 3-4-5 TL'den başlayan fiyatlarla muhteşem kitaplar alabilir, toz-küf-kağıt kokularıyla sarmaşıp kendinizden geçebilirsiniz. Bazı dükkanları ise durup sadece seyretseniz bile değer diyorum.
Sonra çok düşünceli, çok tatlı birinin elinden bir fincan Türk kahvesi içtim ve çıkıp gittik.
Festival alanı harikuladeydi tabii. Bizim gibi kitap delileri için yaklaşık 70 sahaf dükkanı az şey mi? Her ne kadar ellerindeki kitapların cüzi bir kısmını getirebilmiş olsalar da dükkanlar tıkabasa doluydu.
Cebimde usûlen yazdığım birkaç kalemlik bir liste vardı ama asıl derdim koleksiyonumun tek eksiği olan Agatha Christie'yi, yani Meçhul Düşman'ı bulmaktı. Sora sora 5-6 sahaf kadar ilerledikten sonra bir yerde Paul-Jacques Bonzon romanları görünce durdum. Kitapları karıştırırken, daha ne aradığımı soramadan sahaf beyefendi telefonla biteceğe hiç benzemeyen bir konuşmaya başladı. Arapça kelimelerin hoş tınılarını dinlerken bir süre bakındım ama oyalanacak vakit yoktu maalesef. Sahaf, bir duraksama anında beklediğimi farkedince döndü, Agatha Christie olup olmadığını sordum, yok dedi. Biraz ilerlemiştim ki ardımdan bir çocuğun seslendiğini duydum. "Var, var gel abla." :) Geri döndüm, "Kusura bakmayın ben demin telefonla konuşurken anlamamışım ne sorduğunuzu. Bunlar var.." dedi sahaf ve bir deste Christie çıkardı. Tamamı Ak Yayınevi, eski basım kitapların en üstte olanını gördüğümde sevinçten kalbim duracaktı neredeyse. Tertemiz, düzgün ciltli bir Meçhul Düşman.. Daha önce sevgili Deniz le konuştuğumuzda -onu ve belki de kendimi teselli için- söylediğim gibi oracıkta hakikaten bekliyordu işte. Fiyat filan hiç umurumda olmadı tabii. Ağzımı kulaklarımdan geri toplamaya çalışarak kitabı aldım. Öyle bir şok geçirmişim ki diğerlerine doğru dürüst bakmadım bile. Halbuki şimdi düşünüyorum da içlerinde o basımını da isteyeceklerim olabilirdi, sadece Daktilodaki Parmak kitabını hatırlıyorum Ak Yayınları'nın içinde, öbürlerine bakıp görmemişim :)
Gecenin başrolü böylece sahneye çıktıktan sonra, Can Yayınları'nı sebil etmiş bir sahaftan Peride Celal'in Deli Aşk'ını, yine klasikleri 3 TL'den satan, aradığımız çocuk kitaplarını tepemizden yağdırmak suretiyle çok yardımsever ve iyi niyetli bir dükkan sahibinden (o gün arkadaşımla konuştuğumuz için aklıma düşen) Faust'u aldım. Faust'un da çok tuhaf bir yeri vardır bende, onu kitabı okuyunca anlatırım inşallah.
Sonra bir yerde Ayrıntı Yayınları'nı görünce aniden zihnimde bir ampül yandı. Aşk Vesaire'yi okumak isteyip de ilk kitabının basımı olmadığı için almadığım bir Julian Barnes kitabı vardı: Seni Sevmiyorum. Birkaç sahaf ilerleyince onu da görerek bir kez daha sevindim.
En son çıkışta bir tezgahta yine tüm kitaplar 5 TL'ydi ve Christie'ler de vardı. Uyuyan Ölüm ve Beş Küçük Domuz'un almak istediğim baskıları var mı diye bakarken Kırmızı İşaret'e rastgeldim. Christie'nin bir öykü derlemesi olan kitaptaki bazı hikayelerin bende olmadığını farkedince, o kitabı da aldıklarıma ekledim. Uyuyan Ölüm'ün istediğim baskısı vardı ama feci şekilde yıpranmıştı, onu alamadım maalesef.
Bu sene 5.si düzenlenen Sahaf Festivali'nden, geçen sene bittikten sonra haberdar olmuş ve üzülmüştüm. Bu defa çok istesem de ancak son günlerinde gitme ihtimalim var gibi görünüyordu. Bazı güzel insanlar devreye girince 3. günü gittik ve daha bir kısım tezgahlar bile açılmamıştı.
Öyle güzel ki, tek sefer ve kısıtlı bir zaman diliminde gitmek yetmiyor maalesef. Belki de böyle olması çılgın gibi kitap almama engel olması açısından hayırlı olmuştur kimbilir. Zaten okunacak yığınla kitap varken, onlara yenilerini eklemeden evvel yükü biraz azaltmak lazım diye kendi kendime telkin ediyorum sürekli. Sonra zaten festivale gelen sahaflardan bazılarının dükkanına da gitmeyi planladığım için şimdilik bu kadar yeter.
Bu arada bu yazı yayınlandığında festival devam ediyor olacak. İstanbul'daysanız, 25 Eylül'e kadar Tepebaşı'nda TRT binasının arkasına kurulan Sahaf Festivali'ne gidip, 3-4-5 TL'den başlayan fiyatlarla muhteşem kitaplar alabilir, toz-küf-kağıt kokularıyla sarmaşıp kendinizden geçebilirsiniz. Bazı dükkanları ise durup sadece seyretseniz bile değer diyorum.
14 Eylül 2011 Çarşamba
MOR İZLER_Ellery Queen
Yayın Evi: Altın Kitaplar
Basım Yılı: 1964
Sayfa Sayısı: 240
Fazla kanlı ve dozajı aşmış şeyler sevmediğim için Agatha Christie'nin yazdıklarına benzeyen, hatta onun da okumayı sevdiği polisiye kitapları tercih ediyorum. Yeni polisiye denemelerine devam ederken John Dickson Carr'dan sonra okumak istediğim ikinci yazar Ellery Queen'di. Yazarın birçok kitabı var ama cinairoman'ın referansıyla Mor İzler'den başladım, çok da iyi etmişim.
Vaktiyle ihtiyar bir kadın vardı, ayakkabıda yaşardı,
Çocuğu o kadar çoktu ki ne yapacağına şaşardı,
Onlara ekmeksiz çorba verir, kamçıyla güzelce pataklardı,
Sonra da hepsini yatırmaya kalkardı.
Bu tuhaf çocuk tekerlemesiyle açılıyor kitap. Tekerlemede bahsedildiği gibi ayakkabıya benzeyen bir evde oturan zengin "yaşlı kadın"; Cornelia Potts'un üçü ilk kocasından olmak üzere altı çocuğu var. Üzerlerine ayrı ayrı titrediği büyük çocukları Thurlow, Horatio ve Louella dengeleri pek yerinde olmayan tuhaf insanlar. Halihazırdaki kocasından doğurduğu küçüklere (ikiz oğulları Robert ve Maclyn, kızı Sheila) ise pek iltifat etmiyor Cornelia.
Annesinin gözbebeği; Thurlow, aile şerefine hakaret ettikleri iddiasıyla sürekli birileriyle mahkemelik olmaktan zevk alırken, kardeşi Robert'in bir lafı üzerine onu düelloya davet ediyor. O sırada ailenin avukatı Charles Paxton'un davetlisi olarak evde bulunan -meşhur Müfettiş Queen'in oğlu- Ellery, bir facia olmaması için tabancadaki kurşunu gizlice çıkarıp yerine boş bir kapsül koymayı teklif ediyor. Dediği gibi yapıyorlar fakat şafak vakti yapılan düelloda Robert kanlar içinde yere seriliyor. Birkaç gün sonra Maclyn de öldürülünce Ellery Queen görünenin ardındaki katili bulmak için işe girişiyor..
Mor İzler, hem dehşetengiz hem de bir yönüyle dokunaklı bir roman. Kocaman bir aile gibi görünen Potts'ların evinde olup bitenler, Cornelia'nın gencecik oğulları ölürken umurunda bile olmaması çok enteresan. Körcesine sevdiği büyük çocuklarını korumaya çalışırken diğerlerini ezip geçen bir anne, insanın tüylerini ürpertiyor.
Bana Christie'nin Michael Garfield'ını anımsatan, güzellik aşığı Horatio ise ayrı bir âlem. Bahçede kendine kurduğu "şekerleme ve pasta"dan evinde, etrafında olup bitenden tamamen uzak, şiirlerini yazan çocuk ruhlu adamın dünya yansa umurunda değil. Cinayetleri kimin işlediğini öğrenmektense, dallara takılan uçurtmasını nasıl kurtaracağı onun için çok daha büyük bir problem teşkil ediyor.
Horatia müsamahayla güldü. "Sevgili Charley. Ölüm bir hayaldir, hepimiz ölüyüz, hepimiz yaşıyoruz. Büyüdüğümüz zaman ölürüz. Çocukken yaşarız. Sen çoktan öldün Charley. Yalnız bunu bilmediğin için yere yatıp, seni gömmelerine müsaade etmiyorsun. Siz de öyle , efendim." Horatio, Ellery'e göz kırptı. "Yatın da sizi gömüversinler!"
"Yoruldum. Herşey sona erdiği için o kadar memnunum ki.." Mor İzler'in acımasız katilinin ağzından dökülen bu cümleyi bir kitapta daha aynı kelimelerle okumuştum ama hangisi olduğunu anımsayamıyorum bir türlü.
Mor İzler'in son sayfalarına gelindiğinde, tam herşey açıklandı derken bütünüyle farklı şekilde bitmesinin hayli dramatik ve güzel olduğunu düşünüyorum. Shakespeare'ın Iago'suna yapılan gönderme enfesti.
Açıkçası yazar ve dedektif Ellery Queen'in farklı hikayelerini okumayı çok istiyorum. Mizah anlayışı, kelimelerindeki heyecan ve coşku, çocuksuluk çok hoşuma gitti. Anlaşılmaz bazı noktaları olsa da (Thurlow'u neden tutuklamadıkları gibi) Mor İzler, güzel bir kitaptı. Mahkeme duvarı gibi asık suratlı, tekniğinin içinde boğulan polisiyeleri oldum olası sevmemişimdir zaten. Kusurlu ama içten olsun yeter.
Basım Yılı: 1964
Sayfa Sayısı: 240
Fazla kanlı ve dozajı aşmış şeyler sevmediğim için Agatha Christie'nin yazdıklarına benzeyen, hatta onun da okumayı sevdiği polisiye kitapları tercih ediyorum. Yeni polisiye denemelerine devam ederken John Dickson Carr'dan sonra okumak istediğim ikinci yazar Ellery Queen'di. Yazarın birçok kitabı var ama cinairoman'ın referansıyla Mor İzler'den başladım, çok da iyi etmişim.
Vaktiyle ihtiyar bir kadın vardı, ayakkabıda yaşardı,
Çocuğu o kadar çoktu ki ne yapacağına şaşardı,
Onlara ekmeksiz çorba verir, kamçıyla güzelce pataklardı,
Sonra da hepsini yatırmaya kalkardı.
Bu tuhaf çocuk tekerlemesiyle açılıyor kitap. Tekerlemede bahsedildiği gibi ayakkabıya benzeyen bir evde oturan zengin "yaşlı kadın"; Cornelia Potts'un üçü ilk kocasından olmak üzere altı çocuğu var. Üzerlerine ayrı ayrı titrediği büyük çocukları Thurlow, Horatio ve Louella dengeleri pek yerinde olmayan tuhaf insanlar. Halihazırdaki kocasından doğurduğu küçüklere (ikiz oğulları Robert ve Maclyn, kızı Sheila) ise pek iltifat etmiyor Cornelia.
Annesinin gözbebeği; Thurlow, aile şerefine hakaret ettikleri iddiasıyla sürekli birileriyle mahkemelik olmaktan zevk alırken, kardeşi Robert'in bir lafı üzerine onu düelloya davet ediyor. O sırada ailenin avukatı Charles Paxton'un davetlisi olarak evde bulunan -meşhur Müfettiş Queen'in oğlu- Ellery, bir facia olmaması için tabancadaki kurşunu gizlice çıkarıp yerine boş bir kapsül koymayı teklif ediyor. Dediği gibi yapıyorlar fakat şafak vakti yapılan düelloda Robert kanlar içinde yere seriliyor. Birkaç gün sonra Maclyn de öldürülünce Ellery Queen görünenin ardındaki katili bulmak için işe girişiyor..
Mor İzler, hem dehşetengiz hem de bir yönüyle dokunaklı bir roman. Kocaman bir aile gibi görünen Potts'ların evinde olup bitenler, Cornelia'nın gencecik oğulları ölürken umurunda bile olmaması çok enteresan. Körcesine sevdiği büyük çocuklarını korumaya çalışırken diğerlerini ezip geçen bir anne, insanın tüylerini ürpertiyor.
Bana Christie'nin Michael Garfield'ını anımsatan, güzellik aşığı Horatio ise ayrı bir âlem. Bahçede kendine kurduğu "şekerleme ve pasta"dan evinde, etrafında olup bitenden tamamen uzak, şiirlerini yazan çocuk ruhlu adamın dünya yansa umurunda değil. Cinayetleri kimin işlediğini öğrenmektense, dallara takılan uçurtmasını nasıl kurtaracağı onun için çok daha büyük bir problem teşkil ediyor.
Horatia müsamahayla güldü. "Sevgili Charley. Ölüm bir hayaldir, hepimiz ölüyüz, hepimiz yaşıyoruz. Büyüdüğümüz zaman ölürüz. Çocukken yaşarız. Sen çoktan öldün Charley. Yalnız bunu bilmediğin için yere yatıp, seni gömmelerine müsaade etmiyorsun. Siz de öyle , efendim." Horatio, Ellery'e göz kırptı. "Yatın da sizi gömüversinler!"
"Yoruldum. Herşey sona erdiği için o kadar memnunum ki.." Mor İzler'in acımasız katilinin ağzından dökülen bu cümleyi bir kitapta daha aynı kelimelerle okumuştum ama hangisi olduğunu anımsayamıyorum bir türlü.
Mor İzler'in son sayfalarına gelindiğinde, tam herşey açıklandı derken bütünüyle farklı şekilde bitmesinin hayli dramatik ve güzel olduğunu düşünüyorum. Shakespeare'ın Iago'suna yapılan gönderme enfesti.
Açıkçası yazar ve dedektif Ellery Queen'in farklı hikayelerini okumayı çok istiyorum. Mizah anlayışı, kelimelerindeki heyecan ve coşku, çocuksuluk çok hoşuma gitti. Anlaşılmaz bazı noktaları olsa da (Thurlow'u neden tutuklamadıkları gibi) Mor İzler, güzel bir kitaptı. Mahkeme duvarı gibi asık suratlı, tekniğinin içinde boğulan polisiyeleri oldum olası sevmemişimdir zaten. Kusurlu ama içten olsun yeter.
13 Eylül 2011 Salı
ON ÇAY FİNCANI_John Dickson Carr
Yayın Evi: Altın Kitaplar
Basım Yılı: 1966
Sayfa Sayısı: 238
On Çay Fincanı, yazarın okuduğum ikinci kitabıydı. İğne Deliği'ne kıyasla daha keyif aldım diyebilirim. İğne Deliği fazlasıyla komplike bir cinayet düzeneği içerirken, On Çay Fincanı ondan aşağı kalmamakla birlikte psikolojik açılımlarıyla daha kapsamlı bir roman.
Başrolde yine avukat Henry Merrivale ve arkadaşı Müfettiş Masters bulunuyor. Masters, "on çay fincanı"nın yeni bir toplantı yapacağını ve polisin de bu buluşmaya davetli olduğunu yazan bir imzasız mektup alır. İki sene önce benzeri bir mektubun polise gönderilmesinin ardından, bahsi geçen yer ve zamanda bir cinayet işlenmiştir. Masters yine aynı kötü akıbetle karşılaşmamak için tedbir almaya çalışır, evi gözetim altına alır, yine de cinayetin işlenmesine mani olamaz. Hiçkimsenin girip çıkmadığı evin kapalı bir odasında genç ve zengin bir adam öldürülür. Katil adeta buhar olup havaya karışmıştır..
Fincanların masaya dizilmesi, boş bir evde döşenmiş tek oda, orta yaşlı- garip tavırlı bir çift: Jeremy-Janet Derwent'in evlerinde oynanan cinayet oyunu ve son cesedin gece boyunca durduğu yer çok ilgimi çekti kitapta. Janet Derwent'in narsist kişiliği, erkeklere karşı davranışları hem komik hem de enteresandı.
John Dickson Carr'ın, bu kitabında da hikayenin çözümünü titizlikle kurguladığı, buna karşılık insani ilişkilere ağırlık vermeyi ihmal etmediği anlaşılıyor. On Çay Fincanı, zevkle ve merakla sürükleyen, klasik bir polisiye. Yazara başlangıç kitabı olarak ise ideal diye düşünüyorum.
Basım Yılı: 1966
Sayfa Sayısı: 238
On Çay Fincanı, yazarın okuduğum ikinci kitabıydı. İğne Deliği'ne kıyasla daha keyif aldım diyebilirim. İğne Deliği fazlasıyla komplike bir cinayet düzeneği içerirken, On Çay Fincanı ondan aşağı kalmamakla birlikte psikolojik açılımlarıyla daha kapsamlı bir roman.
Başrolde yine avukat Henry Merrivale ve arkadaşı Müfettiş Masters bulunuyor. Masters, "on çay fincanı"nın yeni bir toplantı yapacağını ve polisin de bu buluşmaya davetli olduğunu yazan bir imzasız mektup alır. İki sene önce benzeri bir mektubun polise gönderilmesinin ardından, bahsi geçen yer ve zamanda bir cinayet işlenmiştir. Masters yine aynı kötü akıbetle karşılaşmamak için tedbir almaya çalışır, evi gözetim altına alır, yine de cinayetin işlenmesine mani olamaz. Hiçkimsenin girip çıkmadığı evin kapalı bir odasında genç ve zengin bir adam öldürülür. Katil adeta buhar olup havaya karışmıştır..
Fincanların masaya dizilmesi, boş bir evde döşenmiş tek oda, orta yaşlı- garip tavırlı bir çift: Jeremy-Janet Derwent'in evlerinde oynanan cinayet oyunu ve son cesedin gece boyunca durduğu yer çok ilgimi çekti kitapta. Janet Derwent'in narsist kişiliği, erkeklere karşı davranışları hem komik hem de enteresandı.
John Dickson Carr'ın, bu kitabında da hikayenin çözümünü titizlikle kurguladığı, buna karşılık insani ilişkilere ağırlık vermeyi ihmal etmediği anlaşılıyor. On Çay Fincanı, zevkle ve merakla sürükleyen, klasik bir polisiye. Yazara başlangıç kitabı olarak ise ideal diye düşünüyorum.
2 Eylül 2011 Cuma
AGATHA CHRİSTİE OKUMALARI [Eylül 2011]
Eylül ayı için sevgili arkadaşım Deniz'le Agatha Christie okumayı planlamıştık. Polisiyenin kraliçesinin doğum gününün de bu ay içinde olması ayrı bir hoşluk oldu. Bu arada ay başlamadan evvel Christie'nin Mary Westmacott takma adıyla yazdığı duygusal romanlardan birinin 9 Eylül'de yayınlanacağını öğrendim. Sensiz Bir İlkbahar(Absent Spring) yazarın Türkçe'ye çevrilen polisiye dışı ilk romanı. Çok uzun zamandır merakla bekliyordum bu kitapları. Umarım devamını da getirirler.
Eylül ayında Sensiz Bir İlkbahar'ı edinir edinmez okumayı planlıyorum. Onun haricinde daha önce okumuş olduğum Christie'lerden tazelemek istediğim birkaç kitap seçtim.
Daha önceki Agatha Christie Okumaları'mızda olduğu gibi keyifli bir ay geçireceğiz inşallah.
Bizimle beraber Eylül'de Christie okumak isterseniz kapımız açık.
Diğer etkinliklerin nasıl geçtiğine dair bir fikir edinmek için: