ODALAR

26 Ocak 2021 Salı

ÇAY KİTABI Okakuro Kakuzo

Yayın Evi: Alfa Kitap
Basım Yılı: 2019
Sayfa Sayısı: 84 

Kakuzo'nun Çay Kitabı'ndan Gurebahâne-i Laklakân'ı okurken Haşim bahsetmişti. Şâirin zevkine güvenle bu incecik hacimli kitabın hoş olduğunu tahmin etmiştim ama neredeyse her satırını çizdirecek kadar sanat ruhuyla dopdolu, zarif ve masalsı olduğunu bilmiyordum. 

Okakura Kakuzo, özellikle Çay Odası'nda içilen çay üzerinden Japon estetik algısına dair anlatımına başlıyor ve çay ritüellerinin ruhani ve fiziksel boyutuna geliyor, bu hoş kokulu, lezzetli bitkinin bahçe ve çiçek düzenlemelerinden saraylar, tapınaklar ve şatoların mimarisine etkilerine kadar, konuyla ilgili akla hayale gelebilecek hemen her ayrıntıya değiniyor. 

İnsanlığın Fincanı, Çay Ekolleri, Taoculuk ve Zen, Çay Odası, Sanat Zevki, Çiçekler ve Çay Ustaları bölümlerinden oluşan kitabı okurken öyle törensel olmasa da fincan fincan çay içmek de ayrıca keyifliydi. 

Çay Kitabı, birçok yayınevinden güzel kapaklarla çıkmış ama Alfa'yı seçmiştim, çevirisi gayet güzeldi, sadece sayfa 45'te 'çam yaprakları' dediği yerde durdum biraz, 'çam iğneleri' olması gerekmez miydi diye düşündüm ama bu kadarcık gözden kaçırma olabilir tabii ki.  

Gündelik dilde kişisel dramanın yarı şaka yarı ciddi yönlerine ilgisiz kalan insanlara 'çaysız insan' deriz. Yine aynı şekilde dünyevi trajediye aldırmaksızın, gem vurulmamış duygularla bütün yaşamını dolduran kaba estetleri de 'çayı fazla kaçmış' diye damgalarız. [sf 8]

Kendilerinde ki büyük şeylerin küçüklüğünü anlamayanlar, başkalarında ki küçük şeylerin büyüklüğünü de gözden kaçırma eğilimindedir. [sf 9]

Çayın tadında onu dayanılmaz kılıp idealize olmasını sağlayan gizli bir cazibe vardır. Batılı mizah yazarları da düşüncelerinin kokusunu onun aromasıyla karıştırmakta fazla gecikmedi. Çayda ne kahvenin bilinçliliği ne de kakaonun saf saf gülümseyen masumiyeti vardır. [sf 14]

Çayizm gizlenen ve keşfedebileceğiniz güzelliğin sanatıdır, açığa çıkarmaya cesaret edemediğiniz şeye imâda bulunma sanatıdır. Sakin bir şekilde, ama sonuna kadar kendinize gülebilmenin yüce sırrıdır ve dolayısı ile mizahın ta kendisidir, felsefenin gülümsemesidir. Bu anlamda bütün gerçek mizahçılara
-mesela Thackeray ve tabii Shakespeare- çay filozofları denebilir. [sf 15]

Bir Sung şairi olan Lichilai dünyada en kötü üç şey olduğunu üzülerek söylemiştir: gençliğin yanlış eğitimle bozulması, sıradan beğeniler yüzünden sanatın itibarını yitirmesi ve çayın kötü bir şekilde hazırlanarak tam anlamıyla ziyan edilmesi. [sf 17]

Âh ab-ı hayat! Zar gibi ince yapraklar berrak bir gökteki pul pul bulutlar gibi asılı kalır ya da zümrüt sulardaki nilüferler gibi yüzer. [sf 22]

Şeylerin oranını korumak ve kendi yerini kaybetmeden başkalarına yer açmak hayat dramasında başarılı olmanın sırrıdır. Rolümüzü iyi oynamak için piyesi baştan sona bilmemiz gerekir; bütünlük düşüncesi, hiçbir zaman bireysel olanınkinde kaybolmalıdır. Lao Tzu bunu, çok sevdiği boşluk metaforuyla anlatır. O gerçek anlamda önemli ve gerekli olan şeyin ancak boşlukta bulunduğunu iddia etmiştir. Mesela bir odanın gerçekliğinin tavan ve duvarlarda değil, tavan ve duvarlarla kaplanan boş alanda olması gerekir. Bir su testisinin faydası testini şeklinde ya da testinin yapıldığı maddede değil, suyun konulabileceği boşluktadır. Boşluk her şey üzerinde etkilidir çünkü her şey içine alabilir. Hareket ancak boşlukta mümkün olur. Kendisine başkalarının serbestçe girebileceği bir boşluk haline getirebilen kimse her duruma hâkim olur. Bütün, parçaya daima hükmedebilir. [sf 35]

Sanatçı her şeyi söylememekle başkalarına kendisinin fikrini tamamlama imkanı verir, böylece büyük bir şaheser karşı konulmaz bir şekilde dikkatinizi kendisine sabitler ve bir an için kendinizi eserin bir parçası olarak görürsünüz. Karşınızda girebileceğiniz ve estetik duygunuzla son haddine kadar doldurabileceğiniz bir boşluk vardır. [sf 36]

Çay odası Sukiya bir hayal evidir çünkü şiirsel bir etki barındırmak için yapılmış ve kısa ömürlü bir yapıdır. Boşluğun evidir çünkü anın estetik ihtiyacını karşılamak için konmuş olabileceklerin dışında hiçbir süsü yoktur. Simetrisiz olanın evidir, çünkü içinde kasten yarım kalmış ve muhayyile oyunlarının tamamlayacağı bir şey bırakılarak mükemmel olmayanı takdire tahsis edilmiştir. [sf 42]

Çay odasına giden bahçe yolu: roji'den geçmenin uyandırdığı duyguların niteliği ustadan ustaya değişiyordu. Bazıları Rikiu gibi nihai yalnızlığı hedefliyor ve bir roji yapmanın sırrının şu eski dizelerde olduğunu iddia ediyordu:

Ötelere bakıyorum.,
Ne çiçekler var
Ne de renkli yapraklar.
Deniz kenarında
Bir sonbahar akşamı
Solgun ışıkları içinde
Tek başına bir köy evi var.

Bazıları ise Kobori-Enshiu gibi daha başka etkiler arıyordu. Enshui aşağıdaki dizelerde bahçe yolu fikrinin bulunabileceğini söylüyordu:

Yaz günü bir ağaç kümesi,
Bir parça deniz,
Solgun bir akşam ay'ı.

Bu sözlerle neyi kast ettiğini anlamak zor değildir. Enshiu hâlâ geçmişin gölgeli rüyaları arasında dolaşan ama bir yandan da yumuşak bir ruh ışığının tatlı bilinçsizliğinde yüzen ve ötede bir yerde bulunan özgürlüğe iştiyak duyan yeni uyanmış bir ruhun halini telkin etmeyi amaçlıyordu. [sf 46]

Çaydanlığın terennümü hoştur çünkü çaydanlığın dibine özel bir melodi çıkaracak demir parçaları konmuştur. Bu melodide insan bir şelâlenin, kayalarda parçalanan bir denizin, bir bambu ormanını baştanbaşa etkisi altına alan bir sağanağın bulutların arasından geçerken boğuklaşan yankılarını ya da uzak bir yamaçtaki çamların uğultusunu duyabilir. [sf 47]

Bu hususta Rikiu'nun çay ustaları için değerli olan temizlik fikirlerini çok güzel şekilde anlatan bir hikayesi var: Rikiu bahçe yolunu süpürüp sulamakta olan oğlu Shoan'ı seyrediyormuş. Shoan işini bitirince Rikiu, 'Yeterince temiz değil,' demiş ve işine yeniden başlamasını emretmiş. Oğul bir saat süren yorucu bir çalışmadan sonra Rikiu'ya dönmüş: 'Baba, yapacak bir iş kalmadı. Merdivenleri üç kere yıkadım, taş fenerlere ve ağaçların üstüne su döktüm; yosunlarla likenler canlı bir renkle parıl parıl parlıyor, yerde de ne bir dal parçası bıraktım ne de bir yaprak,' demiş. Usta, oğlunu azarlayarak, 'Genç budala,' demiş, 'bir bahçe yolu böyle süpürülmez.' Bunu dedikten sonra bahçeye inmiş, bir ağacı silkelemiş ve her tarafa sonbaharın brokar örtüsünden parçalar, altın ve kızıl yapraklar serpmiş. İstediği sadece temizlik değil, aynı zamanda güzellik ve doğallıkmış. [sf 48]

'Hayal Evi' ismi bireyin sanatsal ihtiyaçlarını karşılamak için inşa edilmiş bir yapıyı imâ eder. Çay odası çay ustası için vardır, çay ustası çay odası için değil. Oda ustadan sonraki nesillere mahsus değildir, bu yüzden kısa ömürlüdür. (...)

'Boşluğun Evi' terimi her şeyi kapsayan Taocu teoriyi ifade etmenin yanı sıra dekorasyon motiflerinde sürekli bir değişiklik ihtiyacı düşüncesini de içerir. Çay odası bir estetik duyguyu tatmin etmek için geçici olarak konmuş olabilecek şeyler dışında tamamen boştur. Ara sıra odaya özel bir sanat objesi getirilir ve odada her şey ana temanın güzelliğini arttıracak biçimde seçilip yerleştirilir. İnsan farklı müzik parçalarını aynı anda dinleyemez. Güzelliğin gerçek anlamda idrak edilmesi ancak merkezi bir güdüye odaklanma ile mümkün olur. Dolayısıyla bizim çay odalarımızın dekorasyon tarzı, çoğu zaman evinin içini müzeye çeviren Batılılarınkiyle tamamen zıttır. Süste sadeliğe ve dekorasyonun sık sık değişmesine alışmış bir Japon'a göre her zaman bir sürü tablo, heykel ve eski eşya ile dolu olan Batı evi basit bir zenginlik sergisi izlenimi verir. Bir şaheseri bile sürekli görmekten keyif almak büyük bir sanat zevki gerektirir. O halde Avrupa ve Amerikan evlerinde görüldüğü gibi her gün bir yığın renk ve şekil karışıklığı arasında yaşayabilenler gerçekten sınırsız bir sanat duygusuna sahip olmalıdır.

'Simetrisiz Olanın Evi' ifadesi bizim dekorasyon planımızın diğer bir safasına imâda bulunur. Japon sanat objelerinin simetriden yoksun oluşu Batılı eleştirmenler tarafından sık sık eleştirilmiştir. (...) Evlerimizin klasik dekorasyonu kesinlikle muntazamdır. Oysa Taoculukla Zen'in mükemmellik anlayışı farklıydı. Onları felsefesinin dinamik doğası, mükemmelin kendisinden çok mükemmellik arayışına önem veriyordu. Gerçek güzelliği ancak taman olmayan bir şeyi zihninde tamamlamış olan kimse keşfedebilir. Hayatın ve sanatın gücü gelişme imkanlarındadır. Çay odasında bütünün etkisini kendi zevklerine göre hayalinde tamamlamak her davetliye düşen bir iştir. Zen hâkim bir düşünce tarzı haline geldiğinden beri Uzakdoğu sanatı sadece tamamlamayı değil, aynı zamanda tekrarlamayı da ifade eden simetriden özellikle kaçındı. Tasvirde tekbiçimcilik hayal gücünün tazeliği için zararlı görüldü. Bu yüzden varlığı bizzat kendisine bakan kişi ile ortaya çıkan insan figüründen çok peyzajlar, kuşlar ve çiçekler resmin gözde konuları haline geldi. Bizler genellikle çok fazla göz önündeyiz ve gururumuza rağmen kendimize bakmaktan bıkabiliyoruz.

Çay odasında tekrarlama korkusu her zaman mevcuttur. Bir odanın dekorasyonunda kullanılacak şeyler öyle seçilmelidir ki hiçbir renk ya da resim tekrar edilmesin. Eğer odaya canlı bir çiçek koymuşsanız artık bir çiçek resmi koymanız yasaktır. Eğer yuvarlak bir çaydanlık kullanıyorsanız sürahiniz köşeli olmalıdır. Siyah sırlı bir çay fincanının yanında kesinlikle siyah lake bir çay kutusu bulunamaz. Tokonama'ya bir buhurdan koyarken boşluğun iki eşit parçaya ayrılmaması için tam ortaya koymamaya dikkat edilmelidir. Odanın monotonluk izlenimi uyandırmaması için tokonama'nın sütununda kullanılan ağaç diğer sütunlarınkinden farklı olmalıdır. [sf 49-52]

Çay odasının sadeliği ve bayağılıktan uzak oluşu, onu dış dünyanın üzüntü ve sıkıntılarına karşı bir sığınak haline getirir. İnsan ancak ve ancak orada hiç rahatsız edilmeksizin kendisini güzelliğin takdirine adayabilir. [sf 54]

Peiwoh gelmiş. Tıpkı hırçın bir atı sakinleştirmeye çalışan birinin yapacağı gibi, nazik bir elle arpı sevip okşamış ve yavaşça tellere dokunmuş. Doğanın, mevsimlerin, yüksek dağlarla akarsuların ezgilerini çalmış ve ağacın bütün hatıraları canlanmış! Baharın tatlı esintisi yeniden dallarının arasında gezinmeye başlamış. Genç şelâleler vadide dans ederek tomurcuklanmış çiçeklere gülümsemiş. Binlerce böceği ile yazın rüya benzeri sesleri, yağmurun tatlı tıpırtısı, guguk kuşunun feryadı işitilir olmuş. Dinleyin! Bir kaplan kükrüyor, vadi de ona cevap veriyor. İşte güz geldi; ıssız gecenin içinde ay, kırağı düşmüş otların üzerinde keskin bir kılıç gibi parlıyor. Şimdi kış hüküm sürüyor, karlı havada kuğular girdap gibi döne döne uçuşuyor ve takırdayan dolu taneleri coşkulu bir hazla dallara çarpıyor. [sf 56]

Güzelliğin sihirli dokunuşuyla varlığımızın gizli telleri uyanır, onun çağrısına cevâben çırpınır ve titreşiriz. Ruh ruhla konuşur. Söylenmeyen şeyleri duyar, görünmeyeni görürüz. İçimizden bilmediğimiz melodiler çıkar. Çoktan beri unutulmuş olan hatıralar canlanır ve yeni bir anlam kazanmış olarak bize döner. Korkunun boğduğu umutlar, tanımaya cesaret edemediğimiz özlemler yeni bir ihtişamla karşımızda durur. Ruhumuz sanatçının boyalarını sürdüğü tuvaldir; üzerindeki renkler duygularımızdır, ışık ve gölgeler sevinçlerimizin ışığı ile kederlerimizin gölgesidir. Şaheser bize ait olduğu gibi biz de şahesere aitiz. [sf 57]

Birbirine benzeyen ruhların sanatla birleşmesi kadar mistik bir şey yoktur. Bu buluşma anında sanatsever kendi kendisinin ötesine geçer. Aynı anda hem vardır hem de yoktur. Bir an sonsuzluğu görür fakat duyduğu hazzı kelimeler ifade edemez çünkü gözlerin dili yoktur. Ruhu maddenin prangalarından kurtulmuş halde eşyanın ritmi ile hareket eder. [sf 59]

Kültürümüz zenginleştikçe sanat duygumuzun genişleyeceği ve güzelliğin şimdiye kadar bilmediğimiz yeni ifade biçimlerinden haz duyabileceğimiz doğrudur. Fakat her ne olursa olsun, evrende yalnız kendi suretimizi görürüz; algılama biçimimizi bize dikte edense kendi mizacımızdır. Çay ustaları ancak kendi zevk ölçülerine tamamıyla uygun düşen şeylerin koleksiyonu yapar. [sf 61]

Bir ilkbahar sefanın titrek griliğinde, ağaçlar arasında eşlerine gizemli bir ahenkle fısıldayan kuşların onlara çiçeklerden bahsettiğini hissetmediğiniz mi? İnsanlık için çiçek beğenisi aşk şiiri ile birlikte doğmuş olmalı hiç kuşkusuz. Bakir bir ruhun dışa yansımasını, bilinçsizliği içinde tatlı ve sessizliğinden dolayı hoş kokulu bir çiçekten daha güzel nerede hayal edebiliriz? [sf 65]

Söyleyin bana, yıldızların gözyaşları olan narin çiçekler, bahçede çiy taneciklerinin ve güneş ışınlarının şarkısını söyleyen arıları başınızda selamlarken sizi bekleyen korkunç akibeti biliyor musunuz? [sf 66]

Doğuda çiçek yetiştirme sanatı en eski sanatlardan biridir, ki hikayeler ve şarkılarda genellikle bir şairin aşkları ve gözde bitkileri anlatılır. Tang ve Sung hanedanları döneminde seramik sanatının gelişmesi ile birlikte, içine çiçek konan harika kapların yapıldığını öğreniyoruz; bunlar saksı değil, mücevherlerle süslü birer saraydır. Her çiçeğin bakımı ve yapraklarının tavşan tüyünden yapılmış yumuşak bir fırçayla yıkanması için özel bir hizmetçi tahsis edilirdi. Yuenchunlang'ın Pingtse adlı kitabında şakayıkların uzun tuvalet giymiş güzel bir genç kız eliyle yıkanması, kış eriğininse soluk yüzlü ve ince yapılı bir keşiş tarafından sulanması gerektiği yazılıdır. [sf 69]

Yoshitsun'a atfedilen eski bir kitâbe, [Kobe yakınlarındaki Sumadera'da] bir Japon manastırında hâlâ muhafaza edilmektedir. Bu, muhteşem bir erik ağacının korunması için yapılan bir uyarıdır ve savaş dönemlerine özgü haşin mizahıyla bizi kendisine hayran bırakıyor. Kitâbe çiçeklerin güzelliğini zikr ettikten sonra şöyle diyor: 'Her kim bu ağaçtan bir tek dal koparırsa ceza olarak bir parmağı kesilecektir.' Keşke bugün çiçekleri sebepsiz yere yok edenler ve sanat objeleri sakatlayanlar için de bu tür kanunlar uygulansa! [sf 70]

İdeal çiçek aşığı, kırık bir bambu çitin önünde oturup krizantemlerle söyleşen Taoyuenming ya da şafak vakti Batı gölünün çiçek açmış erik ağaçları arasında dolaşırken gizemli kokular içinde kendini kaybeden Linwosing gibi, onları doğal ortamında ziyaret edendır. Chowmushih'nin rüyaları nilüferinkilerle karışsın diye bir kayıkta uyuduğu söylenir. [sf 71]

Çay ustalarının oluşturduğu çiçek kültü yalnızca onların estetik ritüellerinin bir parçasını teşkil ediyordu, başlı başına bir din değildi. Çiçek düzenlemesi, çay odasındaki diğer sanat eserleri gibi, genel dekorasyon planına bağlıydı. Bu yüzden Sekishiu bahçede daha kar varken erik ağacının beyaz çiçeklerinin kullanmasını yasaklamıştır. 'Gürültücü' çiçekler insafsızca çay odasından uzaklaştırılıyordu. Bir çay ustasının hazırlamış olduğu çiçek demeti, konmak için ayrıldığı yerden kaldırılırsa anlamını yitirir; çünkü onun bütün çizgileri ve oranları çevresindeki eşyayla uyumlu bir şekilde düzenlenmiştir. [sf 74]

İkebana ustaları bir çiçeği resmi, yarı resmi ve gayriresmi olmak üzere üç farklı yönüyle ele almanın önemi üzerinde de çokça durmuşlardır. Bunların ilkinde çiçekler balo salonlarının gösterişli kostümlerini, ikincisinde rahat ve şık gündelik giysileri, üçüncüsünde ise kadınların giydiği göz alıcı sabahlıkları simgeler. [sf 75]

Çay ustası çiçeklerin seçilmesi ile görevinin tamamlandığını düşünür ve onların kendi hikayelerini anlatmalarına izin verir. Kışın sonuna doğru bir çay odasına girerseniz orada ince bir yabani kiraz dalının, tomurcuklanmış bir kamelyayla bir araya getirildiğini görürsünüz. Bu geçip giden kışa eşlik eden bahar va'dinin bir yankısıdır. Yine aşırı sıcak bir yaz gününde öğle çayı için içeri girdiğinizde, tokonoma'nın serin gölgesinde asılı bir vazonun içinde yalınkat bir zambak bulursunuz; çiçeklerinden çiy damlaları süzülen zambak hayatın saçmalığına gülümsüyor gibidir. [sf 76]

20 Ocak 2021 Çarşamba

BALIK İZLERİNİN SESİ Buket Uzuner

Yayın Evi: Remzi Kitabevi
Basım Yılı: 1998
Sayfa Sayısı: 219

Balık İzlerinin Sesi üzerine, yine 2004 senesinden, defterimden çıkan birkaç cümle. 

📖📖📖

Bu en başta çok değişik bir roman.. Bir ütopya üzerine kurulduğu için biraz tuhaf olsa da kendini sevdirmesini biliyor. 

Çeşitli ülkelerden sanatçı ve bilim adamlarını bir çeşit toplama kampına alıyorlar ve onları tek tek yok etmeye çalışıyorlar, böylelikle dünyayı tekdüze hale getirecekler güya. Bu zavallıcıklar da oradan kaçıp balık izlerinin sesinin duyulduğu bir adaya sığınıyorlar. 

Bu kitapta da Buket Uzuner anlayana 'kişisel alan' üzerinden ince konferanslar veriyor. Ayrıca estetik kompozisyonlar çizerek kendi sanatsal egosunu tatmin ediyor. Kelimeleri dramatize etme kaygısı devam. (Bkz. Bir Yaz Gecesi İçin Suit.)

Neden bilmiyorum, salt bir kitapta da olsa mükemmeli oluşturma endişesi itici geliyor bana. Roman dediğin de, karakterler de biraz dağınık olmalı diye düşünüyorum gerçek hayattaki gibi. 

Buket Uzuner'in Karayel Hüznü kitabındaki ada tanımına baktığımızda 'Kaçış ütopyalarının merkezidir ada.' dediğini görüyoruz, burada da öyle kurgulamış. Zaten bu iki kitap bir yıl arayla yayınlandığından anlaşıldığı üzere yazarın aynı dönemine denk geliyor.

19 Ocak 2021 Salı

İKİ YEŞİL SU SAMURU Buket Uzuner

Yayın Evi: Remzi Kitabevi
Basım Yılı: 1997
Sayfa Sayısı: 277

Buket Uzuner'in alıp okuduğum son kitabı Selin ve Cem'le Yolculuklar, 2004 yılında basılmış. O zamandan beri yazdıkları hiç ilgimi çekmese de kendisinin ilk romanı ve okuduğum ilk romanı olan İki Yeşil Susamuru'nun yeri bende ayrıdır. Öyle ilginç gelmiş ve beğenmiştim ki, defalarca dönüp dönüp okumuştum diye hatırlıyorum, 15 yaşındaydım ve Nilsu ile birebir olmasa da benzer problemlerimiz vardı, herhalde o sebeple bu kadar bağ kurmuş ve sevmiş olmalıyım.  

Bu kitaptan önce ise meşhur Bir Siyah Saçlı Kadının Gezi Notları, Megavizyon'un sağını solunu kurcalarken karşıma çıkmış, onu da bir çırpıda okumuş, klasik bir ergen tavrıyla gözlerimi kocaman açıp hayran olmuştum. :) Fakat sanırım diğer kitaplarını da edinip ciddi şekilde külliyatını kurmama sebep İki Yeşil Su Samuru'ydu. 

20'li yaşlarıma geldiğimde ise artık özentili tavırlarla hava atıp modernlik ve bilmişlik taslamalara tahammülüm kalmamış ve bilgiyi, tecrübeyi hazmetmiş, edebi açıdan yetkin, mütevazı bir tavır içindeki yazarlara kıymet vermeye başlamış olacağım ki bir daha okumadım. 

Şimdi İki Yeşil Su Samuru'nu okusam ne düşünürüm merak ediyorum aslında, kitaplarının bir çoğunu elden çıkardım ama seyahat kitapları ile bu kitap ve sanırım Balık İzlerinin Sesi, bir de Gümüş Yaz Gümüş Kız duruyor. Tekrar okursam bu yazıyı da yenilerim, şimdilik son olarak yine 2004 yılında okuduğumda aldığım notları ekleyeceğim. 

📖📖📖

*İlk defa roman yazan kişide eteğindeki bütün taşları dökme kaygısı olur, bu kitapta da mevcut. Bir taraftan da insanın ilk romanı galiba en çok kendisini anlatan kitabı oluyor. Alışkanlıkları, hayat tarzı ve bir çok subjektif öğe ister istemez yazdıklarına sızıyor. Bu otobiyografik parçalar haricinde Buket Uzuner'in gizliden gizliye okuyucuya ulaştırmak istediği gündelik mesajları da mevcut.

*Romanın ortalarında yolları kesişen iki başkarakter Nilsu ve Teoman… Güçlü yan karakterler: Selen, Mike, Cahide hanım ve Nilsu'nun babası. 

*Kitabın bir yerinde Teoman‘ın çocukken okuduğu kitaplara bambaşka sonlar yazdığından bahsediliyor. Bu postmodernizm mi çocuksuluk mu diyelim bilmediğim durum İki Yeşil Su Samuru'na uygulanmış. Buket hanım oturmuş, bütün karakterleri altüst eden, romanın gerçekçiliğini sarsan, okuyucunun da kafasını karıştıran, adeta ayrı bir son bölüm yazmış. Gerçekliği mi sorguluyor? Hiçbir şey göründüğü gibi değildir mi diyor? 

18 Ocak 2021 Pazartesi

GURUR VE ÖNYARGI Jane Austen

Yayın Evi: Yabancı Yayınları
Basım Yılı: 2020
Sayfa Sayısı: 456

Yine defterlerimi elden geçirirken farkettim ki, bugüne kadar Gece Kütüphanesi'nde hiçbir Jane Austen romanından bahsetmemişim. Bunun sebebi yazarın kitaplarını okuduğum yıllarda blog yerine defter tutuyor olmamdı tabii. 

Gurur ve Önyargı'yı okurken ara verip defterime birşeyler yazmışım. Şimdi okuduğumda, kitap ile ilgili cümlelerimi biraz dağınık, heyecanlı ve çocuksu bulsam da, çok sevdiğim bu ıssız kütüphanemde bulunsunlar istedim. 

O zamanlar hangi baskıdan okuduğumu maalesef hatırlamıyorum ama geçenlerde Yabancı Yayınları'nın (soldaki) şahane ciltli baskısını edindim, yakın zamanda yeniden okumak niyetindeyim, çevirisiyle hayal kırıklığına uğratmamasını ümit ediyorum. 



Eylül 2003

Şu vakte kadar Jane Austen'ı okumamakla yazık etmişim. Çok kolay okunan akıcı dili, ilginç roman karakterleri, psikolojik tahlilleri filan hayli eğlenceli.  Bir Katherine Mansfield değil tabi, onun kalemi kadar edebi zevk veriyor diyemem, o derin ve manalı hal yok ama zeki bir kadın ve günlük hayatta karşılaştığımız tipleri, halleri ve insan ilişkilerini karikatürize etmede çok başarılı. 

Bu, Jane Austen'ın okuduğum ikinci kitabı, filmini seyrettiğim Mansfield Park'ı saymazsak Aşk ve Gurur, Emma'dan çok daha güzel ve seçkin bir roman. Gerçi ana hatlar çok benzer. Zeki, meraklı, hoş bir genç kız ve zor (ayrıca soylu!) bir adamın çevresinde gelişen olaylar. Bu zihni berrak kızcağız çevresinde olup bitenlerin öyle çok ayırdında ki kendi hislerinin farkına varmaya fırsat bulamıyor. Emma da öyleydi, bu arkadaşlar kitabın sonuna kadar kör kör geziyorlar sonra birden ilham geliyor 'Aaa ben de birini seviyormuşum,' diye şaşırıyorlar. Bu Jane Austen'ın kızları pürüzsüz çizme eğilimi herhalde. Aklı başında olacaklar ya, öyle gerekmedikçe hislerine filan kapılmıyorlar, her daim Elizabeth'in ablası Jane gibi serinkanlı davranıyorlar. Yazarımıza göre böylesi makbul olacak ki seçip sevdiği kadın kahramanlarının böyle davranmasını hayal etmiş. 

Diğer baş kahramanımız Darcy nezdinde ise başka bir konuya değineceğim. Efendim bu zat Elizabeth'e kıyasla daha köklü bir aileden ve zengin, gel gelelim bu ihtişamlı durumunu gönlü dinlemeyince romanımızın gözbebeği, meziyetli kızımız Eliza'ya aşık oluyor. Buraya kadar sorun yok ama iş Darcy'nin bu hislerini açıklamasına geldiğinde, işte o kısma sinir oldum. Kibarca 'ukala dümbeleği' diye nitelendirmek istediğim bu genç ve yakışıklı(!) adam bir iki kıytırık sevgi cümlesinden daha doğrusu çok uğraşmasına rağmen hislerinin bu yönde gelişmesine engel olamadığını söyledikten sonra başlıyor kızın kendisinden ne denli farklı bir ortamı olduğunu anlatmaya, akrabalarını aşağılamaya. Öyle uygunsuz ki bu yaptığı, güya seviyor, sevdiğini dile getiriyor. Bence bir çuval inciri berbat ediyor ya, Elizabeth başka olaylar yüzünden duyduğu kini olmasa ‘kendisini sevmiş' diye sevinçten uçacak. Hem yazar, hem de kız hayran hayran bakıyorlar adama ve hoş görüyorlar. Yani büyüklenmeye ve ilan-ı aşk ederken kendi toplumsal mevkîni karşısındakinin gözüne sokmaya hakkı varmış gibi bir hava esiyor kitapta. 

Jane Austen’ın kahramanlarla dilediği gibi oynarken bazen aşırıya kaçtığı düşünüyorum, bu hal özellikle Darcy üzerinde fazla sırıtıyor. Önce alabildiğine kötü gösterdiği adamı kısa bir müddet sonra (mazeretlerini açıklar tarzda) son derece iyi vasıflara sokması da hiç inandırıcı gelmiyor. Darcy önceleri kendini beğenmişliğin doruklarındayken, bir anda güya aşkın etkisiyle kuzu mu oluverdi? Bir de kâhyası bir iki sözle olumlu portresini çizince olay tersine döndü mü? Gerçi Darcy gibi yabani tiplere kibirli damgası çok çabuk vurulur. Denildiği gibi toplum içinde soğuk ve mesafeli duran biri dostlarının yanındayken bambaşka olabilir. Ama çekindiği için soğuk davranmakla kırıcı ve kaba olmak ayrı şeyler. Aynı şekilde açık sözlü ve dürüst olmakla, patavatsız olmak da aynı şey değil. Jane Austen, onu bir uçtan öbür uca göndermese daha inandırıcı olabilirmiş. Çok kötüyken -öyle görünürken- aniden çok iyi olmasıyla karakteri havada kalıyor. İyiye yönelebilir ama nasıl bir anda 'çok iyi' olacak? O zaman abartı geliyor yazılanlar ve  roman gerçeği yakınlığını yitiriyor. Siyah-beyaz yanılgısı o dönemin birçok romanında olduğu gibi bu kitapta da mevcut. 

Elizabeth'e dönersek bu kızcağız da maalesef yeterli derecede iyi çizilmemiş. Basitlikleri çok göze batıyor. O denli aklı başında ise bunları yapmaz diyorsun. Yazarın baş kahraman olarak seçtiği kızlar sert mizaçlı, kendilerini çabuk koyvermiyorlar, hislerine mesafeli duruyorlar onu anlıyoruz ama mesela Elizabeth Pemberley'e, sevdiği adamın kızkardeşi Georgiana Darcy'e iade-i ziyarete gittiğinde; kızla otururken, Darcy'le aralarında geçen onca sergüzeşte rağmen, onun yanlarına gelmesini isteyip istemediğini bilmiyor, hala son derece belirsiz haller içinde. Darcy denilen adamın da aniden gururunu unutması, kızın peşinde deli divane olması, kız kardeşini Eliza‘nın yanına -ayağına- getirmesi pek akla yatkın değil. Sınıf farkı hissiyatına ne oldu? Gurur ve Önyargı ismine paralel olarak Darcy'cik pek çabuk vazgeçti gururundan. Elizabeth de direnemedi yavrucak, önyargılarından yavaş yavaş sıyrılıyor, yakında bir araya gelecekler herhalde. Yazar öyle tahayyül etmiş deyip geçiyoruz.

Bir de Jane var, daha önce bahsettiğim. Romanın iyi kalpli, saf yardımcı kadın kahramanı. Herkes hakkında mütemadiyen olumlu düşünüp, apaçık ortada olan kötülükleri bile gözardı ediyor. Böyle tipler bu denli net çizgilerle olmasa da gerçek hayatta da mevcut. 

Elizabeth'ın babası Mr. Bennet'in de, annesini tabiri caizse 'tongaya düşürme'leri çok hoşuma gitti. Kadın merak ve endişeden kıvranırken adam sakin sakin onu seyrediyor, aynı fikirdeymiş gibi davranıp, aniden gerçek düşüncesini açıklayarak Mrs. Bennet denilen budala tipi şoka sokuyor. Gerçi biraz evvel okuduğum bölümde babasının davranışlarını Elizabeth'in onaylamadığı yolunda açıklamalar vardı. Yazar bir erkeğin çocuklarının yanında karısı ile alay etmemesi gerektiğini belirtmeyi ihmal etmemiş. 

Sanki hep eleştirmişim, kitabı beğenmemişim gibi yazdım ama aslında öyle değil. Çok hoş yerleri var. Mesela 'Kafası öyle dopdoluydu ki, bir an evvel yalnız kalıp düşünmeye can atıyordu.' gibi bir cümle geçmişti. Yoğun düşünce akışına sahip kimselerin sık sık duyduğu o his.. 'Yalnız kalmalı, olanları düşünmeli ve yazmalıyım…' O dalgınlık halini övgüyle anlatmış. İnsan yazdığı romana kendi hayatından çok şey katıyor, Jane Austen'ın da bunu sık sık hissettiği belli. 

Çok tatlı bulduğum taraflarından biri de; kitapta geçen klasik genç kız düşünceleri. Elizabeth, Pemberley malikanesini ilk gördüğünde, o yakınlarda kalırken aklının sürekli o eve kayması… Yengesinin Darcy hakkında ne düşündüğünü merak etmesi filan..

Jane Austen'ı okurken bazı bölümleri ve bazı cümleleri çok tanıdık geldi bana,  Agatha Christie'yi, Charles Dickens'ı filan anımsatıyor. İngiliz kültürünü yansıtış tarzları benziyor, herhalde ondan olacak. Bu kitaptaki bol kız kardeşli ailenin yaşantısındaki bazı tatlar da Louisa May Alcott'un Küçük Kadınlar'ını çağrıştırıyordu. 

Yazarın hayatı boyunca taşrada, aynı çevrede yaşamasına karşın çok iyi kitaplar yazabildiğini savunuyorlar ama aslında bu dar çevre ve kısıtlılık yazdıklarına yansımış, sığ kalmış bazı yönleri. Kişilik tespitleri çok kuvvetli ama bu derinlik değil dedikodumsu bir eğlence vermiş kitaplarına. 

Jane Austen'ın bu en meşhur romanı hakkında söylemek istediklerimi sıralarken, inişli çıkışlı bir eleştiri yazısı gibi olduysa da genel olarak beğendim kitabı, okumaya değer, sürükleyici ve sevimli bir roman diye düşünüyorum. 

17 Ocak 2021 Pazar

SADELEŞ RAHATLA Fumio Sasaki

Yayın Evi: Doğan Egmont
Basım Yılı: 2019
Sayfa Sayısı: 200

Esasen bu minvaldeki kitapların söyleyeceği değişik bir şey kalmadı ama Sadeleş Rahatla yine de hoş, derli toplu bir kitap. Fumio Sasaki, samimi ve mütevazı bir dille yazmış, o sebeple keyifle okunuyor. 

En az dirençle karşılaşacağımız yolu seçmeye meyilliyiz. Bir şeyi elden çıkarmak için emek gerekir ve onu olduğu gibi bırakmak tabii ki daha kolay seçenektir. Eşyalarımızı en aza indirgeme işini erteleyip durursak sonunda dört yanımız yığınla eşya ile çevrili hale gelir. [sf 65]

Reçel Çalışması adlı meşhur bir çalışma var. Uzun lafın kısası, raflarda 24 çeşit yerine 6 çeşit reçel teşhir edildiğinde daha fazla insan reçel satın alıyormuş. Çok fazla seçenek olunca insanlar karar verdiklerinden daha iyi bir seçeneği atladıklarını düşünüp endişeleniyormuş. Bu çeşitlerden birini alsalar, diğerini almamanın verdiği pişmanlıkla tatmin seviyeleri düşebiliyor. Önlerine çok fazla seçenek sunulunca her şey karmaşıklaşıyor. [sf 116]

Bir şey yapmamanın verdiği pişmanlık, bir şey yaptıktan sonra duyulan pişmanlıkdan daha ağır oturur insanın içine. Psikolojide buna Zeigarnik etkisi denir, yani insanlar bir zamanlar hayalini kurup peşinden koştukları ve tamamlamadan bıraktıkları şeyleri, tamamladıkları şeylerden daha sık hatırlarmış. [sf 143]

Mülkiyetsizlik yaşam öğretisini anlatan Mahatma Gandhi şöyle demişti, neşesiz yapılan hizmet ne hizmet edene, ne hizmet edilene fayda sağlar. Ancak neşeli bir ruh haliyle yapılan hizmet karşısında tüm hazlar ve mal mülk silinip gider. [sf 179]

16 Ocak 2021 Cumartesi

JACOB'UN ODASI Virginia Woolf

Yayın Evi: İletişim Yayınları
Basım Yılı: 2003
Sayfa Sayısı: 216

30 Eylül 2004. 75. sayfadayım. 

Bu kitapta sevdiğim bir şey var. Tam olarak ne olduğunu çözemiyorum ama fazlasıyla kopuklaşmadığı sürece okumak adeta hüzünlü bir zevk veriyor. 

Kadının tam istediği gibi anlatısı çok flu, belli belirsiz… En çok diyalogların bölük pörçük oluşu düşündürüyor beni. Kişilerin bazıları isimleri hariç hiç anlatılmıyor, en azından kısaca bir iki cümleyle söylense, her şey daha bir rahatlayacak. Sanki eksik parçaları olan bir bulmaca gibi… 

Çevre tasvirleri de bir hayli yer tutuyor romanda. Bitki ve börtü böcek isimleri öyle çok ki, çoğunu bilmiyorum. 

Bu, bu romanı ikinci okuyuşum fakat neredeyse hiçbir şey hatırlamıyorum, önceden alıntı yaptığım yerler hariç. İlk defa okuyor gibiyim. 


Yakaladığım, anladığım yerlere seviniyorum, zihni gerçekten zorluyor. Her cümleye dikkatlice bakmak gerek. Diğer kitapları da bunun kadar 'sisli' mi bilmiyorum henüz ama sanmıyorum. 
Apaçık hikayelerden pek haz etmeyen biri olarak Virginia Woolf'un tarzı enteresan geliyor bana. İncelikli bir anlatımı var, derin, dokunaklı ve sağlamca kavrayan… 

4 Ekim 2004. 110. sayfadayım. 

Bazen bu romanın sırf hüzünden ibaret olduğunu düşünüyorum. Anlatışta öyle bir zerafet, özenle seçilmiş cümleler var ki… Virginia Woolf için çok kapalı bir yazar dense de bence kadın ne anlatmak istiyorsa bunu incelikle, ustalıkla anlatıyor. 

Jacob'a hoşgörüyle yaklaşıyor of Woolf. Seven bir kadın gibi ama sevgili anlamında değil, bir anne veyahut abla  sevecenliğiyle anlatıyor, öyle görüyor onu. Zaten bu kitabı genç yaşta savaşta ölen erkek kardeşinin anısına yazmış. 

Jacob öyle gerçek bir karakter ki, bazen insan onu sanki karşısında görüyormuş gibi oluyor. Gençliğinin verdiği başı dik duruşu, zaafları ve suskunlukları… 

29 Kasım 2004 

Bitti… Giderek insanı daha fazla saran, satır aralarına gizlenmiş kederi ile sarsan bir kitap bu.

15 Ocak 2021 Cuma

BİR HÜZÜN GÜNCESİ Katherine Mansfield

Yayın Evi: Can Yayınları
Basım Yılı: 1994
Sayfa Sayısı: 384

İnsanın içinde sanki bir çıbanın şişip büyüdüğü bazı dönemler vardır. Kızarmış, kabarmış, sivri uçlu bu tepeciğe ufacık bir dokunuş bile çok canınızı yakar. Bazı kitaplara işte böyle bir dönemde denk gelirseniz o noktayı kanırttığı için okuması çok zor oluyor. 

Katherine Mansfield, yazdıklarıyla beni en çok saran ve incelikli anlatımının güzelliğiyle başımı döndüren, 'benim' dediğim yazarlardan biri ama ne hikmetse daha önce Gece Kütüphanesi'nde ona dair hiçbir şey paylaşmadım sanırım. 

Hikayelerini okuduktan sonra Bir Hüzün Güncesi adıyla  yazarın günlüğünün de basıldığını öğrendiğimde, o dönemde basımı olmayan bu kitabın peşine düşmüş, fuar fuar, sahaf sahaf aramıştım ama yoktu. Sonra kitaplar üzerine konuştuğumuz, o sıra Boncuk Oyunu'nu okuyan (gereksiz detay hatırlamalar :) bir arkadaşa bundan bahsettim ve Beyoğlu'na sık gittiği zamanlardan birinde, oradaki bir kitapçıdan bulup getirdi. Ve sonraki sene kitabı elime alıp alıp bıraktıran, işte o bahsettiğim, sinir uçlarında yaşıyormuşcasına hissettiren bir zaman dilimiydi. 

O esnada kitabın tamamına dair değilse de içinde geçen bir hikaye ile ilgili bir şeyler yazmışım, geçenlerde defterlerimi boşaltırken buldum, fazla müdahale etmeden biraz düzelttim ve Gece Kütüphanesi'ne ekliyorum.

 🤍🤍🤍

Katherine Mansfield, gencecikken ölen kardeşine hislerini kısa bir hikaye ile dile getirmiş. Acı duygular ile oturmuş ve yazmış olmalı. Bu yazdıklarını çok dokunaklı buldum: İki kardeş bir Ekim akşamı birlikte dolaşıyorlar. Gezdikleri parkta bir ağaçtan düşen bir armut onlara çocukluklarında yaşadıklarını anımsatıyor, geçmişten bahsediyorlar. Ve genç adam veda ediyor.


Yazar yas içinde, doğal olarak kardeşinin hatıraları ile kuşatılmışken, onun ardından bir yürüyüşe çıkmış olmalı. Dolaştığı parktaki armut ağacını görmek ona birlikte yaşanan güzel günleri anımsattığında sanki kardeşi bir süreliğine yanına gelmiş gibi onunla bu anıları söyleşiyor ve sonra genç adam gidiyor. 


İyi bir geri dönüşle verilen birlikte geçirdikleri çocukluk, çok yakın iki ruh, paylaşılanlar kadının neden acı duyduğunu çok açık ifade ediyor. Çok sevilen kardeşin ölümü… Konuşmalarından sevginin boyutunu anlıyorsun. 


Hikayede incelikle gizlenmiş, ayrıntılarla pekiştirilmiş bir hüzün var. Kaldı ki geçmiş günlerden bahsetmek zaten daima hüzünlüdür. Hele ki yaşananları acıyla, tek başına anımsamak zorunda kalmak büsbütün çileden çıkarıcı bir duygu hali. Yazarın çizdiği mekan da buram buram hüzün kokuyor; karanlık, soğuk bir bahçe… Ölen sevdiğinin ardından dünya kararır, soğur adeta. Acıdan için üşür. 'Güzel hatıralar' kayıp acısını yoğunlaştırır, 'güzel yaşantıların bir daha geri gelmemek üzere sona erişi' insana tarifsiz bir keder verir.


Mansfield tabirleri, tasvirleri, kelimeleriyle, bariz bir şekilde sözünü etmeden hüzünlü bir vedayı öyle mükemmel anlatıyor ki, edebi ustalığının derinliği, hislerinin bize son derece sarsıcı bir şekilde yansımasına vesile oluyor. {2003}



10 Ocak 2021 Pazar

SANATÇILAR, TASARIMCILAR, ŞAİR VE FİLOZOFLAR İÇİN WABİ-SABİ Leonard Koren

Yayın Evi: Sub Press
Basım Yılı: 2017
Sayfa Sayısı: 94

Japonların söze dökülmeden zihinden zihine aktarılması gereken bir felsefe olarak gördüğü, gösterişten uzak, doğala yakın, basit, kusursuzluğa önem vermeyen bir anlayış biçimi olan Wabi-Sabi'yi Kanadalı şarkıcı-yazar Leonard Kohen kendi bakış açısı ve bilgileriyle yorumlamış. Bu küçük kitabı hayli beğenerek okuduğumu söyleyebilirim. 

Japonca, ruh halinin, muğlaklığın ya da kalbin mantığının anlaşılmazlığını aktarmakta başarılı ilken, akılcı bir şekilde tanım yapmada o kadar da iyi değil midir? [sf 15]

Mekanik formların düşünülmeyen tekrarı, insanın karar alma zorunluluğuna düşmeden, yalnızca varoluşa yoğunlaşmasına imkan tanır. [sf 35]

'İlk buluşma, son buluşmadır.' yani insan tüm dikkatini şu an olup bitene vermelidir. [sf 36]

Şeyler yok olmaya yaklaştıkça, daha ince bir güzelliğe sahip olur. [sf 50]

Kaçınılmaz olanın kabulü. Wabi-sabi, yaşamın yavaş yavaş yok oluşunun estetik bir takdiridir. Yazın bereketli ağacı, kışın göğünün altında yalnızca kurumuş dallardan ibarettir. Görkemli konaktan geriye otlar ve yosunlarla kaplanmış kırık dökük bir temel kalır. Wabi-sabi, bizi, fani bedenimiz üzerinde düşünmeye iter; varoluşsal bir yalnızlık ve hüzün hissetmemize neden olur. Var olan her şeyin aynı kaderi paylaştığını bildiğimizden, acı tatlı bir rahatlık da verir.

Wabi-sabi ruh hali, genellikle şiir aracılığıyla iletişim kurar çünkü şiir, duygusal dışavuruma ve güçlü, yansıtıcı imajlara elverişlidir. Rikyu, wabi-sabi ruhunu tarif etmek için Fujiwera no Teika (1162-1241) tarafından yazılan şu şiiri kullanırdı:


Etrafta ne açan bir çiçek,

Ne de ışıldayan akçaağaç yaprağı

Alacakaranlığın kıyısında

Yalnız bir balıkçının kulübesi

Bu sonbaharda

Bir başına.


Belirli ortak sesler de hüzünlü ve güzel wabi-sabi hissini ortaya koyar. Martıların ve kargaların ağıt dolu çığlıkları. Sis düdüklerinin yalnız ve ümitsiz feryatları. Büyük şehrin binalarında yankılanan ambulans sirenlerinin acı bağırışları. [sf 54]


Kasvetli. Wabi-sabi şeyleri, muğlak, bulanık ve sönük bir niteliğe sahiptir - tıpkı hiçliğe yaklaşan (ya da hiçlikten çıkan) şeyler gibi. Bir zamanlar sert olan köşeler, belli belirsiz solgun bir parıltı takınır. Bir zamanlar kıymetli olan maddiyat, neredeyse süngerimsi bir hal alır. Bir zamanlar parlak olan doygun renkler, bulanık toprak tonlarına ya da şafağın ve akşamın dumanlı nüanslarına döner. Wabi-sabi sonsuz boz tayflarda gelir: Boz mavi

kahverengi, gümüş kızılı grimsi siyah, çivit mavisi sarımsı yeşil... ve kahverengiler.. ve siyahlar...


Bu kadar sık olmasa da, wabi-sabi şeyler, hiçlikten henüz doğmuş neredeyse pastel renklerle ilişkilendirilebilirler. Ham pamuğun, kendirin, geri kazanılmış kağıdın kirli beyaz hali gibi. Yeni fidanların ve filizlerin gümüşlüğü, kabaran tomurcukların yeşil kahverengiliği. [sf 71]


Şeylerin varolması ve yok olması ile ilgili diğer görsel metafor, Japon kültüründeki en tesirli (ve klişe) imgelerden biri olan, kiraz çiçeğidir. Her ilkbaharda, kiraz ağaçları aşağı yukarı bir hafta boyunca çiçek açar. Ancak ani bir yağmur ya da rüzgar yüzünden hassas pembe çiçekler her an düşebilir. Bu kısa fırsat penceresi süresince, insanlar, minderlerini ve battaniyelerini kiraz ağaçlarının altına sererler. Resmi bir yapının antitezi olan anlık bir olay ve hep birlikte yaratılan bir etkinlik. Kiraz ağacının bu imgesinin kalıcı ve dokunaklı gücü, gelip geçiciliğinin farkında oluşumuzdan gelir. Çiçekler yok olmadan önce bir an.. [sf 85]

6 Ocak 2021 Çarşamba

ÖMER'İN ÇOCUKLUĞU Muallim Naci

Yayın Evi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Basım Yılı: 2019
Sayfa Sayısı: 39

Ah, bu küçük kitap! Alıntıları yazarken dayanamadım, yeniden okudum. Öyle naif, öyle güzel ki! 


Muallim Nâci mahlasıyla tanıdığımız şair, yazar, öğretmen Ömer Efendi, bu kitapta Fatih-Kıztaşı'nda babası, annesi ve ağabeyiyle yaşadığı, küçük ama mutlu aile yuvasını, okulunu, arkadaşlarını, komşularını incelikle anlatıyor. Sekiz yaşına kadar olan sergüzeşti, babasının vefâtı ve dayısının yanına Varna’da taşınmaları ile nihâyete eriyor. 


Dili modernleştirilmiş bu basım, kendisi de geleneksel Türk Edebiyâtı konusunda mutaassıp olmayan, sadeleşmeye ve yeniliğe açık bir tavırda yaşamış yazarı memnun eder miydi, bilemiyorum ama böyle kısaca tanıştıktan sonra onun kendi kelimelerini, asıl metni de okumak gerekir diye düşünüyorum. 


Annem, daha fazla üzülerek beni kucakladı. İşte asıl o vakit ağlamaya başladım. Bir felâketzedeyi en fazla, kederini paylaşan ağlatır. [sf 5] 


Terbiyeli bir İslâm ailesi içinde yetişmiş, güzel yaradılışlı bir adamın gönülden gelen hisleri nasıl olur? Babamın hisleri de işte öyledir. Kimseye fenâlık etmemiştir, fakat pek çok kimselere iyilik etmiştir. Doğruluk, mertlik kendisine babası Ahmet Ağa'dan mîras kalmıştır. Biraz öfkeli görünür lâkin yersiz öfkelenmez. Onda öfke uyandıran konular, mutlaka İslâm terbiyesine ve insâniyete yakışmayacak şeylerdir. Yüreği aile sevgisiyle dolu olmakla beraber hiçbir vakit şımartıcı muâmelede bulunmadığından, ev halkı heybetinin etkisi altında bulunur. Bu etki, dövüp sövmek gibi bazı sebeplerle ortaya çıkmamıştır. Kendisinin tavrından doğal bir şekilde meydana gelmiştir. Dünyada kimseye muhtaç olmamak kadar mutluluk olamayacağına inandığından işleriyle meşgul olmayı pek sever. [sf 7]


Pirinç, yağ gibi şeyleri daima toptan satın alır. Hatta komşulardan bazılarının dikkatini çekmemek için bunları eve akşamdan sonra getirtir. (...) 


Ne boş işlerle uğraşır ne de uğraşanları sever. Zamanını yararlı işlere harcamak ister. Geceleri lüzum olmadıkça bir yere gitmek âdeti değildir. Bununla beraber bir yerde yangın olsa, o tarafta tanıdığı varsa, mesafe ne kadar uzak olursa olsun derhal giyinir çıkar. İmdada koşar. Bu hareket, yiğitler arasında öteden beri adetmiş. [sf 8]


Bu hatıraları niçin yazdığımı sorsalar belki de hiçbir cevap vermeye lüzum görmem. Arzu ettim, yazdım. Diyelim ki bu da bir nevi çocukluktur. [sf 39]

5 Ocak 2021 Salı

VASATLAR İÇİN PERİ MASALLARI Boris Vian

Yayın Evi: Sel Yayıncılık
Basım Yılı: 2019
Sayfa Sayısı: 66

Günlerin Köpüğü romanından önce yazdıklarını edebi eser olarak kabul etmeyen yazarın bir bildiği varmış. Hatta 23 yaşında, bir ameliyat geçirecek olan karısını oyalamak için yazdığı Vasatlar İçin Peri Masalları'nı bastırmamış bile, yıllar sonra metni baştan sona düzeltme işine kalkışmış ama bunu da tamamlamamış. Kitabı ikinci eşi yayınlatmış. 

"Birinci bölüm bana ait değildir."
Yazar
I.
Evvel zaman içinde, gün yüzü kadar güzel bir prens vardı. Ormanın derinliklerindeki gri duvarlı ve (yosun tuttuğu için yeşil görünen) mor çatılı bir şatoda, köpeği ve küheylanıyla birlikte yaşıyordu. İnzivaya çekilmişti ve bu yalnızlık onu genç yaşta hayattan soğutmuştu. Bahçesinde salına salına dolaştığı bir gece, tatlı ve güleç yoldaşı ay (hani yalnızdı?) hoş kokulu ılık bir meltemle salınan yüce ağaçların doruklarını şefkatli (gayet yumuşak) bakışlarla okşuyordu (şair doğmuş mübarek!). Bu sırada prens, şeker konmadığında hayatın ne kadar acı olduğunu düşünmeye başladı. Büyük bir kararlılık yüreğini kapladı: Gitmeli (bu biraz da ölmek değil midir?). Ender ve değerli bu şekeri bulmak için gitmeli (yaşasın karaborsa!). Ertesi sabah gün ağarır ağarmaz önce kara küheylanını eyerledi (ben de çekinmem hiç soğuktan), sonra üstüne binip, eskiden sevdiği ama artık şeker yokluğundan dolayı nefret ettiği bu diyardan kaçtı (hiçbir şey sonsuza dek sürmez). [sf 13]

3 Ocak 2021 Pazar

ŞİİR TERAPİ TEORİ VE PRATİK Nicholas Mazza

Yayın Evi: Okuyanus Yayınları
Basım Yılı: 2014
Sayfa Sayısı: 265

Şiir Terapi, edebi metinler üzerinden, varolan psikolojik sıkıntıların açığa çıkarılması ve iyileştirilmesi için yapılan çalışmaları ifade ediyor. Kitabın teori kısmı da baskın olduğu için terapist veya psikolojik danışman olmayan okuyucuyu çok da alakadar etmeyen birçok bölüm mevcut. Bu açıdan konu üzerinde çalışmayan kişilerin kitaptan cüzi ölçüde faydalanabileceğini söyleyebilirim. 

Tüm kitap boyunca şifaya vesile olma hususunda kullanılan şiir, şarkı sözleri ve metinlerden bahsediliyor fakat Amerikan yazınının bütün bu ürünlerini bilmek mümkün değil ve sürekli durup ne anlattığını merak ettiğiniz o metinleri internetten bulmaya çalışmak da okumanın sürmesi açısından pek verimli olmuyor. Bu şiirlerin bazıları, izin alınarak ek kısmında yayınlanmış ki kitabın içinde böyle bir ibare farkedemediğimden ancak sona geldiğimde bazılarını okuyabildim. Birçoğunun telif sebebiyle bulunmadığını düşünmüştüm ki ek yerine kitap içinde bahsedilen yerlerde şiirlerin de eklenmesi çok daha faydalı bir okumaya sebep olabilirdi. 

Yine ek kısmında bir de yazı egzersizi bulunuyor. Bir sayfayı ikiye katlayıp bir tarafına 10 kelime ve diğer tarafına da seçtiğiniz bir meslekle ilgili 15 fiil yazıyorsunuz. Kağıdı açıp iki taraftaki kelimeleri bir araya getirerek cümleler kurduğunuzda gerçekten ilginç, komik ve düşündürücü sonuçlar çıkıyor. Bu tarz egzersizlerden kitapta birkaç örnek daha bulunsa güzel olurdu diye düşünüyorum. 

Şiir Terapi'nin çevirisine gelirsek, insanı rahatsız eden bir tarafı yok ama kelime açısından kısır bir tercüme okuyorsunuz. Mesela aşağıdaki çocuklarla ilgili alıntıda bir paragrafta üç defa 'eşsiz' kelimesi geçiyordu. (benzersiz, kendine has kelimeleriyle değiştirdim :) Eşdeğer kelimelerle zenginleştirilebilirmiş fakat bir elkitabı mahiyetinde okuyacak ve kullanacak kişiler için bu tür sığ cümleler sorun olmayacaktır. 

Şiir yazmak, danışanlara kendilerini ifade etmeleri ve parçalanmış duygu ve düşünceleri üzerinde denetim kazanmaları açısından çok yararlı terapötik araçtır. Danışanlar, kişisel kişisel duygularını yazmaya başladıklarında, daha tutarlı bir şekilde denetim duygusu geliştirerek duygularına yönelik farkındalık kazanmaya başlarlar. [sf 63] 


Çocuklar uygun koşullar sağlandığında kolaylıkla şiir yazabilen doğal şairlerdir. Şiir yazmak, kişinin kendini ifade etmesinin eşsiz bir biçimidir. Bir çocuğun var olan bir şiire verdiği tepki de benzersiz bir şiirsel dışavurumdur. Bütün şiirler tamamlanmamış varsayılabilir ve çocuk, kendine has tepkileriyle şiirleri tamamlar. Kendini duygusal olarak parçalanmış hisseden istismar edilmiş çocuk açısından, şiire verdiği tepkilerde açığa çıkan bütünlük duygusu iyileştirici bir niteliğe sahiptir. [sf 121]


Zamanla öğreneceksin

Bir eli tutmak ve bir kalbe bağlanmak arasındaki

İncelikli farkı

Ve öğreneceksin

Aşkın birine yaslanmak anlamına gelmediğini

Ve arkadaşlığın daima güvenli alan olmadığını

Ve öğrenmeye başlayacaksın

Öpücükler sözleşmeler değildir

Ve hediyeler verilen sözler değildir

Ve başın dik, gözlerin ilerde

Kabullenmeye başlayacaksın yenilgilerini

Bir kadın zarefetiyle

Bir çocuğun kederiyle değil.

Ve öğreneceksin

Yürüyeceğin yolları bugünden inşa edeceğini

Çünkü yarının zemini

Gelecek planları çok sağlam değil

Ve gelecektekiler tam yolun ortasında

Çökebilir.

Zamanla öğreneceksin

Eğer ulaşmayı çok istersen

Gün ışığının bile yandığını

Bu yüzden kendi bahçeni ek

Ve ruhunu donat

Birinin sana çiçeklerle gelmesini beklemek yerine.

Ve öğreneceksin gerçekten acıya katlanabileceğini

Ne kadar güçlü olduğunu

Gerçek değerini

Ve öğreneceksin

Ve öğreneceksin

Her elvedayla,öğreneceksin. 


Veronica Shoffstall [sf 224]