ODALAR

14 Aralık 2014 Pazar

AGATHA CHRİSTİE HİKAYE OKUMALARI [15-31.Aralık.2014]


Agatha Christie polisiye romanları ile meşhur ama 
bazı hikayeleri de o güzelim romanlardan hiç geri kalmıyor. 
Sevgili thalassapolis tüm Christie romanlarını bitirdikten sonra, 
polisiye kraliçesinin hikayelerini okumak istediğini söylemişti. 
Bu mini okumamızda ona eşlik etmek benim için büyük bir mutluluk olacak. ♥ 

Kitaplarım:

Esrarengiz Arlöken / Ölümün Tam Zamanı 
(İki basımı karşılaştırmalı okuyacağım.)
Kanatların Çağrısı
Işıklar Sönünce

Bizimle beraber Christie hikayeleri okumak isterseniz, 
bir başlangıç yazısı yayınlayarak okumamıza katılabilirsiniz.

Okuma Sakinleri


Görseller için ulaşabileceğiniz e-posta adresim:

gecekutuphanesi@hotmail.com

İçimizi ısıtacak, güzel bir okuma olmasını diliyorum.

Biblio

♥♥♥

Daha önce yaptığımız okumalara göz atmak için: 

29 Kasım 2014 Cumartesi

BAHAR KARLARI Yukio Mişima

Yayın Evi: Can Yayınları
Basım Yılı: 1992
Sayfa Sayısı: 378

Mişima'nın Dalgaların Sesi romanı sadeliğiyle öyle hoşuma gitmişti ki, bu yazarın başka kitaplarını da okumalıyım demiştim. Bahar Karları'nı da zihnimde, Kavabata'nın büyük bir zevkle okuduğum Kiraz Çiçekleri romanı gibi tahayyül ettiğim için onu okumak istedim.

Bereket Denizi dörtlemesinin ilk kitabı olan Bahar Karları, iki dost aile (Zengin Matsugae'ler ve soylu Ayakura'lar) üzerinden şekilleniyor. Marki Matsugae'nin oğlu Kiyoaki, çocukluğunda Kont Ayakura'dan soyluluğun gereklerine dair dersler almış, bu derslere Kont'un kızı Satoko da katılmıştır. İlkgençlik çağına gelen iki genç birbirlerine aşık olur fakat Kiyoaki -afedersiniz- gıcığın önde gidenidir. Onun saçmalıkları yüzünden başına gelenleri, kendi hayatını ve Satoko'nunkini nasıl mahvettiğini okuruz roman boyunca.

Yazarın anlatımına, romanın sürükleyiciliğine, Japon gelenekleri ve yaşam tarzına dair tasvirlerine ancak şahane diyebilirim. Ama nedense bende devamını okumak için bir istek uyandırmadı bu kitap. En azından yakın zamanda okumayacağımı düşündüğüm için dörtlemenin diğer kitapları: Kaçak Atlar, Şafak Tapınağı ve Meleğin Çürüyüşü'nün konularına da bir göz attım. Her biri başlı başına bir roman niteliğinde denebilir, -sürprizbozan***- her kitap yeni bir hayatı anlattığı için sırasız da okunabilir sanıyorum.

İsimleri beni büyülüyor, Mişima'nın benzersiz dörtleme fikri çok ilginç, yine de diğerleri biraz bekleyecek, en azından Kiyoaki'nin sinir bozucu hallerini unutana kadar...



Kitap hakkında daha uzun ve güzel bir yazı için
sevgili Eren'in bloguna buyrunuz.

28 Kasım 2014 Cuma

MYSTERY CASE FILES 11: Dire Grove, Sacred Grove CE [Kasım, 2014]


Uzun zamandır onun kadar iyi bir oyun oynamadım, Dire Grove'u tekrar dolaşsam mı diye düşünürken, Sacred Grove'un çıktığını görmek şahane bir sürpriz oldu bana. Her ne kadar Dire Grove'un çizimleri daha yalın, özellikle iç mekanları daha çok ve özenli olsa da, Sacred Grove da aynı ortamlarda dolaşmak adına, iyi gelen bir oyun, diyebilirim.

Bu ikinci versiyonun Dire Grove'a kıyasla daha çok aksiyon içeren bir hikayesi var. Açıkçası saklı obje oyunları oynarken hikayeyle çok ilgilenmeyip, kısaca göz atıyorum sadece. Sacred Grove, biraz kalabalık bir oyun aynı zamanda. Kurtlar, ayılar, korucular v.s. birçok yerde sizi bekliyor. Dire Grove daha ıssız ve ürperticiydi. Yeni oyundaki bulmaca yoğunluğu ve özellikle minyatur Dire Grove model evleri, inanılmaz hoşuma gitti. Oyun esnasında değişen objeler içinde mekanlara ait olanları topluyorsunuz ve karlı bir platform üzerinde hepsini bir arada görebiliyorsunuz sonrasında.

Her halukarda gayet kaliteli bir oyun ve Dire Grove civarında, karlar altında geçiyor, daha ne olsun? :)





27 Kasım 2014 Perşembe

YEDİ GÜZEL ADAM Cahit Zarifoğlu

Yayın Evi: Beyan Yayınları
Basım Yılı: Eylül 2014
Sayfa Sayısı: 133

Cahit Zarifoğlu'nun çocuk hikayelerinden bir kısmını uzun zaman önce okumuştum. Ardından şiirlerini çeşitli vesilelerle duysam da okumaya bir türlü sıra gelmemişti.

Kendine has bir şiir iklimi kurduğunu ve bu iklime aşina olmanın zaman istediğini Yedi Güzel Adam'ın arka kapak yazılarından anladığımda daha da merak ettim.

Şiir kitabı üzerine cümle kurmak zor. İyi şiir diyebilirim, iyi şair olduğu tartışılmaz. Sadece güzelliğini her göze sunan dilberlerden değil onun dizeleri. Okudukça, tanıdıkça örtülerinden sıyrılabileceğini düşündüğüm şiirler.

Onun diğer kitaplarını da okumaya ihtiyacım var, hakkında daha fazla şey söyleyebilmek için.



Öpüşümüz gizli olmalı
Öpebilirsek uzanıp kaderlerimizden öpmeli
Sıcak gözyaşı ve şikâyetle
Ağzı konuşmaz kılan
Ağzımızda
Dilimizi şişiren ayrılık bademi

Senin elin söyler  
Avucunun toprağa değip donan çizgileri
İstasyon çayevini dolduran gebeyi
Dumanlı ve biraz her şey kokan gebeyi
Aşkın
Şişen bir yara gibi gelişip
İçimizden iki yolcu gibi gideceğini

(...)


Karanlığı itiyorum yine gelir
Sabahı seviyorum özlüyorum 
Seni aydınlığa getirip anlıyorum 
Daha sonra ışıksızlıkta anlamsız 
Ve sancım var

(...)

Nasıl yıllarla sürüyor bir salise
Sabah bulantıları birlikte yatılan akşamlar
Kuşların yalnız uzanıp pencereden

Havaya alıştıkları saksıları kavrayıp uzaklaştıkları
O gökler ağaçların tulumba gibi çalışan özsu boruları
Sızıları tahta kulübelerin
Dağda tahta kulübelerin 


[...Ve Çocuğun Uyanışı Böyle Başladı'dan.]



25 Kasım 2014 Salı

KÜRK MANTOLU MADONNA Sabahattin Ali

Yayın Evi: Yapı Kredi Yayınları
Basım Yılı: 2014
Sayfa Sayısı: 160

Kuyucaklı Yusuf'u okuduktan sonra Sabahattin Ali'nin yazdıklarına ilgim azalmıştı. Bir vesile ile önüme çıkmadıkça alıp okumayacağım demiştim, öyle de oldu. Bir arkadaşım kitabı okuyacaktı, nedense önce bana getirdi, 'Sen okuduktan sonra bakarım.' dedim, okumuş beğenmiş, ardından okudum. Okudum değil de bir nefeste içtim demem lazım.

Almanya'ya, bir sabun fabrikasına staj yapmaya giden Raif Efendi, bir sanat galerisinde kendisini çok etkileyen bir resim görür. Kürk Mantolu Madonna ismi verilmiş bu resmi, her gün galeriye giderek saatlerce seyreder, resimdeki kadını düşünür ve bir akşam sokakta onu karşısında bulur..

Genel beğeninin iyi kitaplara yönelimi maalesef çok nadirdir. Kürk Mantolu Madonna, kelimenin tam manasıyla bir istisna. Gayet Avrupai tarzda, modern bir roman. Bunu batı hayranlığıyla söylemiyorum, önce kısa ve öz söylemi, ardından nazmı tercih eden Türkler için roman biçimi sonradan benimsenmiş bir tür, bu sebeple iyi örnekler çok fazla değil. Diğer taraftan çok başarılı Fransız, İngiliz ve Rus romanları var. Sabahattin Ali'nin böyle sağlam klasiklerle yarışabilecek, gayet derin ve güzel bir hikayeyi, iyi bir kurguyla anlatan kitabı, bu açıdan da beni şaşırttı. Yazarın edebi ruhu, o güzelim Türkçesiyle romana akmış, tek satırı bile fazla olmayan bu şahane eseri ortaya çıkarmış.

Her birimizin içine gizlenebilecek, iyi ve karanlık düşünceleri, hisleri tadına doyulmaz nefasetteki diliyle, son derece temiz ve açık bir şekilde anlattığı için insana bu kadar dokunuyor bu kitap, zannediyorum. Sobelenmek şaşırtıyor ama hoşumuza da gidiyor aynı zamanda çünkü bu, yazarla bizim aramızda.

Öte taraftan hâlâ Kuyucaklı Yusuf ile bu kitabı yazan adamın aynı kişi olduğuna inanamıyorum. Aynı uslûp evet ama, Yusuf'un hikayesi ne kadar muğlaksa, Raif Efendi'ninki o kadar sarih ve derin aynı zamanda. Bu Sabahattin Ali, çok daha önceleri hikayelerini ve şiirlerini okurken heyecanlandığım, kendi dilimde okumaktan gurur duyduğum kişi olmalı. Onunla tekrar karşılaşmak çok güzeldi.
Hayatta yalnız kalmanın esas olduğunu hala kabul edemiyor musunuz? Bütün yakınlaşmalar, bütün birleşmeler yalancıdır. İnsanlar ancak muayyen bir hadde kadar birbirlerine sokulabilirler, üst tarafını uydururlar; ve günün birinde hatalarını anlayınca, yeislerinden herşeyi bırakıp kaçarlar. Halbuki mümkün olanla kanaat etseler, hayallerindekini hakikat zannetmekten vazgeçseler bu böyle olmaz. Herkes tabii olanı kabul ederse, ortada ne hayal sükutu, ne inkisar kalır... Bu halimizle hepimiz acınmaya layıkız; ama kendi kendimize acımalıyız. Başkasına merhamet etmek, ondan daha kuvvetli olduğunu zannetmektir ki, ne kendimizi bu kadar büyük, ne de başkasını bizden daha zavallı görmeye hakkımız yoktur." [sf 93]

23 Kasım 2014 Pazar

BENİ ASLA BIRAKMA Kazuo Ishıguro

Yayın Evi: Yapı Kredi Yayınları
Basım Yılı: 2013
Sayfa Sayısı:272

Duygu sömürüsü yapmadan, insanın içine taş gibi oturan bir kitap, Beni Asla Bırakma. Kazuo Ishıguro'nun Uzak Tepeler'ini okuduktan sonra diğer kitaplarına da heveslenmiş, özellikle ismini çok duyduğum bu kitabını almıştım.

Hailsham yatılı okulunda, haftasonları dahil hiçbir zaman evlerine gitmeyen, kaliteli bir eğitim almalarına karşın gelecek planları belli belirsiz konuşulan öğrenciler yaşamaktadır. Sanat üzerine çalışmaları için teşvik edilen bu çocuklar içinde Kathy, Ruth ve Tommy de vardır. Kathy, okuldan ayrılıp hastabakıcı olarak çalışmaya başladıktan sonra o günleri anımsayarak, okulda olup biten tuhaf durumlara aslında farklı manalar verebileceğini anlar. Fakat daha önce gerçeği tam olarak öğrenmiş olsa dahi, hayatının akışını değiştirebilecek midir?

Kitabın ilk bölümlerini okurken, herşey o kadar esrarengiz görünüyordu ki, neredeyse hiçbir mana vermek mümkün değildi. Bu karanlıktan çok sıkıldığım için Hailsham'ın nasıl bir okul olduğunu öğrenmek istedim. Konu anlaşıldıktan sonra kitap güzelleşti, taşları yerine oturdu. O hüzünlü hikaye gitgide daha çok etkilemeye başladı beni. Son sayfayı okuyup bitirdiğimde, çok tuhaf hissettim. Özellikle Tommy'nin yaşadıkları içimi fena halde burktu, zaten Kingsfield'de kaldığı oda, orada Kathy'le birlikte geçirdikleri günler kitabı okurken gözümün önünde belirmişti adeta. Bittikten sonra da o görüntüler kolay silinmedi.

Bir de yine kitabın sonlarında Tommy'nin bir isteği var ki, Kathy de buna razı oluyor. Orada ben olsaydım ne yapardım diye düşünmekten kendimi alamadım. Gerçi bunun cevabını biliyorum, yaptıkları şey anlamsız, o şekilde davranmak daha çok kendini düşünmek gibi. Tabii, böyle durumların bir çeşit açıklaması veya çözümü de yok, her ilişki için farklı seçimler olabilir.

Beni Asla Bırakma, bir sis gibi yavaş yavaş dağılıp etrafınızı saran melankolisiyle, sarsıcı ve güzel bir roman. Filmini de yakın zamanda izlemeyi düşünüyorum.

Eve dönüş yolunda Ruth'un neler hissettiğini bilmiyorum, ama ben, bütün o güçlü duygular yerine oturduğunda,  gece olmaya başlayıp  yoldaki bütün lambalar yandığında, kendimi fena hissetmiyordum. Sanki uzun zamandır sırtımda taşıdığım bir yükten kurtulmuştum., herşey düzelmemişti ama daha iyi bir yere açılan bir kapı aralanmıştı.  Kendimi çok iyi hissediyordum demiyorum.  Üçümüz arasında geçen herşey çok hassas geliyordu bana, oldukça gergindim, ama bu bütünüyle kötü bir gerginlik değildi. [sf 222] 

20 Kasım 2014 Perşembe

NAGAZAKİ Éric Faye

Yayın Evi: Sel Yayıncılık
Basım Yılı: 2014
Sayfa Sayısı: 88

Suluboya resimlere zaafım var. Bu kitabın kapağını  Eren'in yazısında görünce kalbimde bir balık oynadı*, ne yalan söyleyeyim. Sonra romanın yazılmasına sebep olan haberi de hatırladım, ilginç geldi ama böyle bir resme sahip olmasaydı kitabı alır mıydım, bilmiyorum.

Nagazaki, sahibinden habersiz girdiği evde, onunla birlikte, varlığını sezdirmeden aylarca yaşayan yaşlı bir kadının hikayesi.

Éric Faye, okuduğu haberden etkilenerek bu uzun hikayeyi yazmış, kurguya zihninden pek bir şey katmış diyemem ama sonunu güzel bağladığını düşünüyorum.

Bu arada kapak cidden şahane. Gerçekte daha da güzel görünüyor. Gülay Tunç tasarlamış ama çizimin kime ait olduğuna dair bir bilgi yok kitabın içinde maalesef.  Sel Yayıncılık'ın bir diğer şahane kapak tasarımı da İntihar Dükkanı kitabı içindi.


13 Kasım 2014 Perşembe

JAPON EDEBİYÂTI OKUMALARI [15-30 Kasım 2014]



 Japon yazarların kitaplarından okuyup sevmediğim nadirdir. Kasım ayında peşpeşe birkaç Japon romanı okumak istedim, epeydir sıra gelmemiş ve özlemiştim. Birlikte okumaktan büyük mutluluk duyduğum sevgili arkadaşım Deniz'e, 'Japon edebiyâtına biraz vakit ayıralım mı?' deyince, eşlik etmeyi kabul ederek sevindirdi ve bu güzel olacağına inandığım okumamız şekillenmiş oldu.

Japon Edebiyâtı Okumaları'mızda benim kitaplarım:

Bahar Karları (Bereket Denizi Dörtlemesi-1) YUKİO MİŞİMA
Nagazaki ERİC FAYE (Sevgili Eren'in tavsiyesiyle)
Beni Asla Bırakma KAZUO ISHIGURO

15 günlük bu zaman diliminde bizimle beraber Japon romanları okumak isterseniz, 
şu an okuduğunuza benzer bir başlangıç yazısı yayınlayarak, sonrasında yazı ve yorumlarınızı paylaşabilirsiniz, memnun oluruz. 

Okuma Sakinleri


Yazı görseli ve yan sütun görseli için ulaşabileceğiniz e-posta adresim:

gecekutuphanesi@hotmail.com

Güzel, verimli okumalar diliyorum.

Biblio

♥♥♥

Daha önce yaptığımız okumalara göz atmak için: 


8 Kasım 2014 Cumartesi

GRIM TALES: COLOR OF FRIGHT CE [10/2014]

Grim Tales serisi için söylenecek çok fazla bir şey yok, devam ettikçe çizim kalitesi yükseliyor, bulmacaları çeşitleniyor, mekanları güzelleşiyor. Color of Fright'a ayrıca çizim-boyama paleti eklenmiş ve bu paletten çıkan hayvanlar oyun boyunca yardımınıza koşuyor.

Bu serinin özellikle oda çizimlerini çok beğeniyorum, görüntü almamışım oynarken ama bu oyunda da çok güzel şömineli bir oturma odası vardı mesela. Odaların bazılarındaki abajurları açıp kapatabiliyor olmak da hoşuma gitti. Aynı şekilde tek ekranda birçok farklı işlemi ardı ardına yapmayı gerektiren bulmaca bölümleri çok zevkliydi.

Koltuğunuzda oturmuş sıcak bir şeyler içerken, içiniz hafif ürpererek Grim Tales oynamak, bu güzel Kasım günlerine yakışıyor. Oynadım, sevdim, tavsiye ederim.

TÜM SERİ





31 Ekim 2014 Cuma

THE HAPPY HEREAFTER [9/2013]


The Happy Hereafter, bir şehir kurma oyunu. Benim için diğerlerinden farkı, çok şirin karakterlere ve mekanlara sahip olmasıydı. Yeni ölmüş, tuhaf-sevimli hayaletler kendilerine bir dünya inşa ederken, mantar topluyor, ağaç kesiyor, tarla ve madenlerde çalışıyor ve çok güzel ışıklı evlerde yaşıyorlar.etrafta kurtarılması gereken denizkızları, iskelet dedelerin verdiği görevler filan var. 

Bu tür simülasyon oyunlarından hoşlanıyorsanız, bakmanın tam sırası derim.


29 Ekim 2014 Çarşamba

MONOGRAM CİNAYETLERİ Sophie Hannah

Yayın Evi: Altın Kitaplar
Basım Yılı: Eylül 2014
Sayfa Sayısı: 398

Yeni bir Hercule Poirot macerası basılacak ve yazarı Agatha Christie olmayacaktı. Agatha Christie Vakfı'nın isteği ve torunu Matthew'in de beğenisiyle yayına hazırlanan kitabın Türkçe basımını beklemeye başlamıştım, iyi ya da kötü olması farketmez, alıp okuyacaktım.*

1920'lerin Londra'sında büyük bir otelde, üç ayrı odada aynı şekilde öldürülmüş, üç kişi bulunur. Kurbanların ağızlarında belli bir monogramı taşıyan birer kol düğmesi vardır. Olayı incelemekle görevlendirilen Scotland Yard dedektifi Edward Catchpool, şans eseri Hercule Poirot ile aynı pansiyonda kalmaktadır. Cinayetlerin işlendiği akşam bir kafede, öldürüleceğinden korktuğunu ama bunun adaleti yerine getireceğini söyleyen, telaşlı bir kadınla karşılaşması Belçikalı'nın olaya ilgisinin uyanmasına neden olur..

Sophie Hannah'ın daha önce herhangi bir kitabını okumadım ve nasıl bir yazar olduğunu bilmiyordum. Zaten kalın kalın, kanlı cinayet kitapları ilgimi cezbetmediği için Christie haricinde polisiye okursam, tercihim yine klasik yazarlardan yana oluyor. Kitaba yazarın kurgusunu ve hikaye etme yeteneğini de merak ederek başladım ve işin içine Poirot yakınlığımı karıştırmadan, sadece Agatha Christie'nin çizdiği karaktere ne kadar benzediğine dikkat ederek okudum kitabı.

Kitapta bahsedilen Poirot (gerçek Poirot'nun birkaç kuşak öteden kuzeni olabilir belki), 
Sürekli İngilizce kelime oyunları yapıyor. (Okuduğum 47 Poirot kitabında, Belçikalı dedektifin dil ile ilgili, bu tür şakalar yaptığını hatırlamıyorum.)
Hareket etmezse küçük gri hücrelerinin körelmesinden korkuyor. (Aksine o sadece oturur ve düşünür, beyninden hiç bir zaman şüphe etmez.)
İnsanları 'enayi' gibi sıfatlarla aşağılıyor. (Poirot insanları aşağılamaz, gerekirse onlara kibar bir şekilde 'hadlerini bildirir'.)
Edward'ın dilinden 'karşısındakinin başarısızlığından şeytanca bir zevk duyduğu' ve 'kibirden patlamak üzere olduğu' söyleniyor. (Bunlar da Sophie Hannah'ın talihsiz tanımlamaları, maalesef. Yazarın bu müstesna karakteri karikatürize etmekten öteye gidememiş olduğunu düşünüyorum.)
Agatha Christie, Sophie Hannah'ın  kendi kurgu karakteri üzerinden yazdığı bu kitabı okusaydı, onun zeki ama incelikten yoksun bir kadın ve yazar olduğunu düşünürdü gibime geliyor. 'İşte, her zaman görülen o gençlerden biri daha. Herşeyi bildiklerini sanıyorlar, hiç düşünmeden işlere girişiyorlar. Sonucu hep hüsran oluyor.'

Kitabı yüksek bir beklentiyle okumadım. Agatha Christie'nin yazdığı bir Hercule Poirot romanı güzelliğinde olamayacağı kesindi ama o havayı biraz anımsatması yeterli olacaktı. Christie romanlarının vahşet ve tiksindirici herhangi bir şey içermeyen, aile-ev sıcaklığını hissettiren, kendine has ruhunu pek severim. Monogram Cinayetleri'nin Christie kitapları gibi bir sıcaklığı yansıttığını söylemek mümkün değil, bu da belki zamanın genel ruhuyla alakalıdır, bilemiyorum. Mesela üç kurbanın çay içtikleri sahne ile ilgili kitabın sonunda açıklanan bir detay, cidden midemi bulandırdı. 

Bu, bir Sophie Hannah kitabı, onun tarzında bir polisiye, kabul ediyorum ama işin içine sevgili Poirot'yu karıştırmakta ne vardı? (Sorunun cevabını hepimiz çok iyi biliyoruz, ne yazık ki. Polisiye romanlar kraliçesinin gerçekten büyük, şanını hakeden bir mirası var.) 

Son olarak şunu söyleyebilirim ki; Monogram Cinayetleri, içinden Poirot karakterini çıkardığımızda fena bir roman değil. Hatta Christie'nin Poirot'suna aşina olmayanlar için de yine keyifli bir roman olarak düşünülebilir. Sophie Hannah, her ne kadar beyninin 'gri hücreleri'ni ifşa etmek adına, olayı haddinden fazla dallandırıp budaklandırsa ve o kadar karıştırdıktan sonra işin içinden çıkmakta zorlanmış olsa da, merak uyandırıcı bir hikaye ve nisbeten tatmin edici bir son yazmış. 
 
*Önsipariş tarihini beklerken, Altın Kitaplar'dan bir mesaj aldım. Ardından telefonda görüştüğümüzde Sophie Hannah'ın yazdığı bu yeni Poirot kitabını hediye olarak göndermek istediklerini söylediler ve birkaç gün içinde kitap elimdeydi. Eylül ayında, doğumgünümden çok kısa süre önce gelen bu kitap benim için hoş bir sürpriz oldu. İnce düşünceleri için tekrar teşekkür ediyorum.

KÖRLÜK José Saramago

Yayın Evi: Can Yayınları
Basım Yılı: Haziran 2014
Sayfa Sayısı: 360

Saramago, konusu hayli ağır olan bu romanı çok rahat okunabilir bir dille yazmasaydı, bu kadar etkileyici olamazdı sanırım. Kitabı merak, tiksinti, dehşet gibi karışık duygularla okudum. Yazdığı sahneler gözümün önünde canlandı adeta ve romanı okuyan birçok kişi gibi, bir süre etkisinden çıkamadım.

Bir adam, arabasıyla kırmızı ışıkta durmuş, yeşil ışığın yanmasını beklerken aniden kör olur. Karanlık değil aksine bembeyaz bir ışık boşluğuna düşmüş gibi garip bir körlüktür bu. Etrafta bulunanlardan biri yardım maksadıyla adamı evine götürür ve arabasını çalar. Kör adam, doktora gider. Doktor ve o sırada muayenehanede bulunanlar da kısa bir süre sonra aynı beyaz körlüğe düşerler. Körlük salgını hızla insanlar arasında yayılır ve devlet bu bulaşıcı durumdan kurtulabilmek için, körleri ve körlerle temasta bulunanları eski, ıssız bir akıl hastanesinde karantinaya alır. Körler içinde sadece bir kişi, görmediğini söylediği için kocasıyla birlikte hastaneye getirilen doktorun karısı bu salgından etkilenmemiştir. Akıl hastanesinde kesif bir insanlık trajedisi başlar..

Distopik Roman Okumalarımız için seçtiğim kitaplar içinde en sarsıcı distopik dünya Körlük'e aitti, diyebilirim. Yazarın okumak istediğim birkaç kitabı daha var ama Körlük'te de bulunan birkaç karakterin yer aldığı Görmek'i okur muyum, bilmiyorum. José Saramago iyi, jilet gibi bir yazar ama kitaplarını peşpeşe okumak, çelik gibi sinirler isteyebilir. Bir bunaltıcı atmosferden diğerine koşmak, kolayca yapılabilecek bir şey değil. O sebeple biraz ara vermeli. 

Yapacağımız her hareketten önce ciddi olarak düşünmeye başlasak, vereceği sonuçları önceden kestirmeye çalışsak, önce kesin sonuçları, sonra olası sonuçları, sonra rastlantısal sonuçları, daha sonra da da ortaya çıkması düşünülebilecek sonuçları düşünmeye kalksak, aklımıza birşey geldiğinde, bulunduğumuz yere çakılır, hangi yöne olursa olsun bir adım bile atamazdık. Sözlerimizin, hareketlerimizin iyi ve kötü sonuçları, kuşkusuz, ileride yaşayacağımız günlere, hatta bizim bu sonuçları doğrulamak, kendimizi kutlamak ya da başkalarından özür dilemek için artık bu dünyada bulunmayacağımız günlere göreceli olarak düzgün ve dengeli biçimde dağılır, zaten kimi insanlar da bu durumun ölümsüzlük denen ve çok sözü edilen şeyin ta kendisi olduğunu ileri sürer. [sf 94]


16 Ekim 2014 Perşembe

DAMIZLIK KIZIN ÖYKÜSÜ Margaret Atwood

Yayın Evi: Afa Yayınları
Basım Yılı: Ekim 1992
Sayfa Sayısı: 352

Hayvanlar, körler ve erkekler üzerine peşpeşe okuduğum distopyalardan sonra Damızlık Kızın Öyküsü bir hayli değişik geldi. Margaret Atwood'un okuduğum ilk kitabıydı, biraz ilerledikten sonra anlatımı öyle sardı ki, diğer kitaplarını da okumaya karar verdim. Maalesef kitaplarının yeni basımı yapılmıyor, sadece sahaflardan bulmak mümkün. Abuk sabuk binlerle kitabı basarken, iyi külliyatları tazelemeyi niye es geçerler anlamak kabil değil.

Devlet aniden tüm doğurgan kadınlara el koyarak, tüm haklarını ellerinden alır ve onları eşleri kısır Komutanlara tahsis eder. Bu damızlık kızlardan biri olan Offred'in yaşadıklarını okuruz roman boyunca.

Margaret Atwood'un distopyasını diğerlerinden ayıran, olayların bir dehşet havası içinde değil, gayet normalmiş gibi anlatılması, sanırım. Offred geçmişi anlatırken donmuş gibi, şimdiki zamanın da onun için büyük bir önemi yok.

Son satırını okuyup kapağını kapattıktan sonra bir kaç gün daha benimle kalan, etkisi kolay silinmeyen böyle kitapları seviyorum. Distopyalar konusunda tek sevmediğim şey; okur okumaz (hatta çoğu zaman kulaktan dolma bilgilerle), derhal dine veya siyasete bağlayan, bak şuna benziyor, şu ülkeyi anlatmış, bunun karşılığı budur aslında diye maddeleştirmeye can atan insanlar. Evet, şu ya da bu duruma bir parça benzeyebilir de, o kadar heyecanlanmaya gerek yok, bence. Zihninde cılız bir fikir belirir belirmez, binlerce kez söylenmiş olmasına aldırmadan, kusar gibi ortalığa çıkarmak, yaşadığımız çağın hastalıklarından biri diye düşünüyorum.

Onları karıştırdıktan sonra atardım, çünkü son derece atılabilir şeylerdi ve bir iki gün sonra içlerinde ne olduğunu anımsayamazdım. Oysa şimdi anımsıyordum. İçlerinde olan şey vaatti. Dönüşümlerin
ticaretini yaparlardı; yüz yüze bakan iki aynadaki yansılar gibi genişleyen, kaybolma noktasına dek suret suret üstüne uzayıp giden, sonsuz bir olasılıklar dizisi önerirlerdi: Macera macera üstüne, gardrop gardrop üstüne, gelişme gelişme üstüne, erkek erkek üstüne. Yeniden gençleşme, üstesinden gelinip aşılan acı ve sonsuz aşktı önerdikleri. Sundukları gerçek vaat, ölümsüzlüktü. [sf 180]


İnsanoğlu herşeye alışır, derdi annem. Yerini dolduracak birkaç şey bulunduğu sürece, insanların nelere alışabildikleri gerçekten şaşırtıcı. [sf 308]


8 Ekim 2014 Çarşamba

1984 George Orwell

Yayın Evi: Can Yayınları
Basım Yılı: Nisan 2014
Sayfa Sayısı: 350

Söz konusu roman, bir çok esere ve kişiye ilham olmuş, kült bir kitap olunca hakkında yeni cümleler etmek zor.

1984 yılı İngilteresi'nde tek başına iktidarda olan Parti ve onun başındaki Ağabey'in amacı insanların tüm duygu ve düşüncelerini yönlendirerek etkisi altına almak, kendi isteklerine göre bir dünya kurmaktır. Mahremiyetin yokedilerek, evler dahil her tarafın kamera ve ekranlarla donatıldığı bu dünyada, geçmişte yaşanan olayların arşivini Parti'nin isteğine göre değiştiren bir Gerçek Bakanlığı bulunmaktadır. Winston'un bu tahrifat işinde çalışan onlarca kişiden farkı, içten içe bu robotik düzene isyan etmesi ve Ağabey'e duyduğu nefrettir..

1984'ün soğuk ve yalnız distopyası, özellikle sonlarına doğru insanın tüylerini ürpertiyor. Kitabı okuyup etkilenmemek, Orwell'in idrakine hayran olmamak mümkün değil. Ziyadesiyle beğendim.

Winston birden,çağdaş yaşamın asıl özelliğinin acımasızlığı ve güvensizliği değil,yavanlığı,donukluğu ve kayıtsızlığı olduğunu fark etti. [sf 98] 

Anımsadığı kadarıyla, annesinin olağanüstü bir kadın olduğunu sanmıyordu, hele zeki bir kadın olduğu hiç söylenemezdi; yine de, tümüyle kendine özgü davranışlarından kaynaklanan bir soyluluk, bir eldeğmemişlik vardı onda. Duyguları sahiciydi ve dış etkilerle değiştirilmesi olanaksızdı.  Onun gözünde, bir davranış sırf etkisiz olduğu için anlamını yitirmezdi. Birini seviyorsan gerçekten severdin, verecek başka hiçbir şeyin yoksa bile sevgin yeterdi.Verecek çikolata kalmadığında, annesi çocuğu sımsıkı göğsüne bastırmıştı. [sf 194]

Parti'nin yaptığı en korkunç şeylerden biri de, sizi içgüdülerin, duyguların hiçbir işe yaramayacağına inandırmak, ama aynı zamanda sizi maddi dünya karşısında tümden güçsüz kılmaktı. [sf 195]

Genellikle,kavrayış ne denli fazlaysa,yanılma da o ölçüde fazladır: Zekâ ne denli fazlaysa,akıl o ölçüde azdır. [sf 247]

Onları çekip çeviren,sorgulamayı akıllarından geçirmedikleri özel bağlılıklardı.Asıl önemli olan,kişisel ilişkilerdi; hiçbir işe yaramayacak bir hareketin,birini kollarına almanın,dökülen bir gözyaşının,ölmekte olan birine söylenen bir sözün bir değeri olabiliyordu. [sf 295]

Kimse devrimi korumak için diktatörlük kurmaz; diktatörlük kurmak için devrim yapar. [sf 298]

UFAK BİR KİTAP MİMİ [Book Challenge Tag]


































Gece Kütüphanesi'nde hiç mim yayınlamadım bugüne kadar. Sanırım, daha önce
sadece kişisel mimler gelmişti. İlk defa kitap üzerine bir mim olunca, kütüphane-
nin ruhuna uyacağını düşünerek cevaplamaya karar verdim.

Aslında yine kitap üzerine, kendi hazırladığım/topladığım 45-50 soruluk bir yazı
epeydir taslak olarak duruyor ama bir türlü tamamlamak kısmet olmadı, bazıları
da senelik sorular olduğu için cevaplarının zamanı geçti v.s. v.s. Kısacası bu ilk
mimim olacak. :)

Gece Kütüphanesi'ni mimleyen Part of the Book bloguna ve instagramdan
gönderen kitap_bagimlisi na teşekkür ederek, sorulara geçiyorum:

1. İlk hayran olduğum kitap?

Çalıkuşu, Reşat Nuri Güntekin. 

Bu kitap, 8-10 yaşlarındayken, ciddi anlamda okuduğum ilk romandı. O yaşta ne
anladım bilemiyorum ama sonrasında defalarca okuyarak ezber ettiğimi, hatta hâlen
bazı cümleleriyle hayatın içinde yüzyüze yaşadığımı söyleyebilirim. Çalıkuşu'nu
geçtiğimiz günlerde, Çocukluk Okumaları'mızda yeniden okudum, ona dair adamakıllı,
uzun bir yazı yazacağım bloga, inşallah.

2. Favori kitap serim?

Gece Kütüphanesi'ne şöyle bir göz attıktan sonra bunu tahmin etmek hiç zor değil,
sanırım: Agatha Christie, Hercule Poirot Serisi. Bu çok afilli, biraz gülünç ama hayli
güvenilir küçük adamın hikayelerini okumaya bayılıyorum.

3. Favori kitabım?

Kitap okumayı gerçekten seviyorsanız, bu soruya cevap vermek elbette çok zor, bir favori
listesi oluşuyor okudukça ama bu defa içlerinden en sevdiğim bir tane seçtim:

Şarkı Söyleme Dersi, Katherine Mansfield. 

Şimdiye kadar okuduğum en güzel hikayeler. Öğretmenlik yaptığım kısa bir dönemde
yeniden okumuştum. Bu kitabı düşündüğümde, o günlere dair hissettiklerimi hatırlıyorum,
o açıdan da çok özel bir yeri var bende.

4. Favori erkek karakterim?

Bu sorunun yanıtı için çok düşündüm, hatta kütüphaneye gidip kitaplara tek tek baktım,
tabii baş karakteri erkek olan ve sevdiğim çok kitap var ama favori karakterim diyebileceğim
gibi değildi hiç biri. En sonunda içindeki ateş motiflerini çok beğendiğim klasik bir
hikayede karar kıldım.

Aslı'nın sevdasıyla âh ettiğinde, ağzından çıkan alevle tutuşarak yanıp kül olan Kerem, favorim.

5. Favori kadın karakterim?

Bir önceki sorunun aksine seçmekte zorlandım bu kategoride. Ama tercihim, terkedildiği
düğün sabahından beri çıkarmadığı gelinliğiyle, sofradaki ziyafet pastalarını bile
kaldırmadan yıllarca oturan Miss Havisham (Büyük Umutlar-Charles Dickens). Evet,
gerçekte böyle bir durumu düşünmek bile iğrenç ama o yoğun keder hali ancak bu kadar
şahane ve fantastik tasvir edilebilirdi diye düşünüyorum.

6. Favori okuma saatim?

Bazı sabahlar uyanır uyanmaz, uzun süre okurum. İkindi vakti, genelde çay içerek okurum.
Yatmadan hemen önce okumayı, oku-uyu bağlantısını kurduğu için pek sevmiyorum ama
onun öncesinde gece, tüm seslerin hafiflediği saatlerde okumak, en favori zaman dilimim
diyebilirim.

♥♥♥

Mimin gereği olarak, eğer soruları cevaplamayı arzu ederlerse ve daha önce yapmadılarsa,
ben de bu mimi sevgili kitap blogları Ne Okudum ve Renkli Kitap'a gönderiyorum. Uzun süredir
varolan bir mim olduğu için çoğu blog cevaplamıştır ama bu yazıyı okuyup, cevaplarını yazmak
isteyen herkesi de mimliyorum, maksat kitap üzerine konuşmak, yazmak olsun. (Yorum olarak da bırakabilirsiniz.)

Sevgiler.

BİBLİO

4 Ekim 2014 Cumartesi

HAYVAN ÇİFTLİĞİ George Orwell

Yayın Evi: Can Yayınları
Basım Yılı: Haziran 2014
Sayfa Sayısı: 152

Hayvan Çiftliği'ni çok küçükken radyo tiyatrosu olarak dinlemiştim, evde kaseti vardı. Bir başkaldırı, bir de çok gürültü hatırlıyordum. Distopik Roman Okumalarımızın fikri belirince, uzun zamandır okumak istediğim için ilk düşündüklerim Orwell'in kitapları oldu.

Kötü yaşam koşullarından rahatsız oldukları için bulundukları çiftlikte isyan çıkaran ve çiftçiyi kovarak kendi başlarına bir rejim kuran hayvanların hem şaşırtıcı, hem de trajikomik masalı.

Bu kitap hakkında ne yazsam basit bir tanımdan öteye gitmeyecekmiş gibi geliyor. Sadece, insanı düşüncelere sevkederek, ustaca eleştirmek istediklerini hicveden, çok iyi bir yazarın en iyi kitaplarından biri diyebilirim. Ertelemeden muhakkak okunması gereken kitaplardan.


27 Eylül 2014 Cumartesi

DİSTOPİK ROMAN OKUMALARI [Ekim 2014]


Sevgili arkadaşım Deniz'in güzel önerisiyle Ekim ayında distopik romanlar okuyoruz.

Distopik romanın, varolmayan bir dünyaya ait kurguyu içeren, ancak ütopik romandaki iyi ve güzel, özlenesi dünyanın zıttı olarak bir felaketin ardından oluşan hayatı anlattığı söylenebilir. Hayli ilginç bir tür ve bu okuma klasik okumalarımızdan bir hayli farklı olacak diye düşünüyorum.

Benim listem: 

George Orwell-1984 / George Orwell-Hayvan Çiftliği
Josè Saramago-Körlük / Margaret Atwood-Damızlık Kızın Öyküsü

kitaplarından oluşuyor. Tamamı uzun zamandır okumayı istediğim yazarlar, bu sebeple yeni okuma ayımız için hayli sabırsızım.  

Distopik roman okumalarımıza katılmak isterseniz kapımız açık. Bu türde dilediğiniz kitapları seçip ay boyunca blogunuzda veya instagramda yorumlarınızı paylaşarak bizimle olabilirsiniz.

Okuma görselleri için e-posta adresim: gecekutuphanesi@hotmail.com

instagram hesabım: bibliograf


***

Daha önce yaptığımız okumalara göz atmak için: 





23 Eylül 2014 Salı

CEZMİ Nâmık Kemâl

Yayın Evi: İlya Yayınevi
Basım Yılı: Temmuz 2013
Sayfa Sayısı: 385

Tanzimât Okumaları'mızdaki son kitabım, Türk Edebiyâtı'mızın ilk tarihi romanı Cezmi'ydi.

II. Selim zamanında yaşayan, cesur ve vatanperver bir asker; Cezmi. Türk ve Tatar ordusunun İran'la savaşlarında Kırım Hanı'nın kardeşi Adil Giray, esir düşer ve hapsedildiği zindanda kendisini görmeye gelen İran Şahı'nın kızkardeşi Perihan'la birbirlerine aşık olurlar. Şahın karısı bu sevgiye engel olmak için elinden geleni yapacak, gençlerin yardımına Cezmi koşacaktır.. 

Bu romanı, İlya Yayınları'nın günümüz Türkçesine uyarlanmış haliyle okuduğum için gayet akıcıydı. Fakat anlatılan hikayede jest ve duygular o kadar abartılı ki, yapmacık hissi veriyor. Evet, elbette bu bir kurgu ama maalesef olgunlaşmış bir kurgu değil. Ayrıca kitabın isminin Cezmi olması da biraz garip. Cezmi, bir çeşit figüran gibi romanda.

Yıllar önce bir tesadüf eseri, Bolayır'daki kabrini ziyaret ettiğim Nâmık Kemâl'in eserlerinin bir kısmını okumuş olmaktan dolayı memnunum. Edebiyatımıza yeni yollar açarken, ilk defa gidilen bu yollarda zorlanması, roman ve oyunlarında eksikler bulunması ve yer yer hayli bunaltıcı olması da normal diye düşünüyorum.

Tanzimât Okumaları'mıza dahil olurken nitelik açısından tatmin edici olmasını bekliyordum, yine aynı sebeple yenileri için de hevesleniyorum. Bu okumaya vesile olan kıymetli arkadaşım thalassapolis'e tekrar teşekkür ederim. Nicelerinde görüşmek, edebiyatımızın temel taşlarını birlikte, yeniden keşfetmek dileğiyle..


20 Eylül 2014 Cumartesi

ONÜÇ GÜNÜN MEKTUPLARI Cemal Süreya

Yayın Evi: Yapı Kredi Yayınları
Basım Yılı: 2012
Sayfa Sayısı:136

İyi şiirden, dönemine ve kurallı-kuralsız olduğuna aldırmaksızın daima etkilenmişimdir. Zaten şiirin sadece kelimelerden ibaret olduğuna da inanmıyorum. Hayatın, her insanın, her nesnenin bir şiiri var. Açığa iyi bir şekilde çıkıp çıkmaması durumlara bağlı olsa da..

İlkgençlik dönemlerimde klasik şiir çok okudum, en çok onları sevdim. Ahmet Haşim alev alev yanan sembolleriyle favorimdi, sanırım bir daha başka hiç bir şairi onun kadar sevemedim. Yahya Kemal Beyatlı ve Ahmet Hamdi Tanpınar'ın şiirlerini de özellikle beğenir ve defterime yazarak defalarca okur, ezberlerdim. Faruk Nafiz, Necip Fazıl, Cenap Şehabettin, Abdülhak Hamit, onlar kadar klasik olmasa da Ümit Yaşar Oğuzcan da yine o dönemden hatırladıklarım..

Attila İlhan'ın mısralarının içimi parçaladığı bir geçiş sürecinden sonra son dönem Türk şairlerine merağım başladı; Gülten Akın, Didem Madak, Birhan Keskin, Ali Ural, Ayşe Sevim..

Bu arada İkinci Yeni şairlerine sıra gelmedi bir türlü diyebilirim. Sakin, sade ve biraz dağınık kelimelerini seviyorum ama oturup adamakıllı kitaplarını bitiremedim hiç. Hatta Cemal Süreya'nın meşhur Sevda Sözleri'ni aldım ama ondan önce mektuplarını okudum nedense.

Onüç Günün Mektupları, Cemal Süreya'nın eşi Zuhal'e yazdığı mektuplardan oluşuyor. Eşinin onüç gün boyunca ameliyat için hastanede yattığı dönemde yazdıkları ve ayrıca muhtelif zamanlarda yazdığı diğer yirmidört mektup var kitapta.

Mektuplar güzel, şairin dilinden kuvvetli bir sevgi ve hasretle yazıldıkları belli. Yapı Kredi'nin hem Cemal Süreya'nın el yazısı hem de matbaa harfleriyle bastığı kitap, bir çırpıda okunuyor bu yüzden. Ama bu aşkı sadece mektuplarda okumakla yetinmek gerek, en güzel hali oradaymış da denebilir.



19 Eylül 2014 Cuma

GÜLNİHÂL Nâmık Kemâl

Yayın Evi: Akçağ Yayınları
Basım Yılı: 2005
Sayfa Sayısı: 136


Gülnihâl veya Nâmık Kemâl'in ilk düşündüğü adıyla Gönüldeki Sır, yazarın Vatan yahut Silistre ile aynı dönemde yazdığı, fakat ilk oyunun sahnelenişinin ardından çıkan olaylar ve sürgüne gönderilmesiyle sahnelenemeyen, nisbeten daha başarılı bir piyes.

Rumeli'de sancak beyi olan Kaplan Paşa, zulmünden dolayı sevilmeyen bir adamdır. Kuzeni Muhtar Bey ise onun aksine halk tarafından benimsenen ve iktidara çıkması istenen bir iyilik timsalidir. İki genç, İsmet isimli genç bir kıza aşık olmaları sebebiyle de hasım konumundadırlar. Kaplan Paşa bir bahane bularak Muhtar'ı zindana attırır ve İsmet'in dadısı Gülnihâl'in yardımıyla İsmet'le nişanlanır. Gülnihâl'in derdi bu oyunla, Muhtar'ı hapisten kurtarmaktır ama işler umduğu gibi gelişmez.. 


Kitabın başındaki sunuş kısmı, oyunun kendisinden daha ilginçti dersem, biliyorum esere ayıp olacak. Gülnihâl'in değişim hikayesi ve entrikaları, Muhtar Bey'in Hamletvari bir edayla mezardan çıkan kurukafa ile konuşması, ciddi bir sadeleştirme görmemesine rağmen piyesin kolay okunan dili, bu okumanın iyi taraflarıydı.  

Acayip değil midir? Herkes ölümden korkar. Fakat kimse akıbeti mevt olan yaşamaktan korkmaz. Herkes ölümden kaçar. Fakat kimse her adım attıkça mezara bir adım daha yaklaştığını düşünmez. Doğrusu güzel dünya! Bir adam, ne vakit son menziline varırsa, o vakit rahatça yatabilir. [sf 106]



18 Eylül 2014 Perşembe

İKLİMLER Andre Maurois

Yayın Evi: Helikopter Yayınları
Basım Yılı: 2013
Sayfa Sayısı: 206

Kitabın bitirdiğimde son sayfasına yazmışım:
'İlk bölüm bir peri masalı gibi ama daha çok ikinci bölümü sevdim. Çünkü kitaptan bir karakter seçecek olsaydım bu Odile değil, İsabelle olurdu.'

Romantik bir genç olan Philippe'in kadın imgesini şekillendiren okuduğu kitaplardan birinde, emrindeki askerlerin hayranlıkla karışık bir aşk duydukları genç bir kraliçedir. Philippe, böyle gözünde büyütebileceği bir kadını ararken gelip geçici ilişkiler yaşar ve sonunda Odile ile tanışır. Bu havai, gizemli ve güzel kadınla ailesinin pek onaylamamasına karşın evlenir. Evliliklerinin ilk heyecanları geçtikten sonra Philippe, karısının bir şeyler gizlediğini, yeterince açık olmadığını düşünerek kendisini kıskançlığın cehennemî azaplarına kaptırır. Onun yaşadığı duygusal işkence Odile'in daha da uzaklaşmasında etkili olur. Sosyete davetlerinden, gece gezmelerinden büyük zevk alan genç kadın, bu esnada başka bir adama aşık olur ve boşanarak onunla evlenir. Odile, yeni evliliğinde beklediği sevgiyi ve özeni göstermeyen, kaba bir adam olan kocası François'ın sebep olduğu hayalkırıklığı sonucu intihar eder.

Philippe, eski karısının mutsuz evliliğini ve trajik sonunu uzaktan uzağa takip etmiş, hâlâ sevdiği kadının ölümüyle bunalıma girmişken, kuzeni Renee vasıtasıyla tanıştığı, bu süreçte yanında olup, kendisine iyi gelen İsabelle ile evlenir. İsabelle, Odile'den çok farklı, aklı başında bir kadındır ve Philippe'i gerçekten sevmektedir. Odile'in kendisine yaşattığı dengesiz aşk ilişkisini, Philippe de yeni karısıyla yaşar. Onun üzerine titremesi kalbinin soğumasına neden olur, ilgilenmesi rahatsız eder. Nihayetinde, İsabelle'in ellerinden kayıp gider..

Aslında romandaki tüm karakterlerin de ayrı ayrı sinir olunacak yanları ve acınacak tarafları var. Duygu ve düşünceleriyle öyle gerçek gibiler ki..

Andre Maurois'ın, bu kitap üzerinden 'Her ilişki, farklı bir iklimi yaşatır. Aynı adamın/kadının iki farklı kişiyle yaşadığı birbirine benzemezken, roller de değişebilir. Buna karşılık ilişkilerdeki ezeli hatalar hiç değişmez. Kuralına göre oynamazsan, ya da bunu bir oyun gibi görmezsen oyundışı kalırsın.' dediğini söylemek yanlış olmaz sanırım.

İklimler, gerçekten çok katmanlı, nefis bir roman, tam bir klasik. Helikopter Yayınları'nın bastığı kitabın sayfa uçlarının birleştiği yerin (bir adı var mı bu kısmın bilmiyorum-bulamadım) kırmızı renkte olması da ayrı bir güzellik vermiş. Okumakta benim kadar geç kalmayın derim.

Biz gerçek olduğuna inandıktan sonra, aldığımız haz yalancı olmuş, olmamış ne çıkar... [sf 36]

Belki de insanları en çok bölen şey, kimilerinin herşeyden önce geçmişte, kimilerinin de yalnız içinde bulundukları dakikada yaşamalarıdır. [sf 39]

Odile varken, kendisini ne çok seversem seveyim, beni kendisinden uzaklaştıran kusurları vardı; Odile gitmişti, gene bir tanrıça oluyordu; kendisinde bulunmayan erdemlerle süslüyordum onu, onu en sonunda ölümsüz Odile düşüncesine göre biçimlendirdikten sonra, şövalyesi olabilirdim. Nişanlılığımız sırasında, yüzeysel bir tanımanın, biçimleri değiştiren aşkın yaptığını şimdi de unutuşla uzaklık yapıyordu ve ben, beni aldatan, uzak Odile'i yakın bir sevgi dolu Odile'den daha çok seviyordum. [sf 98]

Bana hepsinden daha korkunç gelen şey, bir gün hiç kuşkusuz acımın da öleceği. [sf 109]

Çok güzel anlar hüzünlüdür her zaman. Geçici olduklarını duyar insan, durdurmak ister, bir şey gelmez elinden. [sf 201]