30 Temmuz 2018 Pazartesi

MELEKLER ZAMANI Iris Murdoch

Yayın Evi: Ayrıntı Yayınları
Basım Yılı: 2014
Sayfa Sayısı: 285

Murdoch romanları arasında, son derece kasvetli bir atmosfere sahip olmasına rağmen en hızlı okuduğum bu kitaptı.

Romanın neredeyse tamamı bir evin içerisinde geçiyor ancak o bildik, sıcak, huzurlu evlerden biri değil bu. Papaz Carel ve onun şeytani karakterinin etkisi altına girmiş ev halkından müteşekkil; kardeşi öldüğü için himayesine aldığı yeğeni Elizabeth, kızı Muriel ve sadık hizmetçisi Pattie ile kurduğu tekinsiz, karanlık, küçük bir dünya. 

Melekler Zamanı, adını aldığı önermenin gülünçlüğü haricinde ilginç bir akışı olan, derin bir keder duygusuna garkolmuş bir roman. Kimseye bilhassa önereceğim bir kitap değil ama edebi anlamda yetkin olduğunu söyleyebilirim.

Lambaların ışığı onun üzerinden sofra örtüsünün dik İrlanda ketenine vurmuştu; ketenin beyazlığı üzerinde dört yapraklı yonca desenlerinin belli belirsiz altını ışıyordu. Peynir tekerlekleri gibi koskocaman, kat kat bir vişneli pastanın kesilmiş olduğu yerden, yumuşacık, kremalı içi gözüküyordu.  Fırında kızarmış tuzlu çörekler, üzerlerindeki erimiş tereyağının ağırlığıyla baygın düşmüşlerdi. Yapımcısının, nadideliğini belirtmek ve pahalılığını bağışlatmak için “Erik Çatnisi” diye pazarladığı yeşil erik reçeli, Waterford camından yapılma bir tabağın içinde ışıltılı ve kaygan bir dağ oluşturmuştu, çaydanlık şimdi doldurulmuştu ve sıcak suyla Hint çayının keskin duru kokusu Marcus’u sofraya buyur ediyordu. Marcus oturdu.  [sf 14]

Şiiri sahiden iyi miydi? Muriel merak ediyordu, insan kendi yazdıklarının niteliğini gerçekten kestirebilir miydi? Muriel bilmez değildi; sanatçı için “niyet“in altın ışığı çok zaman, gerçekleşen eserin üzerine vurur ve ortaya çıkmış  olan şeyin çizgilerini bu yanar döner aydınlığın içinde seçmek zorlaşır. Kimi zaman Muriel çalışmalarının iyi olduğunu, daha da önemlisi, yolunu tutturmuş, bir teknik oluşturarak gelişmeyi öğrenmiş olduğunu hissediyordu. Rastgele esinleri kâğıda döken bir amatör olmaktan çıkmıştı artık. Marangozlar, ayakkabıcılar gibi saatlerce, düzenli olarak çalışmayı öğrenmişti. En güzel dizelerini, bozmak korkusuyla titremeksizin söküp yeniden örebiliyordu. Hatta imgelerin büyülü uçurtmalar gibi çıkıp geldikleri o karanlık bölgelere ufaktan söz geçirmeye bile başlamıştı. Derken, kimi zaman da, belirli hiçbir neden olmaksızın, her şey toza ve küle dönüşüyordu. O zaman kıyamete değin çalışsa boşuna, hiçbir sonuç alamıyordu. [sf 118]

Babasının varlığı üzerinde bedensel bir baskıydı, düşünce değil de maddeymiş gibi içini daraltıyordu. Carel’i yüklenmiş ve bu yükün ağırlığıyla diz üstü çökmüştü sanki. Bu ağırlık bir kalksaydı omuzlarından, merhametli bir çekim gücü onu kurtarabilseydi! [sf 162]

Muriel hâlâ ayakta duruyordu; mendiliyle yüzünü sıvazlayarak karların hiç aralıksız yere inmesini seyrediyordu. Kar havayı doldurmuştu; artık ayrı ayrı tanelerden oluşmuşa değil de pencerenin dışında usul usul sallandırılan kocaman, beyaz, tüylü bir battaniyeye benziyordu. Kapı gene açıldı ve masaya konulan kahve tepsisinin şıkırtısı duyuldu. 
“Göçmenlere benziyorsun, çocuğum! Lütfen otur da nasıl olduğunu anlat bana. Son mektubuma karşılık vermen gerekirdi, öyle değil mi ya? Nezaket göstermiş olurdun.” 
“Bağışlayın,” dedi Muriel. Ocağın başına yaklaştı, oturdu. “Öyle... keyifsizim ki Londraya geleli beri.” Bunu söylememesi gerekirdi. Tam Norah’nın duymak istediği şeydi bu. 
Norah uzun bir an Muriel’i süzerek sessiz durdu. Sonra, “Bana her şeyi anlatsan iyi olacak, sanırım,” dedi. 
Muriel gözlerini Shadox’un oturma odasında dolaştırdı. Aynen anımsadığı gibiydi. Şöminede gür bir kömür ateşi yanıyor ve büyük, pirinç saplı ocak maşalarının üstüne ışık kıvılcımları serpiyordu. Şöminenin üzerine zarif çiçek desenli, pırıl pırıl beyaz, lekesiz porselen fincanlar dizilmişti. İki girintide beyaz boyalı ahşap kitap rafları vardı. Norah’nın kitapları, hâlâ üzerlerinde duran kâğıt kaplarıyla, tıpkı porselenleri gibi düzgün, pırıl pırıl ve renkli duruyordu. Koltukların çiçekli çinz örtüleri solunca tatlı, uçuk renkler almışlardı. Duvarlarda çağdaş Fransız üstatlarının çok güzel reprodüksiyonları asılıydı. Duvar kâğıdı minicik gül örnekliydi. Muriel bütün bunları, kendini de şaşkınlığa düşürten bir ferahlık duyusuyla içine sindirdi.  [sf 170]

Hâlâ Eugene’i düşünebiliyor olması Muriel’i hem şaşırttı hem de rahatlattı. İyi yürekli ve zararsız olduğu için Eugene hâlâ el altında ve özgürdü, Muriel’in mutsuzluğunun batağının dışında kalıyordu. Ama daha da kesin bir biçimde gerekli bir varlık olup çıkmıştı. Carel’i dengeliyen bir ağırlık, siyah figüre karşı beyaz figür. Muriel gene gidip ona herşeyi anlatmayı aklından geçirdi, hatta hayalinde onunla bir çok konuşma yaptı ve büyük avuntu buldu.  [sf  218]

Pattie de şimdi silik geliyordu ona, sanki o da çok uzak bir zaman dilimine aitmiş gibiydi. Eugene onu düşünmenin vereceği acıya karşı kendini çoktan yalıtmış, kapatmıştı. Bu acı başka bir yerde, ayrı olarak sürüyordu ama şimdi onun bedeniyle duyumsadığı tek şey hüzündü. Pattie’yi, kendisi gibi ayrık biri olduğu için sevmişti. Ama onun ayrıklığı çok başka bir türdendi. Onlar birbirlerinin gereksinmelerine cevap veremezlerdi aslında. Kendisi Pattie’yi geçmişine alamazdı, oysa varlığı geçmişinden ibaretti, çocukluğunun bulantısının çevresinde oluşmuş olan şu abus yumurta. Eugene Pattie’yi içine alıp tutamazdı nasılsa. Çok geçti, artık, kimseyi içine alıp tutamazdı o. Zamanla Pattie’yi bağışlardı elbet, yola gelirdi, hiç değilse onu anlamaya çalışırdı. Ne var ki Pattie ansızın çıkıp gittiği zaman Eugene bir bakıma rahatlamış ve çok geçmeden bu durumu kaçınılmaz olarak görmeye başlamıştı. Pattie’nin temsil ettiği mutluluksa onun için tehlikeli bir şeydi artık. Yaşlanmak demek mutluluğa ve üzgünlüğe, olaylarla durumların değil, bilinçle duyguların yol açtığını öğrenmek demektir. Eugene üzgün bir adamdı ve asla başkaları için mutluluk üretemiyecek, sıradan insanlar gibi bir evde yaşayamayacaktı. [sf 284]

29 Temmuz 2018 Pazar

AĞ Iris Murdoch

Yayın Evi: Ayrıntı Yayınları
Basım Yılı: 2012
Sayfa Sayısı: 288

Rüya Sakinleri'nden sonra Iris Murdoch'un diğer kitaplarını da okumak istemiştim, sonrasında sevgili arkadaşım Thalassapolis'le bir okuma yaptık ve böylece yazarın dört romanıyla daha tanışma fırsatım oldu. Düzenli bir şekilde peşpeşe okumak ayrıca hoşuma gittiği için, okumalarımızın bu yanını da çok seviyorum.

Eski zamanlarda birkaç başarılı kitap da yazmış olan Jake Donaghue, ikinci sınıf  kitaplara çevirmenlik yaparak Londra'da yaşamaktadır. Geçmişte derin bir dostluk hissiyle bağlanıp değer verdiği Hugo'yu ve aşık olduğu kadın; Anna'yı hatırlayarak onlar ile geçirdiği zamanları çok fazla düşünmeye başladığında, aslında tamamen hayatından kaybolup gitmediklerini anlar ve şehirdeki ortak tanıdıkları vasıtasıyla bu iki kişinin peşine düşer. Kitap Jake'in bu arayışlarını anlatırken, yakın ilişki içerisinde olduğu süreler içinde, insanları kendi hayal dünyasında şekillendirerek onlara kılıflar giydirmesinin aslında onları gerçekten tanımasına engel olan bir ağ gibi herşeyi kapladığını da söylemektedir. 

Iris Murdoch, ilerleyen yaşlarında yaptığı bir röportajında, en beğendiği kitabı olarak Ağ'ı salık vermişse de kitabı bir çeşit romantikliğe kapılarak seçmiş gibi geldi bana. İlk kitap, ilk kurşun, ilk heyecan gibi etkiler dolayısıyla böyle söylemiş olabilir.

Ağ, yazarın okuduğum beş kitabı içerisinde bana en muğlak, en sıkıcı görüneni oldu. Neredeyse koca bir bölüm süren, 'bir köpeği kaçırmak' sahnesi gibi absürt aksiyonlarını da maalesef beğenemedim.

İncelikli, dolambaçlı kişiler her zaman çok şey gördükleri için asla net yanıtlar veremezler. Benim sorunum, her zaman, "veçhe"lerin çeşitliliği olmuştur. [sf 12]

Tatlı bir mırıltı duyuluyordu, bu belki radyoydu belki de benim dilimi çözmek için Bayan Tinckham'ın okuduğu bir büyü sözü, nadide bir balığı ucu ucuna yakalamış olan ince bir olta telinin usulca kurulmasını andırır bir ses. [sf 22]

Konuştuğum sürece, şimdi bile, düşüncemi tam olarak belirteceğim yerde seni etkileyecek, senden tepki alacak şeyler söylüyorum. Bizim aramızda bile bu böyle; birbirini aldatmak için daha güçlü nedenleri olan iki kişi arasında daha da beterdir elbet. Aslını ararsan bizler buna öyle alışığız ki doğru dürüst farkına bile varmıyoruz. Dilin tümü, yalanlar üretmekte kullanılan bir makinedir. [sf 71]

Kendi yazdıklarını aradan bir süre geçtikten sonra yeniden okumak kişiye her zaman tuhaf bir duygu verir. Çünkü insan hemen her seferinde, mutlaka etkilenir. Bu değişik metnin sayfalarını çevirdikçe bana öyle geldi ki yazıldığı anla arama giren yıllar kitaba garip bir bağımsızlık kazandırmıştı. Çok eskiden, çocukluğundan tanıdığımız birini yetişkin olarak yeniden görmeye benziyordu. Eskisinden daha çok beğendiğim için değil, ama şimdi kitap artık bir biçimde tek başına ayakta durmaktaydı; en sonunda artık onunla banşabilirmişim gibi bir düşünce aklımdan geçti. Rastgele bir sayfayı açıp okumaya başladım. [sf 94]

Ben kalabalıklardan korkarım; oradan kurtulmak istiyordum, ama şimdi kıpırdamanın yolu yoktu. Kendimi yatıştırıp havai fişekleri seyre daldım. Nefis bir gösteriydi doğrusu. Fişekler kimi zaman teker teker, kimi zamansa toplu halde havaya fırlıyordu. Kimileri kulakları sağır edici bir çatırtıyla patlayıp minik altın yıldızlardan bir yağmur yağdırıyor, kimi hafif bir iç çekişiyle patlayarak havada hemen hemen kıpırtısız duran iri, renkli ışıklardan oluşma çiçekler gibi açılıyor, sonra iyice yavaştan, sönüp gidiyordu. Derken beş, altı fişek birden havaya fırlayınca bir an için gökyüzüne bir uçtan bir uca altın tozu ve kopmuş çiçekler saçılıyordu, bir çocuk odasının halısı üstündeki kaos misali. Boynum tutulmaya başlamıştı. Ensemi hafifçe ovuşturarak başımı her zamanki açısına getirdim, gözlerimi kalabalığın üzerinde şöyle bir dolaştırdım. İşte tam o anda Anna’yı gördüm.[sf 217]  

Gündüz uyuyanlar için özel kabuslar vardır; kısa, huzursuz uyku dakikalarına giriveren küçük, tedirgin rüyalar ki zihnin yüzeyine çıkar çıkmaz uyanıklık karabasanlarının ürküsüne karışır. Bu uyanışlar böyledir işte, mezarda uyanmak gibi: Yumruklarınız sıkılı, kaskatı uzanmış durumda gözlerinizi açar, bir acının sesini yükseltmesini beklersiniz; ama o, göğsünüzün üstüne soluğunuzu tıkayarak tüm ağırlığıyla abanmasına karşın, uzun süre hiç ses etmez. [sf 225]

Kimi durumların dolaşığı çözülemez. Tek çıkar yol bırakıp gitmektir. Jake, senin sorunun şu ki her şeyi duygusal yönden anlamak istiyorsun. Olmaz bu. Öteye beriye çarparak da olsa yola devam etmek gerek. Gerçek, öteye beriye çarpa çarpa yola devam etmekte yatar. [sf 259]

Böylece yaşar gideriz; zamanın sürekli ölümüyle haşır neşir bir ruh; yitik anlamlarla, yeniden yakalanamayan anlarla, anımsanmayan yüzlerle haşır neşir, ta ki en son darbe bütün bu an'larımızı sona erdirinceye ve o ruhu, çıkıp geldiği boşluğa geri gönderinceye değin. [sf 277]