17 Kasım 2016 Perşembe

İŞLENMEMİŞ SUÇ Ayşe Sevim

Yayın Evi: Şule Yayınları
Basım Yılı: 2013 
Sayfa Sayısı: 62

Kaldırıp kütüphaneye yerleştiremediğim nadir kitaplardan,
çok seviyorum. ❤️❤️❤️

babaannem el feneriyle bakıyordu büyük şehirlere 
çocuklarına dualardan mantolar giydirip düğmelerini ilikliyordu
hastalanırdı bazen, enjektöre kuşlar dolardı kolundan kan alınınca 
besmele genç bir delikanlıydı yanlarında yaşayan 
bir şey kaldırdığında elini tutup yardım ediyordu [masal, sf 18] 

paslı sözleri gırtlağına saplıyorlar ülkemin
şah damarına bastırınca
elime kıpkırmızı şehirler bulaşıyor [susmak, sf 36]

herkes kendini ikna eder sevgilim
şehri bombalayan pilotlar da kahraman olduklarını söyler
bizi de 'çok güldüğümüz o gün' ikna etmişti.
'beraber atlarsanız uçurumdan, düşmeyeceksiniz' diye fısıldadı kulağımıza
'beraber ararsanız, hiç bulamayacaksınız' [ikna, sf 53] 


sizi seviyorum bayan Z
denizdeki cesetle, yüzen adam aynı kıyıya çıkıyor bakın
ne zaman namaz kılsak sizinle
hiç girmediğimiz sokaklarda dolaşmıyor muyuz zaten

müslüman güzelmiş, siz acayip güzelsiniz bayan Z
yabancı memlekette anadilini duymaya benziyor gözleriniz
sanırım şehirdeki son ağaç da sizsiniz
ekmek kırıntıları büyüyor dallarınızda
pencerenizin kenarına eski günler konup duruyor

kapımın önündeki piyano seslerini süpürüyorum
çay içmeye gelirsiniz diye evimdeki dağları, ormanları siliyorum
balkonda biraz da kitap okuruz hem
ne güzel manzaramız var
yeryüzünde kurulan ilk şehre bakıyor balkonumuz [şehirdeki son ağaç, sf 40 ]
 

16 Kasım 2016 Çarşamba

KAĞIT EV Carlos María Domínguez

Yayın Evi: Jaguar Kitap
Basım Yılı: 2016
Sayfa Sayısı: 89

Hispanik Diller üzerine araştırmalar yapan akademisyen Bluma Lennon, Soho'da kitap okuyarak yürürken köşebaşında bir arabanın çarpması sonucu ölür. Üniversitedeki yerini alacak arkadaşını, Bluma'nın masasında bir zarf beklemektedir. Zarfın içinden yarıyarıya çimentoya bulanmış, kirli ve eski bir kitap çıkar. Kitabın ilk sayfasında, Bluma'nın yazdığı, Carlos'a ithafıyla başlayan ve birkaç cümleden oluşan bir hediye notu vardır. Geri dönmüşe benzeyen kitabın yolculuğunun nedenini ve Carlos'un kim olduğunu merak eden anlatıcı, bu sırrı çözmeye karar verir..

Uzunca bir öykü denebilecek Kağıt Ev'in klasikler, modern romanlar, kütüphaneler, bibliyofiller, kitap istifleme hastalığı, kitaplık düzenleme gibi öğelerle bezeli, her kitapseverin ilgisini çekecek hoş bir atmosferi var. Öyle çok etkileyici, iz bırakan bir kitap değil ama yine de zevkle okunabilir.

Çoğunlukla bir kitaptan kurtulmak ona sahip olmaktan daha zordur. Kitaplar, sanki asla geri dönemeyeceğimiz bir ânın tanıkları gibi, bir ihtiyaç ve unutkanlık anlaşmasıyla tutunurlar insana. [sf 20]

Elektriğin bulunmasından önce yazılan eserleri mum ışığında okumanın esprisini yapardık. Gereksiz bir antikacılar gibi gelebilir kulağa, fakat bir yağlıboya resme mum ışığında baktığınızda, ne kadar iyi aydınlatılırsa aydınlatılsın, resmin normalde olduğundan çok daha farklı bir hal aldığını görürsünüz. Pigmentlerden yansıyan ışıkla, yağla ve resmin bulunduğu odayla bir ilgisi olmasa da baktığınız tablonun yeni bir tabloya dönüştüğünü, gölgelerin hayat bulduğunu söyleyebilirim. Boşluklar genişler ve kişi ortaya çıkan bu yeni boyutun içine girer. [sf 55]

Arabayı bir karaağacın yanına park ettim ve elimde kitapla otlar ve çiçeklerle bezeli, kimsenin açmayı başaramayacağı mühürlü, dikdörtgen, sert kapaklı, her biri kendi hikayesini taşıyan ve toprağın neminde gizli kalmayı arzulayan kitaplar misali duran mezarların arasından yürüdüm. [sf 81]


15 Kasım 2016 Salı

DOKUZA KADAR ON Özdemir Asaf

Yayın Evi: Yapı Kredi Yayınları
Basım Yılı: 2014
Sayfa Sayısı: 105

Özdemir Asaf, birkaç vurucu dizeden oluşan birçok şiirini bildiğim, kelime oyunlarını sevdiğim bir şair benim için. Fakat bugüne kadar nedense herhangi bir kitabını almamıştım. Bir sahaf alışverişinde, nasılsa iyi şiir diye, içeriğini çok araştırmadan Dokuza Kadar On'u aldım. Kitap, Doğan Hızlan'ın Özdemir Asaf şiirleri seçkisi imiş. İçinde şairin pek meşhur şiirleri var, birçoğu da çok güzel ama ondan böyle bir parça yeterli gelmedi bana. Yayınlanma sırası ile tüm kitaplarını okumak istiyorum.

Açılmış bir gül kadar bütündür solmuş bir gül.
Dalından başlayan bahçeleri düşündürür
Soğumuş özlemlerin uzak kuytularından
Kucaklar bir kadını, bir anıya öptürür.
Yalnızlığın yorgun ılık uykularından
Alır onu tomurcuk günlerine götürür. [Gülden Gelen, sf 79]



Bir gözde saklanmış yalanı
Bir gözde okuduğundan 
Bakmaz kendi gözlerine bile 

(...)

Bir zamanlar güldüğünü 
Anımsar 
da..

Yoğurur hüzün'ün çamurunu
Avuçlarında.

[Yalnız'ın Durumları, sf  101-102]

14 Kasım 2016 Pazartesi

VARUNA'NIN BİN GÖZÜ Melih Ergen

Yayın Evi: Yapı Kredi Yayınları
Basım Yılı: 2016
Sayfa Sayısı: 80

Ben hatırlıyorum orada ne kadar beklediğini ama bunu söylemeden önce seni buraya çeken duygunun aslında ne olduğunu söylemeliyim: Evet, başka hayatalara duyduğun merak, onlarda arayıp bulacağın sırları öğrenmek, ayrıca kendi kuytularında gizlenenlerle buluşmak, böylece kendini daha yakından tanıma isteği değil miydi? Kaldı ki bunun sadece sana bana ait bir duygu olmadığını söylediğimi de hatırla lütfen ya da sana şöyle anlatayım: Bir tek sana özgü olduğunu düşündüğün duygularını anlatırkenki halini düşün bir, bir de bunları anlattığın insanların anlamadıklarını sanıp ruhunda kopan fırtınaları, başın göklere erse ya da yerin dibine batsan da, her iki halde de biricik saymamış mıydın kendini, hele bir de dilinin ucuna kadar gelse bile söyleyemediklerini hatırlayacak olursan.. [sf 74]


Kitap hakkında iştah açıcı bir yazı için bu cümleden ilerleyebilirsiniz.

13 Kasım 2016 Pazar

SİRK GECELERİ Angela Carter

Yayın Evi:  Can Yayınları
Basım Yılı: 1997
Sayfa Sayısı: 416

Sirk Geceleri'ni bitirmekle Angela Carter'ın Türkçe'de yayınlanmış son kitabını da okumuş olmanın üzüntüsünü yaşıyorum. Böyle bir yazar yayınevleri tarafından nasıl gözden kaçırılır anlamamakla beraber, aman -okumayan- herkesin eline de düşmesin, her yerde görmeyelim diyorum.

Kitap, Londra'da meşhur bir sirkte çalışan trapezci Fevvers'ın, hayat hikayesini bir gazeteciye anlatmasıyla başlıyor. Büyük, tüylü kanatlara sahip iriyarı bir kadın olan Fevvers, bu ilginç özelliğinin etkisiyle işinde çok iyi ve son derece ünlüdür. Amerikalı gazeteci Jack Walser, sabaha kadar dinlediği bu genç kadının büyüleyici etkisinden kurtulamaz. Sirk, turneye çıktığında Walser da palyaço olarak onlara katılacak ve Victoria dönemi İngiltere'sinden Saint Petersburg'a, ardından Sibirya bozkırlarına geçen kafile, türlü engellere rağmen gösterilerini sergilemeye devam edecektir..

Yazarın okuduğum kitapları arasında tereddütsüz favorim Büyülü Oyuncakçı Dükkanı. O romandaki kesif hüzünlü masal hissini ne Kanlı Oda'da, ne de Sirk Geceleri'nde bulabildim ama Sirk Geceleri yine de çok farklı ve etkileyici bir kitap. Büyülü Oyuncakçı Dükkanı bir aile etrafında şekilleniyordu, bu roman ise Fevvers'ın önceden çalıştığı evin ve şimdiki zamanda içinde bulunduğu sirkin bütün elemanlarının, ayrıca geçtikleri coğrafyalarda yaşayanların ayrı ayrı hikayelerini anlatıyor, bu karakter zenginliği biraz yorucu ama eğlenceli diyebilirim. 

Herşeye karşın onun kişiliğinde hâlâ eksik kalmış birşeyler vardı. Mobilyalı olarak kiraya verilmiş bir eve benziyordu. [sf 11]

Bu tatlı seste sanki tekinsiz olan bir şey varmış, ya bu sesin sahibi büyücüymüş ya da bir büyünün etkisindeymiş gibi geldi odadakilere. Üçü de tüylerinin diken diken olduğunu hissettiler. [sf 184]

Palyaço maskesinin altında yatan o yüz, uzun yıllar önce tanışıp sevilmiş, sonra da kaybedilmiş, şimdi de yeniden bulunmuş bir sevgilinin yüzü. Onunla daha önce hç karşılaşmamış olmama, bana tümüyle yabancı bir yüz olmasına karşın, görüp tanımamdan bile önce vurgun olduğum bir yüz bu. [sf 288]


12 Kasım 2016 Cumartesi

Y'OL Birhan Keskin

Yayın Evi: Metis Yayınları
Basım Yılı: 2013
Sayfa Sayısı: 73

Y'ol kitabının büyük bir kısmı, Birhan Keskin'in birbiriyle bağlantılı olarak yazdığı, Taş Parçaları başlığı altındaki şiirlerden oluşuyor. Yine bu kitap da Ba gibi, şairin en çok alıntılanan dizelerini barındırıyor diyebilirim.

Y'ol'u ilk defa okuyup bitirdiğimde, birkaç şiiri kalplemiş ama birçok yerdeki harf uzatmalarından çok rahatsız olmuştum. Mesela yok yerine, yooooğğğğğ yazılması gibi. Muhakkak şairin kendi matematiğinde bunun bir anlamı var ama okurken itici duruyor bana göre. Belki de bu yüzden şiirlerin tam olarak farkına varamamıştım.

Bir süre geçtikten sonra Taş Parçaları'nı Eser Gökay'ın seslendirmesinden dinledim ve okuduğum şiirler bunlar mıydı dedim kendi kendime. Kitabı bir daha okudum. Enfesti.
 
bırak soğusun parçaların
tekrar bitiştiğinde 
başka bir şey olacaksın. [Taş Parçaları, XIII sf 24]

En acısını sevgilim en acısını
tadayım istedin:

En acısı buydu.  [Taş Parçaları, XVIII sf 30]

Gitmek mi yitmektir kalmak mı artık bilmiyorum
Yerini yadırgayan eşyalar gibiydim ya ben hep
Ve inançlı, gitmenin bir şeyi değiştirmediğine.

Bilemem, belki bu yüzden
Ben sana yanlış bir yerden edilmiş
bir büyük yemin gibiydim.
Beni hep aynı yerimden yaralayan o eve
Yine de döneyim döneyim istedim. [Taş Parçaları, XX sf 33]


Onu sevebileceğinin en yücesiyle sevdin.
Titreme daha fazla kalbim.

Bağışla kendini artık, onu da
Bırak gitsin.
Bırak gitsin.

O senin en ezel gününden kaderin
Sen onu nasılsa bin kere daha
Seveceksin. 
[Taş Parçaları, XXXV sf 35]

Ben seninle sevgilim
Mutsuz ama bahtiyardım. [Taş Parçaları, XXIII sf 38]


11 Kasım 2016 Cuma

BA Birhan Keskin

Yayın Evi: Metis Yayınları
Basım Yılı: 2011
Sayfa Sayısı: 47

Bu kitaptaki şiirlerin her birine bir, Şubat'a üç kalp. 💓💓💓
Penguen II, keza.
Birhan Keskin'in en iyi şiirlerinden mürekkep, 'dilinde yarım bir hece gibi kalmış' Ba.

Sana sarılmış kalmış ilk günüm ben. Böyle demişim o gün 
bugün öyle diyor. 
(...)
İçimde bir parça; ne kopuyor, ne ölüyor.  [SHE LEFT HOME, sf 9]  

Dünyanın bir yerinde, burada, 
bir göl öylece duruyor. 
Mavi eflatun bir sabah 
Dünyanın bir yerinde 
Kendini yavaş yavaş kuruyor.  [Ferah Âyini, sf 25]

Mutfakta çayın sesi demlenir
Sabah, benim sesimden sonbahar
Senin sesinde bir çocuk
Ev mutludur halinden, pötikarelenir. [Evin Halleri, sf 30]

Aşk ve maraz, ihanet ve yara, ömür ve hafıza; dünyada bulunmanın bahaneleri, dünyada bulunmanın halleridir. işte bunlar üstüne düşünüyorum, kaç zamandır, burada, bu dingin bahçede, bu sessiz odalarda. “Sana gelmek için ağrımı uyandırmaya çalıştım ama olmuyor. Mayalanmış o, mantarlanmış, beni bilmiyor.” Çok zamandır bunlar: Sessiz ayaklarım, sessiz konuşmalarım, sessizlikten neredeyse unuttuğum nefeslerim, iççekişlerim. Ellerim, çiçekler, bahçe. Burada, Kırklar’da bu sakinlikte. [Dümen Suyu, sf 46] 

 

10 Kasım 2016 Perşembe

KİM BAĞIŞLAYACAK BENİ Birhan Keskin

Yayın Evi: MetisYayınları
Basım Yılı: 2011
Sayfa Sayısı: 175

Şair, imgelerini kelimelere dökerek bir şiir kurar, muhayyilesi hayal aleminizde karşılık buluyorsa seversiniz. Çok da anlatılacak bir tarafı olduğunu düşünmüyorum, şiirin ve hangi şiiri neden sevdiğinizin.

Birhan Keskin'in Ba'ya kadar yayınladığı, ilk beş kitabındaki şiirlerin tamamı Kim Bağışlayacak Beni'de toplanıyor:

Delilirikler, Bakarsın Üzgün Dönerim, Cinayet Kışı, Yirmi Lak Tablet, Yeryüzü Halleri.

Bu haliyle hayli hacimli bir kitap. İlk şiir Zümrüdüanka, en sevdiğim dizelerinden biriyle başlıyor;

Serin bir rüyanın hatırınadır,
çektiğim dünya ağrısı. [sf 13]

Ve kitabın neredeyse her sayfasında altını çizdiğim dizeler, çoğunu kalplediğim şiirler var. Bir de Zaman bu kitabın içinde. 💓

bu yüzsüz çağda, sen içimde duruyorsun büsbütün. [Tırtıl, sf 17]

Kar havası gibisin dışarda
içimde elmanın dişlenişi... [Avlu, sf 31] 

Aksın, içimde siyah bir zehir gibi, dolanan keder
unuttuğum, unutmaya çalıştığım ne varsa
bende durmasın. [Enstrümantal, sf 47]

Arasam
bir not bırakırım ancak
gülüşümü unuttuğun aralıktan
aramasam 
bir çocuk kanar yatağımdan [Aralıklar II, 174]




7 Kasım 2016 Pazartesi

BİLİNMEYEN BİR KADININ MEKTUBU Stefan Zweig

Yayın Evi: İş Bankası Kültür Yayınları
Basım Yılı: 2016
Sayfa Sayısı: 68

Öncesi ve sonrasında çok hikaye okudum ama Zweig'in bu öyküsü hep okuduğum en acı aşk hikayesi olarak kaldı kalbimde. Bazı hikayeler o kadar güzeldir ki anlatamazsınız, anlatmak da istemezsiniz.

Onu farklı kılan, salt bir karşılıksız aşk hikayesinden daha fazlası; yoğunluğu, acımasızlığı, son derece tutkulu duygularla örülmüş bir hikaye olmasına karşın, o bizim bildiğimiz 'arabesk' duygusallıktan tamamen uzak olması. Acının, kendini adamanın bir feragat yükü değil, başka türlüsü elinden gelmeyen bir şey olduğunu anlatması. Aşkına karşılık görememek veya onunla birlikte olamamaktan daha çok can yakan şeyler..

Stefan Zweig'i ilk kez kütüphaneden aldığım MEB baskılı Hikayeler I kitabında okumuştum. O kitabı iki sene aradım sonra, 2005 yazında çok sıcak bir Haziran günü Akmar'ın üst katında bulduğumda ne kadar çok sevindiğimi hatırlıyorum.

Bugünlerde, İş Bankası Modern Klasikler dizisinde, Zweig'in hikayelerini şahane kapaklarla tek tek yeniden yayınlıyor. Dizi içinde başka birçok harika yazar ve roman da var, hepsini okuyabilsem ne güzel olur diye hevesleniyorum.

Dışarıya o kadar acele fırlamıştım ki, holde neredeyse uşağın Johann’la çarpışacaktım. Johann ürkerek hemen kenara çekildi, beni dışarıya bırakmak için dairenin kapısını açtı ve işte oracıkta –oradaki bir saniyede, duyuyor musun? Gözlerim yaşlarla dolu ona, yaşlanmış olan adama baktığımda, bakışlarında birdenbire bir ışık çaktı. O tek bir saniyede, anlıyor musun? O tek bir saniyede çocukluğumdan beri beni görmemiş olan yaşlı adam, beni tanımıştı. [sf 52]

5 Kasım 2016 Cumartesi

İNSAN NEYLE YAŞAR? Lev Tolstoy

Yayın Evi: İş Bankası Yayınları
Basım Yılı: 2016
Sayfa Sayısı: 86

Tolstoy okumayalı bir hayli zaman olmuş. Aslında romanlarını, hikayelerini severim ama ilkgençlik dönemimde okuduğumda Dostoyevski kitapları daha bir büyülemişti beni, Tolstoy'un ise en meşhur kitaplarından bir kısmını okuyup bırakmıştım. İnsan Neyle Yaşar?, yazarın eşsiz anlatımını tekrar anımsayıp kalan kitapları için heveslenmeme neden oldu.

Kitapta altı hikaye bulunuyor; İnsan Neyle Yaşar?, Kıvılcımı Söndürmeyen Ateşi Zaptedemez, Mum, Kızlar Büyüklerden Akıllıymış, İnsana Çok Toprak Gerekir mi?, İlyas. 

Hepsinde ahlaki dersler bulunan, tartışmasız çok güzel hikayelerden en beğendiklerim; İnsan Neyle Yaşar?, İnsana Çok Toprak Gerekir mi? ve İlyas, oldu. 

İnsan Neyle Yaşar? listemdeydi ama daha zamanı vardı. Enteresan bir şekilde adeta zorla öne çekip, okuttu kendini. Kitapyurdundan alışveriş yaparken sepete hediye gibi eklenebiliyor olduğunu görünce fazla düşünmeden ekledim. Ancak gelen kitap öyle fenaydı ki, şimdi adını hatırlamadığım bir yayınevi basmış, kapağa yazarın adı Tolsyoy olarak yazılmış v.s. Bu hikayeleri öyle özensiz bir baskıdan okumanın haksızlık olacağını düşünerek kitabı okumadan birine verdim ve merakım iyice uyanmış olduğu için de kalitesinden emin olduğum İş Bankası'nın çevirisini aldım bir sonraki siparişimde. İyi ki de öyle yapmışım. :)

4 Kasım 2016 Cuma

YÜZYILLIK YALNIZLIK Gabriel García Márquez

Yayın Evi: Can Yayınları
Basım Yılı: 2014
Sayfa Sayısı: 461

Edebiyata biraz aşina olup Márquez'i bilmeyen yoktur sanırım. Sürekli karşıma çıkıyor, listelerime ekleniyordu fakat okumaya bir türlü sıra gelmemişti. En bilinen kitabı Yüzyıllık Yalnızlık, yazarın okuduğum ilk romanı oldu.

Önce üçte birini okudum, biraz ara verip tekrar kitaba döndüğümde karakterleri neredeyse tamamen unuttuğumu farkettim, en baştan yeniden okumaya başladım, yine de ilk sayfadaki aile ağacına sık sık göz atmam gerekti. Gabriel García Márquez'in romanı çok katmanlı, bir şenlik havasında onlarca karakter ve herbirinin ayrı hikayesini içeren, zengin bir eser. Yazarı okumaya başlamak için kesinlikle doğru bir seçim değil. Onun diline ve kurgusundaki yoğunluğa alışmak için önce daha sade birkaç romanını okumak lazım, belki. 

Latin Amerika edebiyatının büyülü gerçekçilik kabuğu altında; kalabalık aileler, sıfırdan kurulan Macondo medeniyeti, isyanlar, aşklar, tehlikeli tutkular, kocakarı ilaçları, yemekler v.b. hayata dair şeyler arasında çılgın bir hızla ilerleyen Yüzyıllık Yalnızlık, en başında biraz başımı döndürse de okudukça tadına vardığım ve son sayfasını beğeniyle kapattığım bir roman benim için.



3 Kasım 2016 Perşembe

AZLA MUTLU OLMAK Francine Jay

Yayın Evi: Aganta Kitap
Basım Yılı: 2016
Sayfa Sayısı: 203

Nedense bu aralar peşpeşe ev ve hayat düzeni üzerine kitaplar okuyorum. Marie Kondo'nun kitabından sonra Azla Mutlu Olmak'ı bitirdim, şimdi bir üçüncüsünü okuyorum (Mutluluk Projesi: Ev), dördüncüsü de sırada (Mutluluğun Mimarisi).

Aslında bu kitaplarda anlatılan düzeni yıllardır korumaya çalıştığım için, beni hayrete düşüren veya etkileyen pek fazla şey olmuyor ama yine de yeni düzenlemeler için motive eder hallerini seviyorum. Her birinden birkaç işe yarar öneri de çıkıyor, nihayetinde.

Derle, Topla, Rahatla kitabından katlama teknikleri yanıma kâr kalmıştı. Bu kitapta da yazarın, hatırası olan ama zevkimize uymayan/işimize yaramayan hediyeleri sonsuza kadar saklama zorunluluğumuzun olmadığı, hediyeyi veren kişinin bizi mutlu etmek için bunu yaptığı, dolayısıyla ona kullandığımızı gösterdikten ya da fotoğrafladıktan sonra daha çok işine yarayabilecek birine verebileceğimiz gibi bir önerisi var. Gerçekten önemli olan nesne değil, onun veriliş amacı, o duygu. Yine dağıtıyordum ama biraz suçluluk hissediyordum açıkçası, o yüzden bunu okumak iyi geldi. :)

Sonra yüzeyleri boş tutmaya dair; birkaç nesneyi bıraktığımız bir yüzeyin (masa, tezgah v.b.) diğer nesneleri nasıl mıknatıs gibi çektiğine ve ortalığın kolayca dağıldığına dair paragraflar var ki çok doğru.

17 yaşındayken gittiğim resim kursundan birkaç defter vardı mesela elimde, içinde karakalem çalışmalarım olan. Neredeyse her sayfanın ayrı bir güne dair hatıralarla dolu olduğu defterler.. Resim kursu iki otobüs değiştirerek gittiğim, evden bir saat uzaklıkta bir yerdi, en yakın arkadaşlarımdan biriyle buluşuyorduk, kahve içtiğimiz, kütüphaneye uğrayıp kitaplarımızı değiştirdiğimiz sabahlar, kurstaki berbat hoca ve bir ikisi hariç ürkütücü, tuhaf insanlar arasında kendi kafamızı yaşadığımız saatler v.b. Bunların hepsi sanki o çizimlerin içinde saklı gibiydi ve aradan uzun zaman geçmesine karşın bir türlü o defterleri atamıyordum.Bu kitabı okurken, 'içinden önemli olanı seç, gerisini yoket' mantığıyla en anlamlı bulduğum iki çizimi kopardım ve defterler gitti, rahatladım. Hepsini veremiyorsan, önemli olan küçük bir parçayı ayırmak, yine de güzel bir şey.

Dolapta uzun zamandır duran birkaç ahşap kutu da boyandı, cilalandı, hediye edildi, yine bu okuma esnasında. Öylece bekleyen nesnelerin değerlendiğini görmek, o tamamlama-bitirme hissi şahane bir şey. 

Kitapta 'sahip olmadan tadını çıkarmak' önerisi de çok yerindeydi bence, örneğin bir fincan kapuçino içmek için, kocaman bir kahve makinasına ihtiyaç duymadığımız gerçeği gibi. Arada sırada gider ve onu güzel yapan bir yerde içersin, hepsi bu. 

Bütün bunların ötesinde, bir şey satın alırken gerçekten gerekli olup olmadığını birkaç defa düşünmek de işe yarıyor. Bir yandan boşaltırken, diğer taraftan doluyorsa bir anlamı kalmıyor çünkü.

Düzenleyip azaltırken, kendime müsamaha tanıdığım üç kategori var; kitaplar, momijilerim ve kırtasiye malzemelerim. Kitaplar ve kırtasiyeleri de zaman zaman ayırıyorum, yine de onlar içinde saklamak istediklerim, gitmesine müsaade edebileceklerimden fazla. Herkesin kendi zevkine göre bu müsamaha alanları değişebilir diye düşünüyorum ama tabii kategori sayısını ve içeriği abartmadan.

Azla Mutlu Olmak, zevkle okuduğum, belli ölçüde faydasını da gördüğüm bir kitap oldu benim için.

Pekala, bunu, şunu ve diğer şeyi satın aldık. Havalara uçuyor olmamız gerekir, değil mi? Çoğumuz için yanıt 'hayır'. Gerçekte çoğunlukla tam tersi doğrudur: Bu nesnelerin çoğu -ve boş vaatleri- yavaş yavaş cebimizdeki parayı, ilişkilerimizin büyüsünü ve hayatımızdaki mutluluğu emer. [sf  11]

Gözden ırak eşyalar bile (ister salon çekmecesinde, ister bodrumda, isterse de şehrin diğer yakasındaki bir depoda olsunlar) zihnimizin bir yerlerinde kalmaya devam ederler. [sf 32]

William Morris'in şu sözü, benim en sevdiğim minimalist alıntılardan biridir: 'Yararlı olduğunu bilmediğiniz ya da güzel olduğuna inanmadığınız hiçbirşeyi evinizde tutmayın.' [sf 39]

1 Kasım 2016 Salı

THEO'YA MEKTUPLAR Vincent Van Gogh

Yayın Evi: Yapı Kredi Yayınları
Basım Yılı: Mayıs 2012
Sayfa Sayısı: 251

Vincent Van Gogh'un kardeşine yazdığı mektuplardan oluşan bu kitabı almayı düşündüğüm sıralarda İstanbul Modern'de Van Gogh Alive etkinliği vardı. Karanlıkta, ressamın eserleri ve sözlerinin duvarlara, sütunlara yansıtıldığı ilginç atmosferin duygusal etkisiyle kitabı daha bir merak etmiştim.

Van Gogh'un hayatının hastalık ve sefalet içinde geçtiğini biliyor ve bu açıdan kasvetli bir okuma bekliyordum ama yine de mektuplarda bunun dışında bir tatsızlık vardı sanki. Çeviri dilinin zayıflığı ve bazı atlanan yerler olabilir bunun sebebi. Kitap, çok uzun süre elimde süründü, arasıra birkaç mektup okudum, sonunda kendimi zorlayarak bitirdim.

İçtenlikle yaşayabildiğimiz sürece herşeyimiz iyi olacaktır. Başımızdan gerçek acıların geçeceği, büyük düş kırıklıklarına uğrayacağımız, büyük bir olasılıkla birçok kötü suç işleyeceğimiz, yanlış işler yapacağımız her ne kadar kesinse bile… Yine kesin olan bir şey var ki ateşli ve cesur olmak yapabileceğimiz tüm hatalara karşın dar kafalı ve aşırı temkinli olmaktan iyidir.
Birçok şeyi çok sevmek de iyi bir şey çünkü insana güç kazandıran budur. Çok seven kişi çok da çalışır ve çok şey başarabilir, sevgiyle yapılmış bir iş iyi yapılmıştır. Gerçekten anlam taşıyacak az söz söylemek, kuru gürültüden başka bir şey olmayan, kolay söylendiği kadar yararsız olan bir araba laf etmekten daha iyidir.

 (...)

Bunları bir an önce yapmak akıllıca bir şey, çünkü yaşam kısa, zaman çabuk geçiyor. İnsan bir tek konuda tam anlamıyla ustalaşırsa ve o tek konuyu çok iyi anlamışsa, fazladan daha birçok şeyi de derinden kavrayacak, anlayabilecektir. [sf 33] 

Çalışan bir adam için otuz yaş, yaşamında bir istikrar döneminin tam başladığı yaştır, insan kendini genç ve enerji dolu hisseder.
Ama, aynı zamanda, yaşamın bir evresi de sona ermiştir. Bu, bazı şeylerin artık hiçbir zaman geri gelmeyeceğini düşündürdüğünden melankoliye sürüklüyor insanı. Belirli bir pişmanlık duymak da saçma bir duygusallık değil aslında. Evet, birçok şey gerçekten de otuz yaşında başlıyor, o yaşta her şeyin bitmiş olduğu da doğru değil. Ancak, yaşamın veremeyeceğini anladığı birtakım şeyleri beklememeyi öğrenmiş oluyor kişi; üstelik her geçen gün daha iyi kavrıyor ki yaşam yalnızca bir ekme dönemidir, hasat mevsimi yoktur burada. [sf 102]


İyi bir yaz etkisi uyandıracak bir resim olabilir bu. Yazı anlatmak kolay değil bence; genellikle, hiç değilse çoğu kez, yaz etkisine sebep olmak ya olanaksız ya sonuç çirkin oluyor, en azından bana öyle geliyor.
Demek istediğim şu ki, öteki mevsimlerin kendilerine özgü etkileri kadar zengin ama aynı zamanda yalın ve güzel görünüşlü bir yaz güneşi etkisi bulabilmek, resme dökebilmek kolay değil.
İlkbahar, taze, körpe yeşil mısır yaprakları ve pembe elma çiçekleridir. 
Güz, sarı yapraklarla menekşemsi tonların birbirine karşıtlığıdır.
Kış, beyaz kar üzerine çizilmiş, siyah siluetlerdir.
Ama, eğer yaz, mısırların altınsı bronzundaki turuncu öğesinin mavilere karşıtlığı ise, o zaman insan, mevsimlerin kendilerine özgü havasını, tamamlayıcı renklerin her birinin birbirleriyle olan karşıtlığını kullanarak anlatabilir. [sf 133]

Bir akşam, bomboş deniz kıyısı boyunca yürüyüşe çıktım. Neşeli değildi ama kederli de değildi, yalnızca çok güzeldi. Gökyüzünün derin mavisi üstünde benek-benek bulutlar vardı -kimisi, yoğun kobaltın temel mavisinden daha koyu bir mavi, kimisi de, Samanyolu’nun ak mavisini andıran daha açık maviydi. Bu mavi derinlikte yıldızlar ışıl ışıldı; yeşilimsi, sarı, beyaz, pembe, yıldızlar bizim orada olduğundan, hatta Paris’te olduğundan daha parlak, daha bir mücevher gibi yanıp sönüyorlardı: sanki opaller, zümrütler, yakutlar, safirler saçılmıştı gökyüzüne.
Deniz ise çok derin bir lacivertti -kıyı, biraz eflatun, biraz koyu pas ya da kuru yaprak rengi bana sorarsan, kum tepeciklerinin (aşağı yukarı altı metre var bunların yüksekliği) üstünde ise Prusya mavisi birtakım çalılar… Yarım sayfalık desenlerin yanı sıra bir de büyük boy desen çizdim. [sf 183]