12 Eylül 2020 Cumartesi

GUREBAHANE-İ LAKLAKAN Ahmet Haşim


Basım Yılı: 2020 
Yayın Evi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları 
Sayfa Sayısı: 84

İş Bankası'nın özenli kapaklarıyla bastığı bu Türk Edebiyâtı Klasikleri'ne kayıtsız kalmak zor. Öte yandan yazarların günümüzde sıklıkla kullanılmayan, belki genç okuyucunun aşina olmayabileceği bazı kelimelerine sayfa altlarında minik bir sözlük yapmak yerine o güzelim ifadeleri değiştirmiş olmaları da hiç hoşuma gitmiyor. Sanki tercüme edilmiş bir kitap okuyor hissi uyandırdığını söyleyebilirim. 

'Nihayet' yerine 'son', 'ziya' yerine 'ışık' yazınca anlaşılırlığı kaç zerre artıyor merak ediyorum! Kim saklı tutulmanın ne demek olduğunu bilmez de korunma deyince 'aydınlanır' ki? 

Bu kitaplar yazarla yeni tanışacak kişiler için bir başlangıç olabilir belki ama Haşim'in kendi sesine, nesrini okurken bile geriden duyulan o harikulâde şiirine yazık etmemek için tam metin baskılarını da bulmak, mutlaka okumak gerek. 

Milli şuurun uyandırdığı iç kuvvetler henüz büyük felaketlerin çekiciyle dövülmemiş, bugünkü olgunluğunu bulmamıştı. Bu kuvvetler havai fişekler şeklinde, hayatın gecesinde renkli ateşlerden akan nakışlar çizdikten sonra dağılıp gidiyordu.. [sf 1]

Eskiden kendimize göre yaşayışımız, düşünüşümüz, giyinişimiz ve kendimize göre, dinden, ırktan ve ananeden hayat alan bir zevkimiz olduğu gibi, bu hayat tarzına göre de "saat"lerimiz ve "gün"lerimiz vardı. Müslüman gününün başlangıcını şafağın parıltıları ve sonunu akşamın ışıkları tayin eder. Madenden sağlam kapaklar altında korunan eski masum saatlerin yelkovanları yorgun böcek ayakları tarzında, güneşin sema üzerindeki seyriyle az çok ilgili bir hesaba uyarak, minenin rakamları üzerinde yürürler ve sahiplerini, zamandan yaklaşık bir doğrulukla haberdar ederlerdi. Zaman sonsuz bahçe ve saatler orada açan, kah sağa kah sola eğilen güneşten rengârenk çiçeklerdi. Yabancı saati düşkünlüğünden evvel bu iklimde, iki ucu gecelerin karanlığıyla simsiyah olan ve sırtı, muhtelif kırmızı, sarı ve lâcivert ateşleriyle yol yol boyalı, büyük bir canavar halinde, bir gece yarısından diğer bir gece yarısına kadar uzanan yirmi dört saatlik "gün" tanınmazdı. Işıkta başlayıp ışıkta biten, on iki saatlik, kısa, hafif, yaşanması kolay bir günümüz vardı. Müslüman'ın mesut olduğu günler, işte bu günlerdi; şerefli günlerin olaylarını bu saatlerle ölçtüler.

(...) Unutulan eski saatler içinde eksikliği en çok hasretle hatırlanan saat akşamın on ikisidir. Artık "on iki" solgun yeşil sema altında, ilk yıldıza karşı müezzinin Müslümanlara seslendiği, sokakların lâcivert bir sisle kaplandığı, ışıkların yandığı, sinilerin kurulduğu ve yarasaların mahzenlerden çıkıp uçuştuğu o dokunaklı ve titrek saat değildir. Akşam anlayışından koparak, kâh öğlenin sıcaklığında ve kâh gece yarılarının karanlığında varsayılan bir zamanı bildiren bu saat, şimdi hayatımızda renksiz ve şaşkın bir noktadır. Yeni saat, Müslüman akşamının mahzun ve şaşaalı dakikasını dağıttığı gibi, yirmi dört saatlik yabancı "gün"ün getirdiği geçim şekli de bizi tan âleminden uzak bıraktı. Başka memleketlerde, tan vaktini yalnız kırdan şehre sebze ve meyve getirenlerin ahmak gözleriyle mustariplerin şişkin kapaklar içinden bakan kırmızı ve perişan gözleri tanır. Bu zavallılar için tan vaktinin parıltıları, yeniden boyuna geçirilecek olan hayat ipinin kanlı ilmeğini aydınlatan bir ışıktır. Hâlbuki tan vakti, Müslüman için rüyasız bir uykunun sonu ve yıkanma, ibadet, neşe ve ümidin başlangıcıdır. Müslüman yüzü, kuş sesleri ve çiçek kokuları gibi tan vaktinin en güzel görünümlerindendir. Kubbe ve minareleri o alaca saatte görmemiş olan gözler, taşa en ilahi manayı veren o hayret verici mimariyi anlamış değillerdir. Esmer camiler, tan vaktinden itibaren semavi bir altın ve semavi bir çini ile kaplanır ve İslam ustalarının tamamlanmamış eserleri o saatte tamamlanır. Bütün mabetler içinde güneşten ilk ışık alan camidir. Bakır oklu minareler, güneşi en evvel görmek için havalarda yükselir. [sf 11-12]

O gün anladım ki kibar İngilizlerin, yeni terziden gelen elbiselerini uşaklarına giydirip eskitmeden kullanmamakta hakları varmış; meğer fazla süs, zenginliğe değil fukaralığa delalet edermiş. Şimdi pahalı kürklere sarılmış kadınlar ve göz kamaştırıcı kıyafette erkekler gördükçe, her tarafından iğrenç paçavralar sarkan bir dilenciye acır gibi acımak gerektiğini zannediyorum. [sf 80]