31 Temmuz 2010 Cumartesi

"DOSTOYEVSKİ SEVEN BOZKIR KURDU" üzerine..

Edebiyatla zenginleştirdiği iç dünyasında yaşamaktan alabildiğine memnun bir “uyumsuz”un öyküsü… Gündüzleri herkesten farksız görünen, rutin alışkanlıklara( yemeklerden önce salata, sonunda kahve v.b.) ve bir masabaşı işe sahip bu adam akşamları evine çekilip kendisiyle başbaşa kaldığında Dostoyevski, Herman Hesse ve Oğuz Atay gibi derinlemesine anlatımı seçen yazarları okur, onların  kitaplarına yansıyan karakteristik özelliklerini düşünür ve ‘Dostoyevki’den sonra doğmuşum, yazar olamam ben’ derse de en azından bize hikayesini anlatacak kadar yazar.
İsminin dışında çok şeyini öğrendiğimiz ‘sıradan’ adam bilhassa Hesse’in meşhur karakteri Harry Haller’ı kendine yoldaş edinir. Yalnız yaşamaktadır ancak ilk bakışta ıssız görünen hayatının bilinçli bir seçim olduğunu vurgulamak için, hikaye devam ederken ailesi ve arkadaşlarından da bahsedilir,insani ilişkileri belli ölçüde anlatılır. “Çünkü, Bozkır Kurdu da (nihayetinde) bir annenin oğludur.”
Bozkır Kurdu çarşamba günleri evinde ölü yazarları ağırladığını söyler bize. Bunların haricinde Gece de hikaye karakterlerinden biridir, adamın sevgilisi konumundadır. Ete kemiğe bürünmüştür adeta, evine gelir, kanepesine oturur, onu izler ve konuşur. Hikayedeki yalnız erkeğin Gece ile konuşmaları şiirsellik adına güzel görünse de, taşıdığı şefkat ve sıcaklığı yadırgadığımı söyleyebilirim. Böyle bir adamın orada geçen cümleleri kurması pek de inandırıcı değil.
 Genel olarak hikayenin samimi bir anlatımı var, son cümlelerde “Beni bilen bir kişi var adı Gece’dir. Bir de öyküyü okuyan sen.” denilerek okuyucuyla da bir sırdaşlık ilişkisi kuruluyor.
Yazmak, kendini ciddiye alanların işidir.” der Buket Uzuner. Sıradan olduğuna inanan bir adam kalkıp kendini uzun uzun anlatmaz. Hikayede, ‘sıradan’ kelimesinin sıkça yinelenişi gerçekte tatlı bir aldatmaca olsa gerek.
Dostoyevski Seven Bozkır Kurdu” özellikle klasik yazarlara aşina olanlar için çok keyifli bir hikaye niteliğinde. Onunla karşılaşmak için Buket Uzuner'in Benim Adım Mayıs kitabına bakabilirsiniz. 

30 Temmuz 2010 Cuma

TEXTE REŞ / KARA TAHTA [2000]

1988 yılı Mart ayı… Kuzey Irak’ta küçük bir Kürt kasabası, Halepçe kimyevi silahlarla 
bombalanarak yerle bir ediliyor. Filmin zamanı bu katliamın hemen sonrası..
Öğrencilerini İran-Irak sınır dağlarında arayan bir grup gezici öğretmen.. 
Yazı tahtalarını yüklenmiş, dağ taş, dere tepe demeden dolaşırken..
Yüzleri güneş yanığı, hırpani kılıklarıyla bir sürü çocuk. Daracık bir dağ yolu. 
Durmak zorunda kalıyorlar, önlerinde bir engel var! Bir adam bu. 
Otuz-otuzbeş yaşlarında, arkasında tahtadan, kocaman kara bir dikdörtgen. 
Bakışlarıyla okşuyor çocukları adeta, onlarla konuşmaya çabalıyor. 
"Hey, çocuklar durun, nereye gidiyorsunuz?" 
Çocuklar sırtlarında taşıdıkları paketlerle iki büklüm, dirayetli. Başlarını kaldırıp 
‘bu da nerden çıktı’ der gibi bakıyorlar adamın yüzüne. 
"Öğretmeniniz var mı? Olsun ister misiniz? Ben öğretmenim.." diye sıralıyor “Yol Kesici”. 
Tek bir karşılık alıyor onlardan: "Hayır!" Yılmıyor, tekrar soruyor:
"Okumayı öğreteyim mi size? Kitap okursunuz, yolda izde kaybolmazsınız!" 
Bu defa gelen cevap biraz daha uzun: "Biz sınırda kaçak mal taşıyan 
hamallarız, sürekli yoldayız, hiç oturmadan nasıl okuyabiliriz?"
(Okumak ne işimize yarar? Şu sırtımızdaki yükü hafifletir mi, onu unutturdu diyelim, 
ya omuzlarımıza çöken hayatın ağırlığı.. Okumakla bu yük hafifler mi ağabey?)
“Çekil yolumuzdan.. Bize engel oluyorsun, bırak da gidelim!”
Gitmek istiyorlar ama okuma-yazmanın haricinde bilmedikleri bir şey daha var! 
Rebuvar tek denemede yenilgiye uğrayıp vazgeçecek adam değil..
***
2000 yılı Cannes Film Festivali'nde "Jüri Özel Ödülü"nü kazanan filmin yönetmeni, 
İran'ın yeni nesil sinemacılarından Samira Makhmalbaf. "Karatahta"nın gayretkâr 
öğretmenlerinden Rebuvar rolünde, bir başka sınır filmi olan "Sarhoş Atlar Zamanı"nın 
yönetmeni Bahman Ghobadi'yi görüyoruz.
Anlatmak istediğini sadelikle ifade eden film, hayal perdesinde 
minimalist ve gerçekçi hikayeler görmekten hoşlananlar için biçilmiş kaftan niteliğinde. 
İran sinemasını da seviyorsanız, mutlaka izleyin diyorum. {Bu yazı 02.08.2010 tarihinde www.sivrisinema.com adresinde yayınlanmıştır.}

28 Temmuz 2010 Çarşamba

POİROT HAFTASI_3 "Beş Küçük Domuz"

Yayın Evi: Altın Kitaplar Yayınevi
Basım Yılı: 2001
Sayfa Sayısı: 185

Beş Küçük Domuz, Agatha Christie favorilerimden.
Bu güzel roman üzerine bir şeyler yazmadan önce araştırma yaparken, kitapla ilgili kaynaklarda "bir portakalın üzerine oturmuş, harp çalan kör bir kız" şeklinde tasvir edildiği söylenen bir tabloyla karşılaştım. Ressam George Frederic Watts tarafından yapılmış "Umut" isimli bu tablonun roman karakterlerinden Miss Cecilia Williams'ın evinin duvarında asılı olduğu ifade ediliyor. Elimdeki "Beş Küçük Domuz" romanında böyle bir şey yok, ya çeviri yapılırken çıkarılmış yahut filme alındığında eklenmiş olmalı.Fakat tasvir denilmesi kafamı karıştırıyor. Böyle bir tanım ancak yazı içerisinde geçebilir. Bir yanlışlık var ama henüz bu bilmeceyi çözmüş değilim. 

Kitaba dönersek, Amyas Crale adında dahi bir ressamın zehirlenerek öldürülmesi üzerine kurulu hikaye.Onaltı yıl önce işlenen bu cinayette, annesinin babasını öldürmediğinden emin olan Carla adında genç bir kız olayı çözüme ulaştırıp, gerçek katili bulması için meşhur dedektifimizden yardım istiyor. Hercule Poirot bu kitapta iyice yaşlanmış fakat gri hücreleri mükemmelen çalışıyor tabii. Bir çocuk şarkısından yola çıkarak, olaya karışan beş şüpheliyi tek tek gözden geçiriyor ve sonuca ulaşıyor.

bu küçük domuz pazara gitti. / bu küçük domuz evde oturdu. / bu küçük domuz pirzola yedi.
bu küçük domuza hiçbir şey verilmedi. /bu küçük domuz "vii vii vii," diye ağladı.

Gereksiz karakterler içermeyen kitap gayet berrak ve son dönem Christie'lerden olduğu için kurgusu da bir hayli sağlam.Beş Küçük Domuz'un resim sanatına dair bölümlerini özellikle sevdiğim için bu sefer de yine o kısımları ilgiyle okudum. Ressam ve tabloları üzerine sıkı tahliller içerdiğini söylemem lazım ki bu yönüyle beni mest ediyor. 

Kitabın sonlarına doğru bir yerde Poirot bir çeşit illüzyon yaparak, Angela'nın (Amyas'ın baldızı) yıllar evvel işlenen cinayetten birkaç gün önce bir kitap okuduğunu iddia ediyor. Kitap Somerset Maugham'ın Ay ve Altı Peni isimli romanı. Bir ressamın hayatını anlatıyor. Poirot'nun tahmini doğru fakat bu hokuspokusu nasıl yaptığını daha sonra Agatha Teyze'miz açıklamayı unutmuş. Valerian(Kedi Otu)yla bir ilişiği olduğunu zannediyorum (ispiyon olmasın diye daha fazla yazamıyorum :) fakat net olarak anlaşılan Ay ve Altı Peni adlı kitaba doğru bir yol görünüyor bana. 

Beş Küçük Domuz haricinde Agatha Christie'nin geçmişte işlenen cinayetlerin yıllar sonra aydınlatılması üzerine kurduğu (hatırladığım kadarıyla) üç kitabı var. Uyuyan Ölüm(Jane Marple), Elmayı Yılan Isırdı (H.P.) ve Filler de Hatırlar(H.P.). Filler de Hatırlar'ın bir yerinde Hercule Poirot arkadaşıyla sohbet ederken, çözüme ulaştırdığı bu tarz vakalardan sözediyor ve Beş Küçük Domuz'un da bahsi geçiyor bu konuşmada. Ayrıca  Belçikalı dedektifimizin Meredith Blake'le (nam-ı diğer evde oturan domuzla) görüşebilmek için referans olarak bahsettiği kişi Lady Mary Lytton-Gore yine bir Poirot kitabı olan Üç Perdelik Cinayet'teki   karakterlerden biri.  Agatha Christie'lerin böyle birbirleriyle bağlantı kurmasını seviyorum.  

İngilizcede Murder in Retrospect(Mazideki Cinayet) adıyla da yayınlanan Beş Küçük Domuz'la ilgili bir kapak krizim yok değil bu arada. Yukardaki resimde görülen baskıyı alıp-okuyup-bayıldıktan sonra içinde birkaç eski kitap barındıran modern bir kırtasiyeye denk gelmiştim. Elinizde başka Osmanlıca kitap var mı diye sorduğumda arka taraftaki odada var dedi dükkan sahibi. Arkadaşımla  onu takip ederek, önce uzun , yarı karanlık bir tünelden geçtik ve kendimizi camları demir parmaklıklarla kapatılmış, kocaman, tozlu bir odada bulduk. Duvarlardaki raflar ve ortadaki alçak masa tıkabasa kitapla doluydu. Sonra daha küçük, kilitli bir odaya geçtik, o kısımda da Osmanlıca kitaplar istiflenmişti. Birkaç kitap seçtikten sonra ilk girdiğimiz odada yerde bir Christie olduğunu farkettim, Beş Küçük Domuz'du, çok hoş mora çalan bir kapağı, üzerinde saçları uçuşan genç bir kadının portresi ve bir ressamın eli vardı. Bendekinden çok daha güzeldi ama neden almadım bilmiyorum ve hâlâ hatırladıkça hayıflanıyorum. 2005 basımı yeni Beş Küçük Domuz'un kapağını da çok beğendiğimi ve uygun bulduğumu söylemeliyim. Yalnız arka kapakta 40 yaşındaki Amyas Crale için kullanılan  genç ibaresi aynen duruyor. Kitabın içinde adamın orta yaşlı olduğu üzerine basa basa vurgulanırken böyle yazmakta ısrar etmeleri gülünç diye düşünüyorum. İçindeki imla ve anlam hatalarınıysa düzeltmiş olduklarını umuyorum ve bu nefis kitabı şiddetle tavsiye ediyorum.



Beş Küçük Domuz, Poirot Haftası (19-25 Temmuz) için okuduğum son kitaptı. Harika bir hafta geçirdik sevgili Hercule Poirot'nun serüvenleriyle. romankarakteri, thalassapolis ve birazşöylebirazböyle arkadaşlarımıza konukseverlikleri için tekrar teşekkür ediyorum

26 Temmuz 2010 Pazartesi

POİROT HAFTASI_2 "Koltuktaki Ölü"

Yayın Evi: Altın Kitaplar Yayınevi
Basım Yılı: 1990
Sayfa Sayısı: 181

Koltuktaki Ölü, dramatik hikayesiyle en iyi beş Agatha Christie romanından biri benim için. Dağılıp parçalanmayan, gereksiz karakterler içermeyen derli toplu bir akışı var kitabın. Altın Kitapların meşhur Fare Kapanı'nın son sayfasına iliştirdiği Christie listesindeki son isim Koltuktaki Ölü, Fotoğraftaki Lekeler'le beraber en çok merak ettiğim kitaplardandı. Uzun süren arayışların ardından, eski basım Agatha Christie toplama serüvenimin sonlarına doğru bir sahafta karşıma çıktı. Meğerse bütün heves ve bekleyişime değermiş.

Aslında bu yan tarafta görülen aldığım ikinci Koltuktaki Ölü kitabı. 72 basımlı olan ilki, çok yıpranmış bir haldeydi ve o sıralar eskiyen Christie'lerimi yenilemek gibi bir züppeliğe kapıldığımı hatırlıyorum :) Böylece onu bir arkadaşımın arşivine hediye ettim ve 90 basımlı bu kitabı aldım. Yalnız üzerindeki fotoğraf hâlâ beni gıcık etmekte, çünkü içeriğinden bu kadar bîhaber bir kapağa sahip olabilir bir kitap ancak. Koltukta ölen böyle bir adam değil, bilakis genç bir kadın romanın içinde. Bu fotoğrafı nasıl bir alakasızlıkla basmışlar, anlaması zor.

2010 yılında, birkaç ay evveline geldiğimizde ise yeni bir üstün (!) zeka örneği olarak kitabın adını değiştirmeyi uygun görmüşler yayınlarken. Esrarengiz Sanık, çok tuhaf ve kekre bir isim böyle güzel, şiirsel bir kitap için. Çok bilinmeyen Christie'leri gün ışığına çıkarmaları, yeniden basmaları, hatta bazıları için nefis kapaklar hazırlamaları çok güzel (Esrarengiz Sanık'ın kapağı çok da iyi değil bu arada) ama hangi akla hizmet isim değiştiriyorlar, bilmiyorum.

Koltuktaki Ölü, şiirsel bir kitap derken, bu konuda Agatha Christie ile hemfikirim. Kitabın orijinal adı "Sad Cypress" (Kederli Selvi), Shakespeare'ın Onikinci Gece isimli tiyatro oyununun (Perde 2, Sahne 4) bir şarkısında geçen tanımlamadan almış, şöyle ki;

Neredeysen ey ölüm gel yaklaş / Hüzünlü bir selvi tabuta koyun beni.
Uç git soluğum, uzaklaş buralardan; / Acımasız, güzel bir kız vurdu beni.
Porsuk dallarıyla donatın ak kefenimi, / Ah hadi hazırlayın, hazırlayın hepsini.
Benim kadar istekle hiç kimse, / Almadı üzerine ölüm halini.
Hiç bir çiçek, hiç bir güzel çiçek / Serpmeyin kara tabutumun üzerine;
Hiç bir dost, hiç bir dost / Selamlamasın cesedimi / Kemiklerimin atıldığı yerde. 
Binlerce ve binlerce iç çekişi olmasın diye, / Bilinmedik bir mezara götürün beni. 
Kederli sevgilim ağlamasın diye, / Bulamayacağı bir yere gömün beni!

İngiliz ozanın bu son derece efkârlı dizeleriyle öyle güzel örtüşüyor ki Agatha Christie'nin kitabı. Soğuk ve mesafeli görünümünün altında yanan alevlerle Elinor'un, "aşk ve ölüm vadisi"ni geçerken yaşadıkları, bir rüyada dolaşır gibi kendinden uzaklaşması ve yürek burkan, güzel bir final.

"Koltuktaki Ölü" herhangi bir polisiyeden çok öte, gerçeğe yaslanarak kalbe sığınan bir kitap. Mutlaka okunmalı.


(romankarakteri, thalassapolis ve birazşöylebirazböyle arkadaşlarımıza, Gece Kütüphanesi'ni nezaketle dahil ettikleri Poirot Haftası için teşekkür ediyorum.) 

POİROT HAFTASI_1 "Noel'de Cinayet"

Yayınevi: Altın Kitaplar Yayınevi
Basım Yılı: 1991
Sayfa Sayısı: 176

Poirot Haftası dolayısıyla okumayı tercih ettiğim ilk Christie romanı, Noel'de Cinayet, aslında Agatha Christie'yle ciddi anlamda tanıştığım kitaplardan biriydi. Beş-buçuk yaşımdan başlayıp ondört- onbeş yaşlarına kadar süren, aynı kitapları defalarca yeniden okuduğum dönemin sonlarına doğru almış, çok sevmiş ve ezber etmiştim. Bazı kısımları cümle cümle aklımdadır hâlâ.

Başlangıçta, bir tren sahnesi ve Polis Müdürü Johnson'ın evinde geçen kısa anın dışında tek bir mekanda, ilginç karakterli, şeytani zevklere düşkün bir ihtiyar olan Simeon Lee'nin malikanesinde geçen romandan tam da bu sebeple çok hoşlandığımı anımsadım yeniden okuyunca. Agatha Teyze'miz bir aile konağı olarak betimlediği Gorston Hall'da yazdığı türe uygun olarak türlü entrika ve dolaplar çevirse de, tarif edilen oda ve düzenleriyle bu büyük, eski evde dolaşmak büyüleyici bir şeydi.

Hıristiyan geleneklerine göre huzurlu olacak, herkesin birbirine sıcak ve sevecen yaklaşacağı sanılan bir Noel bekleyişiyle başlar kitap. Ve hunharca denilebilecek bir cinayet işlenir. Modernizme ve simetriye düşkünlüğüyle bilinen dedektifimiz Hercule Poirot, görünenlerin yerine beynindeki gözleri kullanarak olayı çözer.

Kitapta çoğunluğu Simeon Lee'nin oğulları, gelinleri olmak üzere bir dolu karakter var ama içlerinde en bahsedilmeye değer bulduklarım hiç şüphesiz, emektar Uşak Tressilian, evin hanımı Lydia ve Simeon'un torunu Pilar'dır.

Aileye sadakati ve usturuplu konuşmalarıyla konağın vazgeçilmezi Tressilian'a şefkat ve anlayışla yaklaşan Poirot, cinayetin çözümündeki kilit noktalardan birini de onun üzerinden aydınlığa kavuşturuyor. Tressilian'ın cinayetin işlendiği gece sofrada servis yaparken kadınların kıyafetleriyle alakalı söyledikleriyse favori pasajlarımdan. Hayatını Lee'lere vakfetmeseymiş iyi bir moda eleştirmeni olabilirmiş :)

Lydia ise çok zarif, asil bir kadın. Yalnız hiç olmadık bir yerde Agatha Teyze'miz onun eline bir örgü tutuşturuveriyor. Genelde bir diğer Christie dedektifi, pamucuk bir yaşlı kadın olan Miss Marple ve akranlarına yakışan böyle bir hamleyi bu kitapta neden yaptığını anlamış değilim. Oysa Lydia bahçedeki yalak şeklindeki taş çiçekliklerde düzenlediği minyatür bahçelerle daha sofistike ve sanatsal bir duruş sergilemektedir kanımca. Lut Gölü, Korsika, Kutup ve en son olarak da Cennet'i tasvir eder bu bahçelerde. Minyatür Cennet'inden bahsederken söylediklerine ayrıca kulak vermek gerek, bu cümlelerinde kendine yakışır zariflikte bir ima gizli.

Pilar'a gelince Christie'nin her dokunduğunda zevkle tasvir ettiği dramatik bir İspanyol güzeli kendisi. Onun için yazar tarafından bir nevi koruma altındadır da diyebiliriz. Kitabın sonunda bu daha net bir şekilde anlaşılıyor.

Noel'de Cinayet bilhassa kişilerin psikolojileri açısından çok ilginç bir kitap. Zaten kanımca Agatha Christie polisiyelerinin en iyi taraflarından biri bu. Vahşetten uzak, insani bir atmosfer, içinde barındırdığı artistik ve edebi unsurlar. Bu sebeple polisiye değil Agatha Christie okuyorum. Tavsiye ederim. :)



(romankarakteri , thalassapolis ve birazşöylebirazböyle arkadaşlarımıza, Gece Kütüphanesi'ni nezaketle dahil ettikleri Poirot Haftası için teşekkür ediyorum. )

19 Temmuz 2010 Pazartesi

POİROT HAFTASI (19-25 TEMMUZ)


Bugün itibariyle başlıyor. Eski dostumla yeniden birlikte olacağız. Eminim güzel bir hafta olacak (bu açıdan). Ayrıntılı bilgi için resme tıklayabilirsiniz.

15 Temmuz 2010 Perşembe

BLACK / SİYAH [2005]


{Siyah}

"Ona sözcüklerden bir kanat takacağım Bayan Nair, uçmayı öğreteceğim.."

Bebekken geçirdiği bir hastalık sonucu kör ve sağır olan Michelle adında küçük bir kız ile ona insan gibi yaşayabileceğini gösteren hocası Debraj'ın öyküsü, bildik kalıpların dışında bir diyalogu anlatıyor. 

Anlatmaya çalıştığı dramatik hikaye, tiyatral oyunculuk gösterileri, yerinde mekan-ışık seçim ve çekimleri bir yana Black filmini izlediğim süre boyunca düşüncemi meşgul eden Hint diline dair sözcüklerin yumuşak ve şiirsel tınısı oldu. Çünkü film, Hint-Amerikan ortak yapımıydı ve hikaye kahramanları cümlelere Hintçe başlayıp son kelimeleri İngilizce olarak tamamlıyorlardı çok zaman. Geçmişinde uzun zaman İngiliz sömürgesi olarak kalmış Hindistan'da çekilen Black için bu tavrın kasıtlı olarak sergilendiğini, aslında yerel nüfusun büyük çoğunluğunun saf denilebilecek şekilde Hintçe konuştuğunu, hatta dünya üzerinde en çok insanın konuştuğu ikinci dilin Hintçe olduğunu öğrenince içim rahatladı. Tüm dünyanın tek bir dil konuşması bir kabus olurdu ancak.

İlk cümlelerimden de anlaşılabileceği üzere, hakkında söyleyeceklerim zihnimde belirmeye başladığı andan itibaren, filmi övmek ile yermek arasında gidip geliyorum. Zira hiç de arkası boş bir film değil, idealist, kuvvetli bir anlatımı var ve bunu sevdim. Öte yandan ortaya koyduğu felsefenin bazı kısımları tam manasıyla ahmakçaydı, böyle bir manevi körlüğe sinirleniyor insan izlerken. 

Filmde yer alan aktör ve aktrislerin, abartılı tavırlarına rağmen bir hayli başarılı olduğunu söylemeliyim. Michelle'in küçük hali Ayesha Kapoor, karanlığın içinde kaybolmuş, öfke ve isyan içindeki küçük kızı son derece doğal bir şekilde oynuyordu. Rani Mukherjee de aynı inandırıcılık içinde bir yetişkin olan Michelle'in duygularını perdeye yansıtırken, sadece yürüyüş şekli biraz göze batıyordu. Kör ve sağır bir kadını oynuyor olmasının, paytak ve yaylanır gibi yürümesini gerektirdiğini sanmıyorum. Amitabh Bachchan ise görmüş geçirmiş, bilge Debraj karakteriyle mükemmel uyum sağlamış, halinden geçen binbir çeşit ifadeyle oyunculuk dersi veriyordu. Özellikle onu izlemekten büyük keyif aldım filmde. 

Black, Hintli yönetmen Sanjay Leela Bhansali'nin özene bezene çektiği, Doğu felsefesine yaslanan diyaloglarıyla derinleşen, güzel bir film. İzlemeye değer.

{Bu yazı 18.07.2010 tarihinde www.sivrisinema.com adresinde yayınlanmıştır.}


THE SECRET OF MONKEY ISLAND "Special Edition" [2009]



"The Secret of Monkey Island", 90'lara çocukluğu rastgelmiş bir çok bilgisayar oyunu meraklısı gibi beni de en çok büyüleyen oyunlardandı. Biraz şapşal ama çok sevimli Guybrush Threepwood'un komik ve eğlenceli maceralarının peşinden sürüklenmeye o zamanlar İngilizcem tam olarak yetmese de abim oynarken izlemeyi çok severdim. Bazen de biraz kurcalayıp pes ederdim. Oyunun bir çok sahnesi ve diyalogu bugün bile hatırımda, mesela 2. oyunda bir ağaca tırmanmak için uğraşırken düşen Guybrush'un anne ve babasının iskeletlerinin ona bir mesaj vermek amacıyla gelip yaptıkları o absürt dans, haritanın parçalarından birinin uçtuğu "cliff", geminin kenarına tünemiş korsanın bacağına sürdüğü cilayla kazandığı paralar.. Bir sürü şey kazınmıştı aklıma..  Ta ki dün Monkey Island'ı yenilediklerini öğrenene kadar. İlk halinin piksel piksel bölünmüş görüntüleri yumuşatılmış(ki onlarında ayrı bir yeri var bende tabii), hikayenin orijinaline tamamen sadık kalınarak elle çizilmiş mizansenleriyle Monkey Island 1 ve 2 yeniden oluşturulmuş. İşin en hoş tarafı f10 tuşuyla istediğiniz an oyunun eski haline dönebiliyorsunuz. Oyun başladığı ve yukarıda gördüğünüz Melee Island'ın eskiden yeniye değiştiği anda hissettiğim heyecanı anlatamam. Sahil kasabasındaki ışıkların güzelliğine bakakaldım. Çok iyi bir iş çıkarmışlar. Yeniden keyifle oynuyorum ve şiddetle tavsiye ediyorum. 


8 Temmuz 2010 Perşembe

EXAM / SINAV [2009]




Esrarengiz ve çok büyük bir şirkette üst düzey yönetici olarak işe alınmak için çeşitli aşamalardan geçerek son elemeye gelen sekiz kişi, uzun, penceresiz bir odaya alınır. Sınav gözcüsü olduğunu söyleyen bir adamın açıkladığı kurallara göre; verilen süre 80 dakikadır, sadece tek bir soru ve tek bir cevap hakkı vardır. Kapıdaki nöbetçiyle irtibat kurmak ve sınav kağıdına zarar vermek diskalifiye olmalarına neden olacaktır. 

Süreyi başlattıktan sonra giden gözcünün ardından,adaylar masalarının üzerindeki sınav kağıtlarının numaraları yazması haricinde tamamen boş olduğunu farkederler. İlk şoku atlattıktan sonra sorunun ne olduğunu araştırmaya başlamalarıyla bu kapalı oda bilmecesi yavaş yavaş çözülerek hikaye devam eder.. 

Filmin başında görüşme için hazırlandıklarını gördüğümüz kısa anları saymazsak, tamamı tek mekanda geçen bir film olarak "Exam" benzerleri içinde kalitesiyle dikkat çeken bir yapım. Ritmik bir şekilde iniş çıkışlar yapan psikolojik gerilim atmosferi, izleyicinin heyecan ve merakını ayakta tutmayı başarırken, "O filmi ben filanca dakikada çözmüştüm." benzeri egosantrik söylemlerden de hoşlanıyorsanız biraz daha dikkat kesilmeniz yeterli oluyor. 

Küp ve Testere gibi klostrofobik etkili filmlerden, kurbanların adaylara dönüşmesi ve odadan çıkışın elenme şartına bağlı olarak serbest olmasıyla ayrılan "Sınav", aslında bir vahşet filmi olmadığını söylüyor bize. Sona geldiğimizde herşeyin (senaryoya göre) makul bir izahı olması, dördü erkek dördü kadın adayların her birine konumlarına uygun olarak takılan lakaplar, bu zor denemede açığa çıkan gerçek karakterler bu tarz filmlerde görmeye alıştığımız öğeler olsa da film, sağlam kurgusu ve iyi oyuncularıyla ayrıcalığını kanıtlıyor.

Jimi Mistry'nin aksanına ve mimiklerine bir parantez açarsak, küstah ve atak görünümünün arkasında bir korkağı besleyen Kahverengi rolünde gayet başarılıydı. Keza Adar Beck, çok şey biliyor görünen asab bozucu psikolog olarak kutuda yerini alırken, Luke Malby hırslarını kontrol edemeyen grup lideri Beyaz kıyafetinde iyi iş çıkarıyordu.

Simon Garrity'nin hikayesinden, Stuart Hazeldine'in yazıp yönettiği İngiliz yapımı "Exam",beklentilerinizi boşa çıkarmayan türden, film izlerken zihnini yormayı sevenler için birebir, kaliteli bir oyun niteliğinde. Zekice tasarlanmış bu filmi mutlaka izleyin.



{Bu yazı 07.06.2010 tarihinde www.sivrisinema.com adresinde yayınlanmıştır.}

4 Temmuz 2010 Pazar

KLASİKLERİ NİÇİN OKUMALI_İtalo Calvino

Yayın Evi: Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık
Basım Yılı: Ekim 2008  
Sayfa Sayısı: 285


İnsan bazen aynı yanılgıya defalarca düşebilir. Bile bile yapar bunu ve zevk de alabilir. Kaleminin kuvveti kabul görmüş bir yazarın roman ve öykü gibi kurmaca yazılarına yahut hiç olmazsa denemelerine vakıf olmak yerine önce klasik yazarlar üzerine incelemelerini okumaya kalkışıp kitabın her sayfasında "Aslında okumam gereken bahsedilen kitapların kendileri!" diye içi içini yiyebilir. İtalo Calvino, okuyucusunu kendi kendine konuşmaktan kurtarıp bu düşünceyi "Klasikleri Niçin Okumalı?" kitabının en başlarında "Doğrudan özgün metinleri okumak gerek."(sf. 14) şeklinde ifade ediyor. Böyle kitabının şekilsel kaygısını yerle bir eden yazarları seviyorum.


Elbette ki, bu cinsten bir inceleme kitabını okumakta sadece kişisel olarak bilinmeyen yazarlar-klasikler üzerine bilgi sahibi olma arzusu değil, yazarın bilindik metinler üzerine bakış açısını görme isteği de yatıyor. Peki yazara ait özgün-kurmaca metinler okunmadan, okur nazarında o bakış açısının değerini ölçmek nasıl mümkün olabilir?


"Klasikleri Niçin Okumalı?" kitabını arka kapağında bahsedilen tanıdık klasik yazarlara dair cümleleri sebebiyle almıştım: 




Şimdi kitabı bitirdikten sonra bu metnin bir parça yanıltıcı olduğunu düşünüyorum, burada bahsi geçen yazarların bir kısmından hiç bahsedilmiyor, birkaç tanesi hakkında sadece bir cümleyle değinilip geçilmiş. İtalo Calvino'nun şahsi klasiklerini anlattığı yazıları, antik dönem yapıtlarından (Odysseia, Ovidius, Doğa Tarihi(..) başlayıp çağdaşı yazarlara (..)Queneau, Cesar Pavese.) uzanan kronolojik denilebilecek bir düzen içinde ilerlerken incelenen eserlerin çoğu İtalyan yazarlarına ait, diyebilirim. En iyi bildiğini yazmasına itirazım yok ama bu, kitap hakkında mühim bir ayrıntı diye düşünüyorum.


İtalyan edebiyatı üzerine yoğunlaşan kitapta Calvino'nun poetika üzerine cümlelerini ve sevdiği şairlerin dizelerindeki anlama dair şahsi kurgularını okumak keyifliydi fakat İtalyanca şiirin biçeminden bahsettiği kısımları öylece geçmek durumunda kaldım.


İtalo Calvino'nun İspanyol yazar Jorge Luis Borges üzerine yazdıkları ise benim için diğerlerinden bir adım öne geçti diyebilirim. Bir süre önce pek de hoşuma gitmeyen bir şekilde Borges'in kitaplarıyla tanıştığım, birkaç gün içinde göz atıp derhal kendilerini sahibine geri vermek suretiyle uzaklaştığım için derinlemesine bir fikir sahibi olamamıştım. Calvino, Borges'i peşinden yazar kitlelerini sürüklemiş, eşsiz kabiliyette bir adam olarak nitelerken öze yönelik yapıtlarına dair merak uyandırıcı ipuçları sunuyor. Babil Kitaplığı'na uzanarak bu bulmacayı çözme niyetindeyim.


En başta bahsettiğim yanılgıya bir daha düşer miyim, onu da zaman gösterecek.

ENSEMBLE,CEST TOUT [2007]



{Bir Aradayız, Hepsi Bu}

Yüzeyde kalmış bir film daha.. Sivrisinemadaki yazıyı okuyunca böyle bir film olduğunu hatırlayıp, biraz da Guillaume Canet hatrına izlemiştim. Anna Gavalda'nın romanından uyarlama filmin yönetmeni, uzun zaman sinema sektörünün içinde olmasına karşın bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda film çeken Claude Berri.  "Bir Aradayız, Hepsi Bu." yönetmenin son filmi olmuş. Yaşlı bir adamın nostaljik denilebilecek çalışması diyebiliriz kısaca.

Hikayenin ana karakterleri, hasta büyükannesinden kendini sorumlu hisseden aşçı Franck(Guillaume Canet), evinde kaldığı arkadaşı Philibert (Laurent Stocker) ve onun üst kat komşusu, temizlikçi Camille(Audrey Tautou)'dan oluşuyor. Büyük bir apartmanın zemin katındaki geniş dairesinde yaşayan tiyatrocu Philibert, Camille'le tanışıp (çok ani geliştiğini düşündüğüm şekilde) arkadaş oluyor. Camille hastalanınca Philibert onu alıp, kendi evine taşıyor ve üçü bir arada yaşamaya başlıyorlar. Eve yeni birinin gelişi Franck'ı önceleri rahatsız etse de zamanla Camille'den hoşlanmaya başlıyor ve olaylar gelişiyor.. demek isterdim ama pek bir olay yok filmde. Öyle kendi halinde sakin sakin ilerliyor.

Karakterlerin birbirlerine tutunma çabalarını, eksiklik ve yalnızlıklarını giderme çırpınışlarını filmden çıkarmak çok da kabil değil, kitapta ise bunlar üzerinde uzun uzun durulduğu ifade ediliyor. Başta bahsettiğim yüzeysellik de burada ortaya çıkıyor ve filmi yavanlaştırıyor açıkçası.

 "Bir Aradayız, Hepsi Bu", mekan ve oyuncu seçimleriyle sağlam bir film olsa da, bu havada kalmışlık duygusu yüzünden çok da tavsiye edilir bir film değil. İlgimin yoğunlaştığı, üzerine daha çok gidilmesi gerektiğini düşündüğüm sahneler, filmde biraz arkaplanda bırakılmış Philibert'e aitti. Kekemeliğinin tedavisi ve özellikle evde bir tiyatro oyununu tek başına prova ettiği bölüm fazlasıyla kısa olmasına rağmen etkileyiciydi. Hepsi bu :)




2 Temmuz 2010 Cuma

GECE KÜTÜPHANESİ'nde "HERCULE POİROT" HAFTASI

Bir süredir tanık olduğum, özendiğim bir etkinlik görüyordum sevgili thalassapolis, birazşöylebirazböyle ve romankarakteri bloglarında. "Bir Haftada 3 kitap" projeleri hoş bir şekilde devam ederken,  seçtikleri 3 kitabı bir hafta içinde tamamlayıp bloglarında paylaşıyorlar. Şu sıralar bu projeyi biraz daha sadeleştirerek Nietzsche okuyorlar. Ardından Kafka haftası gelecek (elimde çok fazla bitmesi ve okunması gereken kitap olduğu için buna katılamayacağım maalesef). Ve..

Gelelim bana bu cümleleri yazdıran konu seçimine. 19-25 Temmuz haftası geldiğinde, okunacak 3 kitap Agatha Christie polisiyelerinin en meşhur dedektifi, benim sevgili Hercule'ümün serüvenlerine ait olacak.  Henüz Gece Kütüphane'sinde paylaşmaya fırsat bulamasam da nacizane bir Agatha Christie koleksiyoncusu vasfıyla, onun romanlarının ve hikayelerinin peşinden çok dolaşmış, tabiri caizse İstanbul'daki sahafların altını üstüne getirmiş biri olarak nazik davetlerini kabul ettim ve çok hoşuma gitti bu. Hatta koşarak kütüphaneye gidip Poirot'ya dair ne okuyacağımı da seçtim :) Her ihtimale karşı telefonumun hatırlatmasını da ayarladım. Hoş unutacağımı sanmıyorum ama dünya hali işte, belli mi olur?

İçeriklerine, daha çok bende uyandırdıkları duygulara dair yazmamak için kendimi zor tutuyorum ama şimdilik sadece kapakları eklemeyle yetinmem gerek. Agatha Christie-"Hercule Poirot" romanlarından okuyacaklarım;




POİROT haftasında görüşmek üzere.. :)