Basım Yılı: Haziran 2019
Sayfa Sayısı: 72
'Dünyada bir zerre yoktur ki güzel yazılmak suretiyle önemli bir konu olarak kabul edilmesin. (…)
En ayrıntılı, en mükemmel kitaplarda bazı küçük şeyler eksiktir ki, o küçük şeylerin edebiyat açısından önemi pek büyüktür.'
Mehmet Kaplan'ın Hikaye Tahlilleri'nde Sâmipaşazâde Sezâi'nin. Pandomima hikayesi ile karşılaştığımda hayrete düşmüştüm. Minik bir mücevher gibi zarif ve modern bir hikayeydi, son derece dokunaklıydı da. Anlamak, sevip benimsemenin önemli bir vesilesi olduğundan, hikayenin o derin ve güzel analizinin de bunda önemli bir payı olduğunu düşünüyorum. Fakat daha sonra yazarın başka bir hikayesini okumadım, Küçük Şeyler'e dek.
Kitaptaki hikayeler: Bu Büyük Adam Kimdir?, Hiç, Kediler, İki Yüz Elli Kuruşa Bir Asır, Düğün, Bir Kitâbe-i Seng-i Mezar, Bir Mezartaşı Yazıtı, Arlezyalı, Pandomima.
Alphonse Daudet'in öyküsü Arlezyalı'yı kendi edebi duyarlılığına yakın bulduğu için çevirerek kitabına ekleyen Sâmipaşazâde Sezâi'nin hikayeleri arasında acı bir kaybın ardından yazdığı bir ağıt da bulunuyor. Küçük Şeyler'i günümüz diline döndürürken asıl metnin şiirsel üslûbuna kayıtsız kalamayarak bu ağıtın iki halini de yayınlamışlar, pek iyi olmuş.
Hâlâ düşündükçe gözümün önüne gelir. Orada, o ağaçlıkta daha pek taze olan ağaçlardan birinin verem olduğunu gördüm. Bu ağaçlığın capcanlı ve ışıl ışıl olduğu baharda o ince, o küçük ağacın dalları, yaprakları sarkmış, kederli ve düşünceli bir halde duruyordu. Sonraları en hafif rüzgâra karşı titrer, damla damla akan gözyaşları gibi küçük küçük yaprakları yere dökülür oldu. Narin vücudu akşamların rutubetinden etkilenmeye, rengi ve kokusu sabahın şebnemlerinden solup uçmaya başladı. Daima semadan bir şey bekler gibi duran ve günden güne sararıp solan bu güzel ağacın haline bütün kainat içinde yalnız seher, her sabah birkaç damla gözyaşı dökerdi.
Bir zamanlar burada buluştukları halde artık kelebekler etrafında uçuşmamaya, kuşlar göğe değen başını teşrif etmemeye başladılar. Dokunaklı şey! Dallarında ne yeşil bir yaprak, etrafında ne beyaz bir kelebek, üzerinde ne bir kuş!… İşte bu halde kuruyup bitti.
Bununla beraber, bu koruda şairane fikirlere basamak olacak kadar, meşe gibi, şimşir gibi büyümesi devirlere muhtaç olan yüksek ağaçlar vardı. Bazen bir karatavuk ağaçlığın başından girip ıslık çalarak bu yeşil kubbenin altından hızla uçup geçerdi. Bazen gün batımı bu koruya aksedince ağaçların tepeleri parlak bir yeşil, ortaları uçuk pembe, kökleri mavi görünürdü. Bazen şafak bu koruya ışıktan bir pencere yapar, o pencereden uçup gelen bir kuş, kanatlarını bu yeni ortaya çıkan ışığa karşı sallayarak o esnada heyecanlanan kalbe, şüphelerin karanlığı arasında uzaktan uzağa hatırladığı bilmem hangi aydınlık âlemden dem vururdu. Bir bülbülün, parıldayan yıldızların ta ufuklara kadar dokunduğu bir gecede, siyah, nokta kadar küçük gözlerini semanın sonsuz laciverdine çevirerek icra ettiği nağmeleri, o yüksek ve ruhu besleyen sesi kalbimde yuva yaptığı için hala gözlerimi kapayıp dinlesem, bir harabeden yükselen hüzünlü bir feryat gibi kulaklarıma gelir; bazen benden uzaklaşarak, kâh coşup kâh ara vererek deruni bir sesle öterdi. O sesin uzaktan, gecenin sessizliği içinde şeffaf bir havuza damlayan su gibi damla damla ruhumun işini döküldüğünü hissetmiştim. O gece sabaha dek gözlerimi bir dakika bile yummadım. [sf 26-27]