30 Eylül 2021 Perşembe

KÜÇÜK ŞEYLER Sâmipaşazâde Sezâi

Yayın Evi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Basım Yılı: Haziran 2019
Sayfa Sayısı: 72

'Dünyada bir zerre yoktur ki güzel yazılmak suretiyle önemli bir konu olarak kabul edilmesin. (…)

En ayrıntılı, en mükemmel kitaplarda bazı küçük şeyler eksiktir ki, o küçük şeylerin edebiyat açısından önemi pek büyüktür.' 

Mehmet Kaplan'ın Hikaye Tahlilleri'nde Sâmipaşazâde Sezâi'nin. Pandomima hikayesi ile karşılaştığımda hayrete düşmüştüm. Minik bir mücevher gibi zarif ve modern bir hikayeydi, son derece dokunaklıydı da. Anlamak, sevip benimsemenin önemli bir vesilesi olduğundan, hikayenin o derin ve güzel analizinin de bunda önemli bir payı olduğunu düşünüyorum. Fakat daha sonra yazarın başka bir hikayesini okumadım, Küçük Şeyler'e dek. 

Kitaptaki hikayeler: Bu Büyük Adam Kimdir?, Hiç, Kediler, İki Yüz Elli Kuruşa Bir Asır, Düğün, Bir Kitâbe-i Seng-i Mezar, Bir Mezartaşı Yazıtı, Arlezyalı, Pandomima.

Alphonse Daudet'in öyküsü Arlezyalı'yı kendi edebi duyarlılığına yakın bulduğu için çevirerek kitabına ekleyen Sâmipaşazâde Sezâi'nin hikayeleri arasında acı bir kaybın ardından yazdığı bir ağıt da bulunuyor. Küçük Şeyler'i günümüz diline döndürürken asıl metnin şiirsel üslûbuna kayıtsız kalamayarak bu ağıtın iki halini de yayınlamışlar, pek iyi olmuş. 

Hâlâ düşündükçe gözümün önüne gelir. Orada, o ağaçlıkta daha pek taze olan ağaçlardan birinin verem olduğunu gördüm. Bu ağaçlığın capcanlı ve ışıl ışıl olduğu baharda o ince, o küçük ağacın dalları, yaprakları sarkmış, kederli ve düşünceli bir halde duruyordu. Sonraları en hafif rüzgâra karşı titrer, damla damla akan gözyaşları gibi küçük küçük yaprakları yere dökülür oldu. Narin vücudu akşamların rutubetinden etkilenmeye, rengi ve kokusu sabahın şebnemlerinden solup uçmaya başladı. Daima semadan bir şey bekler gibi duran ve günden güne sararıp solan bu güzel ağacın haline bütün kainat içinde yalnız seher, her sabah birkaç damla gözyaşı dökerdi.

Bir zamanlar burada buluştukları halde artık kelebekler etrafında uçuşmamaya, kuşlar göğe değen başını teşrif etmemeye başladılar. Dokunaklı şey! Dallarında ne yeşil bir yaprak, etrafında ne beyaz bir kelebek, üzerinde ne bir kuş!… İşte bu halde kuruyup bitti.

Bununla beraber, bu koruda şairane fikirlere basamak olacak kadar, meşe gibi, şimşir gibi büyümesi devirlere muhtaç olan yüksek ağaçlar vardı. Bazen bir karatavuk ağaçlığın başından girip ıslık çalarak bu yeşil kubbenin altından hızla uçup geçerdi. Bazen gün batımı bu koruya aksedince ağaçların tepeleri parlak bir yeşil, ortaları uçuk pembe, kökleri mavi görünürdü. Bazen şafak bu koruya ışıktan bir pencere yapar, o pencereden uçup gelen bir kuş, kanatlarını bu yeni ortaya çıkan ışığa karşı sallayarak o esnada heyecanlanan kalbe, şüphelerin karanlığı arasında uzaktan uzağa hatırladığı bilmem hangi aydınlık âlemden dem vururdu. Bir bülbülün, parıldayan yıldızların ta ufuklara kadar dokunduğu bir gecede, siyah, nokta kadar küçük gözlerini semanın sonsuz laciverdine çevirerek icra ettiği nağmeleri, o yüksek ve ruhu besleyen sesi kalbimde yuva yaptığı için hala gözlerimi kapayıp dinlesem, bir harabeden yükselen hüzünlü bir feryat gibi kulaklarıma gelir; bazen benden uzaklaşarak, kâh coşup kâh ara vererek deruni bir sesle öterdi. O sesin uzaktan, gecenin sessizliği içinde şeffaf bir havuza damlayan su gibi damla damla ruhumun işini döküldüğünü hissetmiştim. O gece sabaha dek gözlerimi bir dakika bile yummadım. [sf 26-27]

28 Eylül 2021 Salı

KOŞMASAYDIM YAZAMAZDIM Haruki Murakami

Yayın Evi: Doğan Kitap 
Basım Yılı: 2018
Sayfa Sayısı: 171

Murakami'nin kurgu dışı, konuşur gibi yazdıklarını okumayı
 -maraton koşusuna hazırlanmak gibi hiç alakasız bir konudan bahsetse dahi- eğlenceli buluyorum. Hayatını böyle bir disipline sokmasının yazma konusundaki becerisine nasıl bir etkisi olduğunu anlatıyor. 

Roman yazmanın sağlıksız bir eylem olduğu doğrultusundaki kanıya, temelde katılmıyorum. Biz roman yazmaya çalıştığımızda, yani cümleleri kullanarak bir öyküyü ortaya çıkartmaya çalıştığımızda, insanlığın temelinde bulunan zehir gibi bir şeyi istemesek de çekip çıkarır, görünür kılarız. Yazarlar az çok zehire maruz kalır. Tehlikenin farkında olarak ustalıkla bu zehri etkisiz kılmak durumundadırlar. Bu zehir işin içine girmediği sürece, gerçek anlamda yazma eylemi ortaya konulamaz çünkü (tuhaf bir benzetmeyle söyleyecem, ama balon balığının zehirli kısmının aynı zamanda en lezzetli kısmı olmasıyla tıpatıp benzeyen bir durum galiba). Bunun, ne şekilde düşünürsek düşünelim, sağlıklı bir eylem olduğu söylenemez herhalde.

Kısacası sanatsal eylem; özünde, ortaya çıkış şekline bakıldığında, sağlıksız, antisosyal unsurları bünyesinde barındırır. Ben bunu rahatlıkla kabul edebilirim işte bu yüzden yazarlar (sanatçılar) arasında gerçek yaşantısında toplumu dışlayan, hatta asosyal tavırlar içerisine giren insanlar az değildir. Bunu da anlayabilirim. Aynı zamanda böylesi bir durumu da asla reddetmeye kalkmam.

Fakat düşünüyorum da, uzun süre profesyonel olarak roman yazmayı sürdürmeyi diliyorsak, içeride yatan böylesi tehlikeli (bazi durumlarda can alıcı da olabilir) o zehirli öze direnmek için kendimize ait bir bağışıklık sistemi oluşturmamız gerekir. Böylelikle daha güçlü ve doğru bir şekilde zehrin üstesinden gelebiliriz. Farklı bir deyişle, daha güçlü bir öykü ortaya çıkarır hale gelebiliriz. Sonra kendi bağışıklık sistemimizi oluşturup, uzun süre ayakta tutabilmek için az buz sayılamayacak bir enerji de gereklidir. Bir yerlerden o enerjiyi bulmak zorundayızdır. Hem kendi vücudumuzun gücü dışında bu enerjiyi başka nereden bulabiliriz ki?

Yanlış anlaşılmasını istemem, ama bu yöntemin bir yazar içine yegâne doğru yol olduğunu iddia ediyor değilim. Edebiyatta çok farklı türden anlatılar olduğu gibi, yazarlar arasında da farklı türden yazarlar vardır. (…)

Gerçekten sağlıksız olan şeylerle uğraşmak için insanlar mümkün olduğunca sağlıklı olmak zorundadır. Bu benim tezim. Yani sağlıksız bir ruh bile, yine sağlıklı bir vücuda gereksinim duyar. Bir paradoks gibi gelebilir. Fakat bu, profesyonel yazar olduktan sonra edindiğim, kendi bedensel deneyimlerimle hissettiğim bir durum. Sağlıklı ve sağlıksız dediğimiz, asla iki ayrı kutupta yer almaz. Birbirini zıddı şeyler de değillerdir. Bunlar birbirini tamamlar. (…)

Gençlik zamanlarında mükemmel, güzel, güçlü eserler yazan yazarların, bir yaşı geçince koyu bir çürümüşlük rengiyle sarmalandıkları olur. Edebi bezginlik ifadesini tam oturduğu kendine özgü bir çökkünlük yaşarlar. Yazdıkları şeyler, eskisi gibi güzel olabilir. Ayrıca bu bezginlikte de kendince bir tat olabilir. Fakat yazma enerjisinin düştüğü, kim bakarsa baksın, açıkça görülür. Acaba bu, sanatçının vücut gücünün, uğraştığı zehri etkisiz hale getiremeyecek kadar zayıflaması sonucu olamaz mı, diye tahmin yürütüyorum. O güne kadar söz konusu zehri doğallıkla nötrleştiren fiziksel güç, belirli bir zirveyi geçtikten sonra, artık panzehir etkisini gitgide kaybetmiştir. Hal böyle olunca o eskiden beri sürdürdüğü öznel üreticiliğini sürdürmesi zorlaşır. Hayal gücü ve bunu ayakta tutan bedensel güç dengesi bozulmuştur. Geriye, o zamana kadar geliştirdiği teknik ve yöntemleri ustaca kullanarak, son demleri yaşamaktan, eskiden arta kalanları kullanarak bir şekle şemale sokmaktan başka yol kalmamıştır. [sf 98-101]

Profesyonel olarak yazı yazan insanların çoğu gibi ben de bir şeyleri düşünürken aynı zamanda yazarım. Düşündüğüm şeyleri metne dökmek yerine, metni oluşturarak meseleleri düşünürüm. Yazma işlemi aracılığıyla düşüncelerimi şekillendiririm. Tekrar yazıp düzeltmek yoluyla düşüncelerimi derinleştiririm. [sf 119]

Parçalar tamamen yerine oturup da manzaranın bütünü görünür hale gelince, ancak işte o an ilk kez bağımsız parçaların işlevi anlaşılır. Gecenin sona erip gökyüzünün aydınlanmasıyla, o ana kadar sadece hayal meyal görülen evlerin çatılarının şekli ve renklerinin net bir şekilde ortaya çıkışı gibi. [sf 155]

Dünyadaki genel kanı açısından bakacak olursak, hiç de doğru düzgün bir yaşantı diyemeyiz herhalde. Tuhaf, acayip insan, denildiğinde bundan şikayetçi olamayız. Bu yüzden bağlılık hissi gibi ağır bir ifade kullanmasam bile, insanın içini ısıtan bir çeşit ortaklık duygusu bizim aramıza koşulsuz olarak, ilkbahar sonlarında dağların zirvesini bezeyen uçuk renkler gibi varlığını korur. [sf 157]

LEVÂYİH-İ HAYAT Fatma Aliye

Yayın Evi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Basım Yılı: Mart 2020
Sayfa Sayısı: 51

İş Bankası'nın Türk Edebiyatı Klasikleri serisiyle sevgi-nefret ilişkim var. Okurken, modern dile çevrildiği için kimbilir ne güzel kelimeleri kaçırıyorum diye huzursuz oluyorum. Çeviri hakikaten doğru bir kelime olabilir, bir eserin tercümesi ne olsa onun yerini tutmaz. 

Hanımlara Mahsus Gazete'de 1899-1900 yıllarında tefrika edilmiş bu roman kızkardeşler ve arkadaşlar arasında gidip gelen, evlilik, aşk, kadının aile ve toplumdaki yeri gibi konulardan bahseden mektuplardan oluşuyor. 

Fatma Aliye'nin Levâyih-i Hayat kitabının bu baskısını okuduktan sonra Turkuvaz Kitap'tan çıkan latin harfleriyle orijinal metni de edindim, içim rahat etti. Her sayfanın altına artık sık kullanılmayan kelimelerin mânâlarını da ekleyerek güzel bir iş çıkarmışlar.

Takdire layık bir kocanın kıymetini bilmemek ne kadar alçaklıksa, rezalet ve zevke dalıp, âlemin maskarası olacak hallerde bulunan değersiz ve itibarsız kimseleri sevmek de kendi gönlünü rezil etmekten başka nedir? Bence saygı layık olan, sevgiye layıktır. İnsan saygıyla yıkılacak şeyler ise rezillikler ve suçlar değildir.

Sen nasıl insan sevmek ve sevilmeksizin yaşayamaz diyorsan ben de bir insanı sevmek için ilk önce takdir edebilmek gerekir diyorum. [sf 29]

Orijinal:

Layık-ı takdir olan bir zevcin kıymetini bilmemek ne kadar denaet ise rezalet ve sefahatte puyan olup âlemin mucib-i hande ve istihzası olacak halette bulunan değersiz, itibarsız kimseleri sevmek de kendi gönlünü terzil etmekten başka nedir? Bence şayan-ı hürmet olan şayan-ı muhabbettir. İnsanı hürmete layık kılacak şeylerse rezail ve hatiat değildir.

Sen nasıl insan sevmek ve sevilmeksizin yaşayamaz diyorsan, ben de bir insanı sevmek için evvelce takdir edebilmek lazımdır diyorum. [Turkuvaz Kitap, sf 54-55]