6 Ekim 2021 Çarşamba

GÖLGEYE ÖVGÜ Junichiro Tanizaki

Yayın Evi: Jaguar Kitap
Basım Yılı: Mart 2019
Sayfa Sayısı: 80

Tanizaki'nin sanat, mimari ve estetik anlayışına dair yazılarından oluşan Gölgeye Övgü'yü adeta bir Çay Kitâbı kadar hoş bulduğumu, okurken keyif aldığımı hatırlıyorum ama yeniden okumam lazım.

Saçakları güneş ışınları zar zor ulaştığı oturma odasının ötesine dek uzatıyoruz ya da bir veranda yaparak güneş ışığını yine uzakta tutuyoruz. Bahçeden gelen ışık ise şojilerden hafifçe içeri sokuluyor ve bizim için bir odayı güzel kılan işte bu dolaylı ışık. Hüzünlü, kırılgan, ölmekte olan güneş ışınları mutlak bir sükûnete dalsın diye duvarlarımızı soğuk renkli bırakıyoruz. Ardiye, mutfak, hol ve bunun gibi yerlerin duvarlarında parlak bir cila olabilir ancak oturma odasının duvarları hemen hemen her zaman ince kum dokulu kil olacaktır. Buradaki herhangi bir pırıltı, cılız ışığın yumuşak, kırılgan güzelliğini yok edecektir. Loş bir duvarın yüzeyine tırmanmış, kalan kısa ömürlerini orada geçirecek soluk ışınların narin parıltısının görüntüsünden keyif alıyoruz. Bu görüntüden hiç bıkmıyoruz, bizim için bu soluk parıltı ve bu loş gölgeler herhangi bir süsten çok daha görkemli. Parıltıyı bozmamak adına kum duvarları, tek bir nötr renkle boyuyoruz. Bu ton odadan odaya farklılık gösterebilir ancak bu fark çok küçük olacaktır; tonu değişmiş bir renk değildir bu, adeta sadece bakanın haletiruhiyesinde var olan bir farklılıktır. Ve duvarları rengindeki bu ince farklıklar sayesinde her odanın gölgesi kendine has bir renk alır. [sf 35]

Biz Doğulular, ücra yerlerde gölgeler oluşturur, oralarda güzelliği ararız. "Topladığın çalıları istiflediğinde olur sana bir kulübe; çekip ayırdığında karşında durur yine bir tarla." Bizim düşünme şeklimiz budur. Güzelliği şeyin kendisinde değil ama gölgelerin desenlerinde, ışık ve karanlıkta, birinin diğeri üzerine vurduğu yerde buluruz.
Fosforlu bir mücevher karanlıkta parıldayıp rengini gösterirken gün ışığında bütün güzelliğini yitirir. Eğer gölgeler olmasaydı güzellik de olmazdı. [sf 53]

Yaşlandıkça her şeyin geçmişte daha iyi olduğunu düşünmeye başlıyoruz. Bir yüzyıl önceki yaşlılar iki yüzyıl geri gitmek isterlerken iki yüzyıl öncekiler de üç yüzyıl geri gitmek istiyorlardı. İnsanların memnun olduğu bir çağ olmadı.. [sf 69]

Japonların edebi stil konusundaki en eski ve yerleşik görüşlerinden birine göre çok bariz bir yapı yapaydır, çok düzgün bir izahat kalbin düşüncelerini tahrif eder, arayan aklın en doğru temsili basitçe 'fırçayı takip etmek'tir.* Bizim 'bilinç akışı' dediğimiz tekniğin aslında Japon edebiyatının antik tarihinde var olduğunu söylemek pek de yanlış olmaz. Japon yazarlar özetleme ve sesletimin gücünden bihaber değillerdi. Daha ziyade belli konuların (duyguların kararsızlığı, aklın kısa sürede algılamaları gibi), zihinsel sürecin düzenlice paketlediği sonuçlarının değil de belirsizliğini taşıyan bir stilde aktarılmasının daha iyi olduğunu düşünüyorlardı. [sf 77] 

*Tsurezuregusa 'fırçayı takip et' anlamındaki, aklına geleni yazma eylemi. Edebiyat tarihinde deneme türünün atası kabul edilir. En önemli örneği Yoşida Kenko'nun aynı isimdeki eseridir.

Sanat bizim günlük hayatlarımızın bir parçası olarak yaşanmalı yoksa ondan vazgeçelim daha iyi. [sf ?]

UYKU Haruki Murakami

Yayın Evi: Doğan Kitap 
Basım Yılı: Şubat 2016
Sayfa Sayısı: 90

Görünürde sıkıcı, metaforlarını çözmeye başladığınızda hayranlık uyandıran bir hikaye olarak bahsedilen, Murakami'nin ilginç öykülerinden biri. 

Uyku, birdenbire uyuyamaz hale gelen fakat günler geçmesine rağmen bununla ilgili hiçbir sıkıntı hissetmeyen evli, çocuklu bir kadının hayatından bir kesiti anlatıyor. 

Yemek hazırlama sahneleri, tekdüze evlilik hayatı v.b. yanlarıyla bana biraz Zemberekkuşu'nun Güncesi'ni hatırlattı. 

Artık uyuyamaz hale geldiğim ilk geceyi çok net hatırlıyorum. O gece kötü bir rüya gördüm. Çok karanlık, insanın tenine yapışıp kalan bir rüya. Rüyanın içeriğine varana kadar anımsamıyorum. Hatırladığım, telimde bıraktığı uğursuz dokunuş hissiydi. Bir rüyanın en önemli yerinde uyandığım. Rüyanın içerisinde biraz daha kalacak olursam, geri dönmem mümkün olmayacağı tehlikeli noktada, gizli bir el tarafından geri çekilivermiş gibi, gözlerimi aniden açıverdim. Uyandıktan sonra bir süre sesli sesli soluk alıp verdim. Ellerim, ayaklarım uyuşmuş, doğru düzgün hareket etmiyordu. Bir süre kımıldamadan durdum. Sanki bir mağaranın boşuna asılı duruyor gibiydim. Yalnızca kendi soluklarım yankılandı durdu. [sf 25]

Acaba en son ne zaman bir kitabı baştan sona okuyabildim? Bir de, acaba hangi kitaptı okuduğum? Ne kadar düşündüysem de o son kitabın adı aklıma gelmedi. İnsanın yaşamı nasıl oluyor da böylesine değişip, tam tersi bir hal alabiliyor, dedim içimden. Bir zamanlar tutkuyla, durmaksızın kitap okuyan o eski ben nereye gitmişti acaba? O yılların, o anormal denebilecek şiddetteki tutkunun anlamı neydi benim için? [sf 40]

Koltuğa oturup, kaldığım yerden Anna Karenina’yı okumaya başladım. Tekrar okuyunca anladım ki belleğimde Anna Karenina'da anlatılanlarla ilgili neredeyse hiçbir şey kalmamıştı. Karakterleri, sahneleri, neredeyse hiç anımsamıyordum. Tamamen farklı bir kitap okuduğum hissine kapıldım. Ne tuhaf, dedim içimden. İlk okuduğumda çok etkilendiğimden şüphem yoktu, ama sonuçta, aklımda hiç yer etmemişti. Yaşamış olmam gereken duygulanımlar, içimi titreten, kabaran hisler belli ki tamamen silinip gitmişti. [sf 45]

Kocamın uykuya daldığından emin olunca, oturma odasındaki koltuğa oturup kitabımı açıyordum. İlk bir hafta boyunca Anna Karenina‘yı üst üste üç defa okudum. Tekrar tekrar okudukça yepyeni şeyler keşfediyordum. Bu dev roman çok farklı keşifler, çok farklı gizemlerle doluydu. İçiçe geçirilmiş kutular gibi, dünyanın içinde küçük başka bir dünya, o küçük dünyanın içinde daha da küçük dünyalar vardı. Dahası bu dünyalar birbirine geçmiş halde başlı başına bir evreni oluşturuyordu. Bu evren kadim zamanlardan beri oradaydı ve okurun keşfetmesini bekliyordu. Bir zamanlar ben, bu evrenin hepi topu küçük bir kırıntısını kavrayabilmiştim. Fakat artık, net olarak görüyor ve anlıyordum. Tolstoy adlı yazarın orada ne anlatmaya çalıştığını, okurların bu kitaptan ne kapmasını istediğini, vermeye çalıştığı mesajı nasıl da organik bir şekilde kristalleştirerek bir roman haline getirdiğini ve bu romandaki nelerin sonuçta yazarın ötesine geçtiğini… Artık görebiliyordum. [sf 70] 

Hangi istasyona ayarladıysam, hepsi can sıkıcı Japonca rock müzikler çalıyordu yalnızca. İnsanın dişlerin çürütecek kadar tatlı sözlerle dolu vıcık vıcık aşk şarkıları.[sf 84]

4 Ekim 2021 Pazartesi

DOĞUMGÜNÜ KIZI Haruki Murakami

Yayın Evi: Doğan Kitap 
Basım Yılı: Mayıs 2019
Sayfa Sayısı: 65

Yirminci doğumgününde vardiyasını değiştireceği kız hasta olduğu için restorandaki garsonluk işine devam etmek durumunda kalan genç bir kız, müdürün hergün yemek çıkardığı fakat o güne dek ondan başka kimsenin görmediği restoran sahibi ve gerçekleşeceğine inanılan bir doğumgünü dileği..

Doğumgünü Kızı'nın gizemli, masalsı bir havası var. Ve içerisinde şahane çiçek illüstrasyonları bulunuyor. Bu hikaye de ciltli fakat şömizsiz basılmıştı ki, hem muhafaza etmesi daha kolay hem de daha hoş görünüyor diye düşünüyorum. 

...yaşananların bir hayal olduğunu düşünüyorum bazen. Sanki bir şey olmuş ve ben gerçekte olmamış şeyleri olmuş gibi hayal etmişim gibi. [sf 53]

Yüksek sesle gülünce yüzündeki solgun gülümsemenin gölgesi de kayboluverdi. [sf 57]

FIRIN SALDIRISI Haruki Murakami

Yayın Evi: Doğan Egmont
Basım Yılı: 2017
Sayfa Sayısı: 75

Bir kitapta toplanıp basılabilecek hikayelerin, tek tek ciltli ve illüstrasyonlu olarak yayınlanmasına tepki gösterenler olsa da Murakami'nin Uyku, Tuhaf Kütüphane, Fırın Saldırısı ve Doğumgünü Kızı hikayelerinin böyle özel basımlı hallerini okumanın keyifli olduğunu düşünüyorum. Bu hikayelerin içinde bulunduğu After the Quake, Elephant Vanishes gibi hikaye derlemeleri de bir gün tamamen çevrilip yayınlanır belki.

Kadın ayçörekleri ve hamur kızartmasına bakmaya devam ediyordu. Bir tuhaflık var. Hiç doğal durmadı. Ayçöreği ile hamur kızartması asla yan yana konmamalı, diye düşünüyordu sanki. İki ayrı ekmek türünün farklı ideolojisi olduğunu hissediyor gibiydi. [sf 15]

Bu tuhaf eksiklik duygusu - var olmamanın varoluşsal gerçeği- yüksek bir kulenin en tepesine çıkıldığında hissedilen, bedeni felç eden korku gibiydi. [sf 37]

Kül tablasının yanında altı adet açma halkası, denizkızından dökülmüş pullar gibi duruyordu. [sf 45]


1 Ekim 2021 Cuma

TUHAF KÜTÜPHANE Haruki Murakami

Yayın Evi: Doğan Kitap 
Basım Yılı: Aralık 2016
Sayfa Sayısı: 62

Kütüphaneye okuduğu kitapları teslim edip merak ettiği birkaç tanesini almak için giden genç bir çocuk, 107 numaralı odadaki yaşlı adam, bodrumdaki Koyun Adam, güzel bir genç kız ve sığırcık kuşu, deri ayakkabılar, tatlı çörekler, bilgiyle dolu lezzetli beyinler ve çocuğun onu endişeyle bekleyecek olan annesi.. 

Tuhaf Kütüphane, tadımlık, kısa bir hikaye. Sahilde Kafka ile Haşlanmış Harikalar Diyârı ve Dünyanın Sonu romanlarını anımsatan küçük bir kapsül gibi. İki romanı da hayli keyifle okumuştum. 

'Sen sesli konuşamıyor musun?' diye sordum kıza.
'Hayır, küçükken ses tellerimi tahrip ettiler.'
'Tahrip mi ettiler?' dedim hayretle. 'Kim yaptı bunu?'
Kız bu sorumu yanıtlamadı. Tatlı bir şekilde gülümsedi sadece. Öylesine neşe saçan bir gülümsemeyideki etrafımdaki havanın inceldiğini hissettim. [sf 30]

Labirentlerin zor yanı, seçtiğin yolun doğru olup olmadığını, sonuna kadar gitmeden bilememendir. Sonuna kadar ilerleyip de yolu karıştırdığını anladığında, geri dönüp baştan başlamak için çok geç olabilir. İşte labirentlerin sorunlu noktası da budur. [sf 52]

30 Eylül 2021 Perşembe

KÜÇÜK ŞEYLER Sâmipaşazâde Sezâi

Yayın Evi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Basım Yılı: Haziran 2019
Sayfa Sayısı: 72

'Dünyada bir zerre yoktur ki güzel yazılmak suretiyle önemli bir konu olarak kabul edilmesin. (…)

En ayrıntılı, en mükemmel kitaplarda bazı küçük şeyler eksiktir ki, o küçük şeylerin edebiyat açısından önemi pek büyüktür.' 

Mehmet Kaplan'ın Hikaye Tahlilleri'nde Sâmipaşazâde Sezâi'nin. Pandomima hikayesi ile karşılaştığımda hayrete düşmüştüm. Minik bir mücevher gibi zarif ve modern bir hikayeydi, son derece dokunaklıydı da. Anlamak, sevip benimsemenin önemli bir vesilesi olduğundan, hikayenin o derin ve güzel analizinin de bunda önemli bir payı olduğunu düşünüyorum. Fakat daha sonra yazarın başka bir hikayesini okumadım, Küçük Şeyler'e dek. 

Kitaptaki hikayeler: Bu Büyük Adam Kimdir?, Hiç, Kediler, İki Yüz Elli Kuruşa Bir Asır, Düğün, Bir Kitâbe-i Seng-i Mezar, Bir Mezartaşı Yazıtı, Arlezyalı, Pandomima.

Alphonse Daudet'in öyküsü Arlezyalı'yı kendi edebi duyarlılığına yakın bulduğu için çevirerek kitabına ekleyen Sâmipaşazâde Sezâi'nin hikayeleri arasında acı bir kaybın ardından yazdığı bir ağıt da bulunuyor. Küçük Şeyler'i günümüz diline döndürürken asıl metnin şiirsel üslûbuna kayıtsız kalamayarak bu ağıtın iki halini de yayınlamışlar, pek iyi olmuş. 

Hâlâ düşündükçe gözümün önüne gelir. Orada, o ağaçlıkta daha pek taze olan ağaçlardan birinin verem olduğunu gördüm. Bu ağaçlığın capcanlı ve ışıl ışıl olduğu baharda o ince, o küçük ağacın dalları, yaprakları sarkmış, kederli ve düşünceli bir halde duruyordu. Sonraları en hafif rüzgâra karşı titrer, damla damla akan gözyaşları gibi küçük küçük yaprakları yere dökülür oldu. Narin vücudu akşamların rutubetinden etkilenmeye, rengi ve kokusu sabahın şebnemlerinden solup uçmaya başladı. Daima semadan bir şey bekler gibi duran ve günden güne sararıp solan bu güzel ağacın haline bütün kainat içinde yalnız seher, her sabah birkaç damla gözyaşı dökerdi.

Bir zamanlar burada buluştukları halde artık kelebekler etrafında uçuşmamaya, kuşlar göğe değen başını teşrif etmemeye başladılar. Dokunaklı şey! Dallarında ne yeşil bir yaprak, etrafında ne beyaz bir kelebek, üzerinde ne bir kuş!… İşte bu halde kuruyup bitti.

Bununla beraber, bu koruda şairane fikirlere basamak olacak kadar, meşe gibi, şimşir gibi büyümesi devirlere muhtaç olan yüksek ağaçlar vardı. Bazen bir karatavuk ağaçlığın başından girip ıslık çalarak bu yeşil kubbenin altından hızla uçup geçerdi. Bazen gün batımı bu koruya aksedince ağaçların tepeleri parlak bir yeşil, ortaları uçuk pembe, kökleri mavi görünürdü. Bazen şafak bu koruya ışıktan bir pencere yapar, o pencereden uçup gelen bir kuş, kanatlarını bu yeni ortaya çıkan ışığa karşı sallayarak o esnada heyecanlanan kalbe, şüphelerin karanlığı arasında uzaktan uzağa hatırladığı bilmem hangi aydınlık âlemden dem vururdu. Bir bülbülün, parıldayan yıldızların ta ufuklara kadar dokunduğu bir gecede, siyah, nokta kadar küçük gözlerini semanın sonsuz laciverdine çevirerek icra ettiği nağmeleri, o yüksek ve ruhu besleyen sesi kalbimde yuva yaptığı için hala gözlerimi kapayıp dinlesem, bir harabeden yükselen hüzünlü bir feryat gibi kulaklarıma gelir; bazen benden uzaklaşarak, kâh coşup kâh ara vererek deruni bir sesle öterdi. O sesin uzaktan, gecenin sessizliği içinde şeffaf bir havuza damlayan su gibi damla damla ruhumun işini döküldüğünü hissetmiştim. O gece sabaha dek gözlerimi bir dakika bile yummadım. [sf 26-27]

28 Eylül 2021 Salı

KOŞMASAYDIM YAZAMAZDIM Haruki Murakami

Yayın Evi: Doğan Kitap 
Basım Yılı: 2018
Sayfa Sayısı: 171

Murakami'nin kurgu dışı, konuşur gibi yazdıklarını okumayı
 -maraton koşusuna hazırlanmak gibi hiç alakasız bir konudan bahsetse dahi- eğlenceli buluyorum. Hayatını böyle bir disipline sokmasının yazma konusundaki becerisine nasıl bir etkisi olduğunu anlatıyor. 

Roman yazmanın sağlıksız bir eylem olduğu doğrultusundaki kanıya, temelde katılmıyorum. Biz roman yazmaya çalıştığımızda, yani cümleleri kullanarak bir öyküyü ortaya çıkartmaya çalıştığımızda, insanlığın temelinde bulunan zehir gibi bir şeyi istemesek de çekip çıkarır, görünür kılarız. Yazarlar az çok zehire maruz kalır. Tehlikenin farkında olarak ustalıkla bu zehri etkisiz kılmak durumundadırlar. Bu zehir işin içine girmediği sürece, gerçek anlamda yazma eylemi ortaya konulamaz çünkü (tuhaf bir benzetmeyle söyleyecem, ama balon balığının zehirli kısmının aynı zamanda en lezzetli kısmı olmasıyla tıpatıp benzeyen bir durum galiba). Bunun, ne şekilde düşünürsek düşünelim, sağlıklı bir eylem olduğu söylenemez herhalde.

Kısacası sanatsal eylem; özünde, ortaya çıkış şekline bakıldığında, sağlıksız, antisosyal unsurları bünyesinde barındırır. Ben bunu rahatlıkla kabul edebilirim işte bu yüzden yazarlar (sanatçılar) arasında gerçek yaşantısında toplumu dışlayan, hatta asosyal tavırlar içerisine giren insanlar az değildir. Bunu da anlayabilirim. Aynı zamanda böylesi bir durumu da asla reddetmeye kalkmam.

Fakat düşünüyorum da, uzun süre profesyonel olarak roman yazmayı sürdürmeyi diliyorsak, içeride yatan böylesi tehlikeli (bazi durumlarda can alıcı da olabilir) o zehirli öze direnmek için kendimize ait bir bağışıklık sistemi oluşturmamız gerekir. Böylelikle daha güçlü ve doğru bir şekilde zehrin üstesinden gelebiliriz. Farklı bir deyişle, daha güçlü bir öykü ortaya çıkarır hale gelebiliriz. Sonra kendi bağışıklık sistemimizi oluşturup, uzun süre ayakta tutabilmek için az buz sayılamayacak bir enerji de gereklidir. Bir yerlerden o enerjiyi bulmak zorundayızdır. Hem kendi vücudumuzun gücü dışında bu enerjiyi başka nereden bulabiliriz ki?

Yanlış anlaşılmasını istemem, ama bu yöntemin bir yazar içine yegâne doğru yol olduğunu iddia ediyor değilim. Edebiyatta çok farklı türden anlatılar olduğu gibi, yazarlar arasında da farklı türden yazarlar vardır. (…)

Gerçekten sağlıksız olan şeylerle uğraşmak için insanlar mümkün olduğunca sağlıklı olmak zorundadır. Bu benim tezim. Yani sağlıksız bir ruh bile, yine sağlıklı bir vücuda gereksinim duyar. Bir paradoks gibi gelebilir. Fakat bu, profesyonel yazar olduktan sonra edindiğim, kendi bedensel deneyimlerimle hissettiğim bir durum. Sağlıklı ve sağlıksız dediğimiz, asla iki ayrı kutupta yer almaz. Birbirini zıddı şeyler de değillerdir. Bunlar birbirini tamamlar. (…)

Gençlik zamanlarında mükemmel, güzel, güçlü eserler yazan yazarların, bir yaşı geçince koyu bir çürümüşlük rengiyle sarmalandıkları olur. Edebi bezginlik ifadesini tam oturduğu kendine özgü bir çökkünlük yaşarlar. Yazdıkları şeyler, eskisi gibi güzel olabilir. Ayrıca bu bezginlikte de kendince bir tat olabilir. Fakat yazma enerjisinin düştüğü, kim bakarsa baksın, açıkça görülür. Acaba bu, sanatçının vücut gücünün, uğraştığı zehri etkisiz hale getiremeyecek kadar zayıflaması sonucu olamaz mı, diye tahmin yürütüyorum. O güne kadar söz konusu zehri doğallıkla nötrleştiren fiziksel güç, belirli bir zirveyi geçtikten sonra, artık panzehir etkisini gitgide kaybetmiştir. Hal böyle olunca o eskiden beri sürdürdüğü öznel üreticiliğini sürdürmesi zorlaşır. Hayal gücü ve bunu ayakta tutan bedensel güç dengesi bozulmuştur. Geriye, o zamana kadar geliştirdiği teknik ve yöntemleri ustaca kullanarak, son demleri yaşamaktan, eskiden arta kalanları kullanarak bir şekle şemale sokmaktan başka yol kalmamıştır. [sf 98-101]

Profesyonel olarak yazı yazan insanların çoğu gibi ben de bir şeyleri düşünürken aynı zamanda yazarım. Düşündüğüm şeyleri metne dökmek yerine, metni oluşturarak meseleleri düşünürüm. Yazma işlemi aracılığıyla düşüncelerimi şekillendiririm. Tekrar yazıp düzeltmek yoluyla düşüncelerimi derinleştiririm. [sf 119]

Parçalar tamamen yerine oturup da manzaranın bütünü görünür hale gelince, ancak işte o an ilk kez bağımsız parçaların işlevi anlaşılır. Gecenin sona erip gökyüzünün aydınlanmasıyla, o ana kadar sadece hayal meyal görülen evlerin çatılarının şekli ve renklerinin net bir şekilde ortaya çıkışı gibi. [sf 155]

Dünyadaki genel kanı açısından bakacak olursak, hiç de doğru düzgün bir yaşantı diyemeyiz herhalde. Tuhaf, acayip insan, denildiğinde bundan şikayetçi olamayız. Bu yüzden bağlılık hissi gibi ağır bir ifade kullanmasam bile, insanın içini ısıtan bir çeşit ortaklık duygusu bizim aramıza koşulsuz olarak, ilkbahar sonlarında dağların zirvesini bezeyen uçuk renkler gibi varlığını korur. [sf 157]

LEVÂYİH-İ HAYAT Fatma Aliye

Yayın Evi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Basım Yılı: Mart 2020
Sayfa Sayısı: 51

İş Bankası'nın Türk Edebiyatı Klasikleri serisiyle sevgi-nefret ilişkim var. Okurken, modern dile çevrildiği için kimbilir ne güzel kelimeleri kaçırıyorum diye huzursuz oluyorum. Çeviri hakikaten doğru bir kelime olabilir, bir eserin tercümesi ne olsa onun yerini tutmaz. 

Hanımlara Mahsus Gazete'de 1899-1900 yıllarında tefrika edilmiş bu roman kızkardeşler ve arkadaşlar arasında gidip gelen, evlilik, aşk, kadının aile ve toplumdaki yeri gibi konulardan bahseden mektuplardan oluşuyor. 

Fatma Aliye'nin Levâyih-i Hayat kitabının bu baskısını okuduktan sonra Turkuvaz Kitap'tan çıkan latin harfleriyle orijinal metni de edindim, içim rahat etti. Her sayfanın altına artık sık kullanılmayan kelimelerin mânâlarını da ekleyerek güzel bir iş çıkarmışlar.

Takdire layık bir kocanın kıymetini bilmemek ne kadar alçaklıksa, rezalet ve zevke dalıp, âlemin maskarası olacak hallerde bulunan değersiz ve itibarsız kimseleri sevmek de kendi gönlünü rezil etmekten başka nedir? Bence saygı layık olan, sevgiye layıktır. İnsan saygıyla yıkılacak şeyler ise rezillikler ve suçlar değildir.

Sen nasıl insan sevmek ve sevilmeksizin yaşayamaz diyorsan ben de bir insanı sevmek için ilk önce takdir edebilmek gerekir diyorum. [sf 29]

Orijinal:

Layık-ı takdir olan bir zevcin kıymetini bilmemek ne kadar denaet ise rezalet ve sefahatte puyan olup âlemin mucib-i hande ve istihzası olacak halette bulunan değersiz, itibarsız kimseleri sevmek de kendi gönlünü terzil etmekten başka nedir? Bence şayan-ı hürmet olan şayan-ı muhabbettir. İnsanı hürmete layık kılacak şeylerse rezail ve hatiat değildir.

Sen nasıl insan sevmek ve sevilmeksizin yaşayamaz diyorsan, ben de bir insanı sevmek için evvelce takdir edebilmek lazımdır diyorum. [Turkuvaz Kitap, sf 54-55]

16 Ağustos 2021 Pazartesi

BİR GENÇ KIZ YETİŞİYOR Betty Smith

Yayın Evi: Altın Kitaplar 
Basım Yılı: 2009
Sayfa Sayısı: 525

1943 yılında basılmış bu kitap, ilkgençliğimde Genç Kızlar romanı ile birlikte o kadar popülerdi ki, sahaflarda, kitapçılarda defalarca gördüğüm, bahsini duyduğum halde niçin okumamıştım, bilmiyorum. Aslında bulüğ çağında okunduğunda beğenilebilecek bir kitap olduğunu, 'O zamanlar okusaydım severdim.' diyeceğimi bilsem de bu eksiği gidermek istedim. 

Francie girip de kapıyı, kütüphanelerde yapılması geldiği üzere, usulcacık kapadıktan sonra çabucak, kütüphane memurunun yazı masasının ucunda duran ufak, sarıya çalar kahverengi vazoya baktı. Bu, mevsimi bildiren bir vazoydu. İçinde kışın bir iki dal it üzümü, Aralık sonunda da pırnal meşesi bulunuyordu. Francie vazoda kedi tırnağını gördüğü zaman, yerler karla örtülü olsa bile, baharın geldiğini anlardı. Ya bugün, 1912 yazının bu cumartesi gününde vazoda ne vardı? Bakışlarını yavaş yavaş vazodan ince yeşil saplara, küçük yuvarlak yapraklara kaldırdı ve Latin çiçeklerini gördü. Kırmızı, sarı altın rengi ve fildişi gibi beyaz. Bu nefis manzarayı görür görmez karnına bir ağrı saplandı. Bu bütün hayatınca anımsanacak bir olaydı.

Büyüdüğüm zaman, diye düşündü. Böyle kahverengi bir vazo alacağım ve Ağustos sıcağında içine Latin çiçekleri dolduracağım.

Elini cilalı masanın ucuna koydu. Bu masaya dokunmak hoşuna giderdi. Yeni açılmış kalemlerin düzgün dizisine, dört köşeli temiz, pembe kurutma kağıdına, kreme benzeyen zamkın şişkin beyaz kavanozuna ve düzgün kart yığınıyla, raflara konmak için bekleyen geri getirilmiş kitaplara baktı. Üstünde tarih damgası olan o ilginç kalem, kurutma kağıdının yanında tek başına duruyordu.

Evet, büyüyüp kendi evim olduğu zaman ne kadife koltuk isterim ne tül perde. Ne de kauçuk ağacı. Salonunda böyle bir yazı masası, beyaz duvarlar, her cumartesi akşamı temiz pembe bir deste kurutma kağıdı ile bir sıra uçları sivriltilmiş, parlak sarı kurşun kalem, içinde her gün bir çiçek ya da birkaç yaprak olan sarımtırak kahverengi bir vazo ve bir dolu kitap… kitap… kitap…[sf 36]

Mahalledeki dükkânlar bir kent çocuğunun yaşamında önemli yer tutar. Bu dükkânlar çocuğun yaşamın sürmesini sağlayan nesneler ile yüzyüze getirir. Bu dükkânlarda çocuk ruhunun özlediği güzellikler, yalnızca düşlerinde elde edebileceği erişilmez şeyler vardır.

Francie'nin belki de en çok sevdiği rehinci dükkânlarıydı. Ama demir parmaklıklı vitrinlerine serpilmiş hazinelerden ve yan kapılardan sessizce giren omzu şallı kadınların verdiği gölgeli serüven duygusundan dolayı değil de, dükkânın ta üstüne asılan ve güneşte ışıldayan rüzgâr estiği zaman, olgun, altın elmalar gibi ağır ağır sallanan üç tane, büyük altın renkli top yüzünden.

Rehincinin bir yanında bir çörekçi dükkânı vardı; alabilecek kadar parası olanlara, üzerlerindeki kremalara kırmızı kiraz şekerlemeleri konmuş pastalar satardı.

Diğer yanda Gollender'in boya dükkânı vardı. Vitrinde çatlağı göze batacak şekilde yapıştırılmış bir tabak asılıydı. Tabağın alt tarafında bir delik açılmış bu deliğe de ucunda ağır bir kaya parçası olan bir ip bağlanmıştı. Bu, Majör tutkalının ne denli sağlam olduğunu gösteriyordu. Bazıları tabak demirden yapılmış da, çatlak porselene benzetilerek boyanmış, derlerdi. Ama Francie, onun kırılmış ve tutkalın sağlamlığıyla yine bütünleşmiş gerçek bir tabak olduğuna inanmayı yeğ tutardı. (…)

Francie'nin en sevdiği dükkânlardan biri de çay, kahve ve baharatdan başka hiçbir hiçbir şey satmayan dükkândı. Bu dükkân sıra sıra cilalı kutular ve insanın aklına yabancı yerler getiren garip, romantik kokularla dolu, heyecan verici bir yerdi. Bir rafta, üstüne siyah çini mürekkebi ile serüven kokan kelimeler yazılmış on, oniki tane kahve kutusu vardı. Brezilya! Arjantin! Türk! Cava! Karışık! Çay daha küçük kutularda dururdu, kapakları eğik, güzel kutular. Bu kutuların üzerinde: Formoza, Çin, Badem Çiçeği, Yasemin, İrlanda Çayı, diye yazardı. Baharatlar, tezgahın arkasındaki minicik kutuların içindeydiler. İsimleri raf boyunca dizilip yürüyüşe çıkmış gibi görünürdü: kimyon, karanfil, tarçın, hint biberi, zencefil, karabiber, adaçayı, kekik, nane, hint cevizi. Alınan biberler her seferinde ufacık bir değirmende çekilirdi.

Elle çevrilen büyük bir kahve değirmeni vardı. Çekirdek kahve, parlak pirinçten bir huniye konur ve büyük tekerlek iki elle çevrilirdi. Güzel kokulu çekilmiş kahve arkadaki kepçe biçimindeki kırmızı kutuya dökülürdü.

Çay satan adamın nefis bir terazisi vardı: yirmibeş yılı aşkın bir zamandır her gün silinip parlatılmaktan artık iyice incelmiş olan, altın gibi parlak iki pirinç kefeyi Francie, biraz kahve veya karabiber aldığı zaman dikkatle izlerdi. Üstünde 'Ağırlık' yazan parlak gümüş renkli ağırlık, terazinin bir kefesine konur, alınan güzel kokulu madde de gümüş gibi parlayan bir kepçeyle alınarak hafifçe diğer kefeye boşaltılırdı. Kepçeye bir iki tane daha biber eklenir ya da yavaşça bir iki tane çıkartılırdı. Francie soluğunu tutardı. İki altın renkli kefe hareketsiz kalıp kusursuz bir denge sağladığı dakika çok güzel bir dakikaydı. İnsana eşyanın böylesine düzgün, böylesine dengeli olduğu bir dünyada yolsuz hiçbir şey olamazmış gibi gelirdi.

Francie için gizemli şeylerin en gizemlisi Çinli'nin tek pencere dükkânıydı. Çinli saç örgüsünü başına dolardı. Katie onun bunu, istediği zaman Çin’e dönebilsin diye yaptığını söylerdi. Örgüsünü bir kez kesti mi onun bir daha Çin'e dönmesine hiçbir zaman izin vermezlermiş. Çinli, siyah terlikli ayaklarını sürüye sürüye sessizce gider gelir ve gömlekler konusunda verilen önergeleri sabırla dinlerdi. Francie bir şey söylediği zaman Çinli ellerini uzun ceketini geniş kollarına sokar ve gözlerini yere indirirdi. Francie onun bilgili ve anlayışlı bir adam olduğunu, tüm dikkatiyle dinlediğini sanırdı. Ama Çinli pek az İngilizce bildiği için onun söylediklerinin hiçbirini anlamazdı. Bildiği bütün İngilizce 'Shortee' sözcüğünden ibaretti. (…)

En eğlenceli dakikalar, Çinlinin para bozması gerektiği zamanlardı. Üstüne mavi, kırmızı, sarı ve yeşil toplar geçirilmiş ince çubuklardan yapılma ufak, tahta bir hesap oyuncağı çıkarırdı. Topları çubuklar üstünde ileri geri iter ve bildirirdi. 'Oduz doguz sent.'. O minik minik toplar ona ne kadar para isteyeceğini, geriye kaç para vereceğini gösterirdi. Ah, bir Çinli olmak diye içinden geçirirdi Francie. Para hesaplamak için böyle güzel bir oyuncağı bulunmak, ah, garip fındıklardan canı istediğince yemek ve hiç sobanın üstünde durmadığı halde hep sıcak olan ütüdeki gizi bilmek. Ah, bileğin hızlı bir bükülüşüyle, küçücük bir fırçayla o kara şekilleri boyayabilmek ve bir kelebek kadar narin, duru, kara çizgiler çizmek! İşte bu Brooklyn'deki Doğu esrarıydı. [sf 156-160]

Bebeğin kar gibi yastığının üstünde bir iki ufacık kan lekesi görür gibi oldu, yüzündeki ince kan çizgisini, annesi kucaklasın diye açılan kollarını… Francie'nin yüreğinde bir acı dalgası kabardı ve geçtiği zaman Francie'yi kırık dökük bıraktı. Bir dalga daha geldi, yüregine çarptı ve çekildi. Francie evlerinin bodrumuna indi, en karanlık köşedeki bir çuval yığınının üstüne oturdu ve içindeki acı dalgaları kabarırken bekledi. Her dalga dağılır ve yeni bir tanesi toplanırken titriyordu. Oturduğu yerde kendisini sıkıyor ve dalgaların dinmesini bekliyordu. Dinmezlerse ölürdü artık… ölürdü. (…)

Yukarı; kendi katlarını çıktı ve aynaya baktı. Gözlerin altında karanlık gölgeler vardı ve başı ağrıyordu. Mutfaktaki eski muşamba kanepeye uzandı ve annesinin eve gelmesini bekledi. [sf 265]

Frankie gidip büyük pencerenin yanında durdu. Buradan, yirmi kat aşağıda akan East River'ı görebiliyordu. Bu ırmağı o pencereden son seyredişi olacaktı. Bütün 'son kez'lerde de, ölüm gibi, iç sızlatan bir şey vardır. Francie şimdi, bir daha hiç bu türlü görmemek üzere gördüğüm şey, diye düşündü Ah, son defasında insan her şeyi ne kadar açık görüyor, büyütücü bir ışık tutulmuş gibi. Sonra da, her gün gördüğü zamanlar buna daha sıkı sarılmadığı için yanıyordu.

Büyükannesi Marie Rommely ne demişti? 'Her zaman her şeye, ilk ya da son kez görüyormuşsunuz gibi bakın. İşte böylece yeryüzünde geçen vaktiniz güzel olur.' [sf 510]

1 Ağustos 2021 Pazar

RENGİN ÖLÜMÜ Sohrâb Sepehri

Yayın Evi: Demavend Yayınları
Basım Yılı: 2016
Sayfa Sayısı: 80

Sohrâb Sepehri'nin birkaç şiirini tercüme etmeye uğraştıktan  sonra, yazdıklarından daha fazlasını okumak istemiştim. Derin, hüzünlü, çok güzel bir lisânı var. Klasik İrân şiirinin ilhâmıyla modern şiire yaklaşan tavrını hissediyorsunuz mısrâlarda. 

Rengin Ölümü, şairin Sekiz Kitap derlemesinin ilk kitâbı imiş. Bu baskıda Farsça metinlerin olması da takdire şayan bir durum. 

 Duman Yükseliyor, Tan Ağartısı, Rengin Ölümü, Kuruntu, Zehir Şarkısı. 

Gecenin özünü emiyorum
Ve bedenin büyüsüne bulanmamış bir rengin peşinde
Bakışımla süzüyorum onun kül dolu gözünü


Yok oluşumun ardından, nice zamandır
Zehir döküyor damarlarıma bu insafsız büyü
O sütle karıştırmak için
Sonra düşüncesinin izini kaybetmesi için düşüncemin,
Yumuşak davranıyor bana.
Ama ne kadar gafil!
Ne kadar da verimsiz onun planları!
Her an gülüyor benim nabzım onun düşüncesine.
Yeşerdiğini bilmiyor ki
Verimli varlığımın onun zehir bataklığında, 
Ve yine bilmiyor zehrin içinde yıkadığımı
Her ağlayışın, her gülüşün bedenini,
Dirilir düşüncemin kurdu, zehrin ıslaklığında
Zehrin toprağında bitiyor, şiirimin acı bitkisi. [Zehir Şarkısı, sf 79]

AŞK DİLİNİN GRAMERİ Kayser Eminpur

Yayın Evi: Demavend Yayınları
Basım Yılı: 2018
Sayfa Sayısı: 191

Yayınevi şiirleri orijinal metinleriyle de bastığı için, kitabı üzerinde Farsça çalışmak için almıştım. Ancak çok hevesli olmama rağmen Kayser Eminpur'un bu kitabından sadece iki şiirini beğenebildim. 

ama
harikamız budur bizim:
aşkı götürdük okula, 
kısacık koridor boyunca
o küçücük kütüphanede,
yeniden, bir iki an birlikte okuyalım diye
kütüphaneden ödünç aldığımız
o eski kitabı, 
-yani 'işaretler' kitabını.

sessizce okuyorduk kitabı, 
ama çevirirken yapraklarını, 
sadece, arada bir bakışmalar..
ansızın
'Şşşt!' parmakları her taraftan nişan aldı bize
sanki gözlerimizin çekişmesi 
o kütüphanede uymamıştı sessizliğe! [Dünya Âşıklarının Ruh İkizi, sf 15]

Çocuk, kedileri ile oynuyor evin avlusunda.
Anne, dikiş makinesinin başında, bütün dikkatini vermiş iğnedeki ipliğe.
Taze demlenmiş çay kokusu, yayılıyor evin her köşesine.
Kapı sesi! -'Belki de babam!' [Barış Projesi (1) sf 29]

UÇMA TAKLİDİ Ayşe Sevim

Yayın Evi: Şule Yayınları
Basım Yılı: 2018
Sayfa Sayısı: 61

Basıldığını öğrenir öğrenmez alıp okumuş ve hemen hemen kitaptaki bütün şiirleri çeşitli yazı tipleri denediğim deftere yazmıştım. Üç sene geçmiş. Dün gece baştan sona yeniden okudum ve kelimelerinin hissettirdiklerinde bir defa daha kaybolup gittim. Nasıl farklı bir dünya kurduğunu anlatamam ama modern Türk şiiri denince aklıma Ayşe Sevim'in geldiğini söyleyebilirim. 

upuzun bir yılan gibi çevreliyor dünyayı kelimeler 
mezarlıklara başımızı sokmuş, ölü yiyoruz
hâlbuki biz birbirimizi severdik hatırla
sana bir şey olsa, günlerimin beti benzi atardı
bir bardak dua getirirdin sen de
bu soğuk iman girmeden göğsümüze [Soğuk İman, sf 33]

sayın kibir 
bu yüzyılı sizin için rezerve etti insanlar
isterseniz google earth'den bakın, her caddeye sizin nalınızı çaktık [Kibre Mektup, sf 34]

28 Temmuz 2021 Çarşamba

BİR KADININ YAŞAMINDAN YİRMİDÖRT SAAT Stefan Zweig

Yayın Evi: Türkiye İş Bankası Modern Klasikler
Basım Yılı: 2018
Sayfa Sayısı: 71

Her ne kadar Zweig'in incelikli anlatımı dahî olsa, bu hikayenin sağlam bir dayanak noktası olduğunu, heyecanıyla insanı içine çektiğini söyleyemem. Yazarın diğer şahane hikayelerini andırsa da içi boş bir kukla gibi tatsızdı. 

'Fransız taşrasında bir otelde karşılaşan Mrs C. ve yazar, orada konaklayan evli çiftlerden birinin karısının birkaç saat vakit geçirdiği serseri bir gençle kaçmasından sonra, onları ayıplayan, kınayan topluma karşı, gidenleri anlamaya çalışan bir görüşü paylaşırlar. Bu düşünsel yakınlık, Mrs C.'nin, geçmişinde yer alan bir günlük, benzer bir sergüzeşti anlatmasına varır..'

Akşam sözleştiğimiz saatte kapısını çaldım, kapı hemen açıldı: içeriye pastel bir ışık hâkimdi, sadece masanın üzerindeki küçük okuma lambası yarı karanlık odaya huni şeklinde sarı bir ışık yaymıştı. [sf 14]

Bu beklenmedik anda tüm korku ve ürkeklikler ağır, siyah bir manto gibi üstümden düştü; artık utanmıyordum, hayır mutlu olduğum bile söylenebilirdi. [sf 42]

MESLEĞİM YAZARLIK Haruki Murakami

Yayın Evi: Doğan Kitap
Basım Yılı: 2019
Sayfa Sayısı: 207

Kısacık bir sürede okumuştum diye hatırlıyorum bu kitabı. Yeni bir şey söylemiyor elbette yazarlığa dair ama Murakami'nin romanlarını, öykülerini zevkle okuyan biri için onun bu konuya bakış açısını, hayatını bir yazar olarak nasıl kurduğunu da görmek hoş oluyor. 

Polonyalı şair Zbigniew Herbert şöyle demiş. 'Kaynağa ulaşmak için akıntıya karşı yüzmeli. Akıntıyla yüzüp giden şey çöptür sadece.' (Robert Harris, Aforizma, Sanctuary Yayıncılık). Oldukça cesaret verici bir cümle, değil mi ama? [sf 70]

Dünyamızda roman yazarı olmak isteyen birinin yapması gereken, çabucak bir sonuca varmak değil, mümkün olduğunca malzeme toplayıp biriktirmektir. Böylesi bir hammadi bolca biriktirme 'alanını', kişi içinde kurar. Yine de orada her şeyi tutmak, 'olduğu haliyle' her şeyi akılda tutmak, gerçekçi olursak, mümkün değildir. Hafıza kapasitemizin bir sınırı vardır. Bu yüzden orada en düşük düzeyde bir 'bilgi işlem yönetimi' gereklidir.

Çoğu durumda aklımda kalan şey, bir olayın (bir şeyin, bir görüntünün) çok ilgimi çeken birkaç ayrıntısıdır. Bütünü olduğu haliyle hafızada tutmak zor olduğundan (ezberlediğimi sandığım anda muhtemelen hemen unutuverdiğim için), oradaki özel, somut detaylardan bazılarını çekip çıkarır, onları sonradan hatırlaması kolay halde zihnimde tutmak için uğraşırım. İşte bu benim 'düşük bilgi işlem yönetimi'mdir.

Bunlar insana 'Aa!' dedirten somut, ilgi çekici ayrıntılardır. Pek çoğunu düzgün şekilde açıklamak mümkün değildir. Mantıkla örtüşmeyen, akla sığmayan, anlaşılmayan, gizemli şeyler olabilir. Böyle şeyleri toplar, üzerine basit bir etiket yapıştırıp (tarih, yer, durum) akıllı tutarım. Deyim yerindeyse, zihnimdeki kişisel dolabın çekmecelerine yerleştiririm. Elbette not kağıtları hazırlayıp onların üzerine yazsam da olur ama aklımda tutmak benim daha çok hoşuma gidiyor. Not defterini yanında taşımak zahmetli olduğu gibi bir kez harflere döküp rahatlayınca not ettiklerinin tümünü olduğu gibi unutmak da çok sık görülen bir durumdur çünkü. Aklıma bir sürü şeyi olduğu haliyle bıraktığımda silinmesi gerekenler silinir, kalması gereken kalır. Ben belimin içinde böylesi bir doğal seçilim olmasından da haz alıyorum. 

Sevdiğim bir anekdot var. Şair Paul Valéry, Albert Einstein ile yaptığı söyleşisinde, 'Aklınıza aniden  gelen iyi bir fikri yazmak için yanınızda not defteri taşıyor musunuz?' diye sormuş. Bu soru üzerine Einstein'ın yüzünde nazik ama çok şaşkın bir ifade belirmiş. 'Yoo öyle bir gereksinimim olmuyor. Aklıma aniden iyi bir fikir gelmiyor çünkü' diye yanıtlamış.

Tam da öyle, benim de 'Şimdi burada bir not defteri olsaydı keşke' diye düşündüğüm bir durum bugüne dek neredeyse hiç olmadı. Dahası gerçekten önemli bir şey bir kez aklınıza gelince pek o kadar kolay da unutulmaz. [sf 82]

5 Mayıs 2021 Çarşamba

KÜÇÜK İNSANLAR BÜYÜK HAYALLER AGATHA CHRİSTİE Elisa Munsó Maria Vegara

Yayın Evi: Martı Çocuk
Basım Yılı: 2019
Sayfa Sayısı: 26

Agatha Christie ile ilgili ne yazılmışsa okumak, ne çizilmişse görmek istediğim için bu çocuk kitabını da edindim ama illustrasyonlarına pek fazla bayıldığımı söyleyemem. 

Yazarın hayatına dair anlattıkları da zaten bildiğim şeyler olunca çok bir şey ifade etmedi ama yine de arşivimde dursun istiyorum. 

Aslında öyle güzel kitaplar var ki bu konuda, hemen hemen hiçbiri çevrilmiş değil. John Curran'ın ikinci kitabı Murder in the Making dahi Altın Kitaplar'ın teveccühüne mazhar olamadı maalesef. :)



1 Mart 2021 Pazartesi

SPUTNİK SEVGİLİM Haruki Murakami

Yayın Evi: Doğan Kitap
Basım Yılı: 2017
Sayfa Sayısı: 224

Murakami'nin klasik kurgu dünyasına iyi bir örnek: Sputnik Sevgilim. Karakterlerinin hayatlarını sonsuza dek değiştiren büyük olaylar, kayboluşlar, arayışlar v.s. diğer romanlarına benzese de, bu kitabın oldukça düzenli ve sade bir olay örgüsü var. Ana karakterlerinin haricinde yan hikayeler kurmadığı için -ki bu, mesela Zemberekkuşu'nun Güncesi'ni sürekli bölen şeylerden biriydi- derli toplu bir şekilde ilerlerleyip bitirebilmek okur açısından hoş bir his veriyor. 

Anlatıcı var; adını bilmediğimiz bir genç adam, üniversitede tanıştığı, yazar olmak isteyen Sumire'yle yakın arkadaşlar ve Sumire de Myu adında orta yaşlı bir kadına hayranlık duyuyor. Roman, bu üç kişinin ilişkileri üzerinden pek bir tarafa sapmadan Japonya, İtalya ve Yunanistan'da dolaşıyor, nihayetinde yine Japonya'da bitiyor. 

Yazarın donuk, soğuk kitaplarından biri değil, özellikle Sumire'nin şahsında yazarlık üzerine konuştuğu bölümler hayli ilginç detaylar içeriyor. O kadar çok yerini işaretlemişim ki, okuyalı uzun zaman olmasına rağmen Gece Kütüphanesi’ne bu alıntıları eklemeye bir türlü zaman ayıramıyordum. Nihayet yayınlanabileceği için memnunum.

Bir kez konuşmaya başladı mı susmak bilmezdi, ama aklının uyuşmadığı kişilerin yanında (diğer bir değişle dünyadaki insanların tamamına yakını karşısında) ağzını bıçak açmazdı. [sf 13]

Kuzeniyle samimi olmadığı gibi (hatta ondan hiç haz etmezdi) birinin düğününe katılmak da Sumire için işkenceyle eşdeğerdi, ancak bu kez bazı durumlardan dolayı kaçamamıştı. [sf 16]

Akşam on olunca masa başına geçerdi. Sıcak kahveyle doldurduğu demlik ile büyük bir kupayı (ona doğum gününde armağan ettiğim, üzerinde Snufkin'in resmi olan), Marlboro paketini, cam kül tablasını önüne koyardı. Elbette elektrikli daktiloyu da.

Orada derin bir sessizlik ve yalnızlık vardı. Zihni, bir kış gecesindeki gök kadar berraktı. Büyükayı ve Kutup yıldızı da kendi yerlerinde sabit halde parlamaktaydı. [sf 20]

sanki aslında bir şeyleri tekme atıp onu havaya savurmak istiyor muş. Etrafta uygun bir şey bulamamış, bu yüzden de çaresiz bir şekilde bana soru yöneltmiş gibiydi-en azından ben böyle algılamıştım.

Ben ve Sumire, birbirimize benziyorduk. Her ikimizde nefes alıp verir gibi doğal bir halde, tutkuyla kitap okuyorduk. Her boş anımızda sessiz bir köşe bulup bir başımıza sayfaları çeviriyorduk. Japon romanlarını da, yabancı romanları da okuyorduk, yeter ki entelektüel heyecan versin; elimize geçen her şeyi okuyorduk. Kütüphanelere gidiyor, Kanda’daki ikinci el kitap dükkanlarını bulunduğu caddeye gittiğimizde tüm günümüzü orada hiç sıkılmadan geçirebiliyorduk. Kendimi hariç tutarak söylersem, böylesine tutkuyla, böylesine yoğun ve çok roman okuyan birine rastlamamıştım; Sumire içinde aynıydı bu durum. [sf 22]

Ancak bazı problemli yanları olsa da, onu yazdıklarında kendine özgü bir yenilik vardı ve kendi içindeki önemli şeyleri dürüstçe aktarma niyeti hissediliyordu. En azından bir başkasının yazım tarzını taklit etmiyordu, kolaya kaçarak yazdıklarını daha küçük ve değerli metinlere dönüştürmeye çalışmıyordu. [sf 23]

Hep yaptığımız gibi, İnagoşira Parkı'nda bir bankta yanyana oturuyorduk. Sumire'nin en sevdiği banktı bu. Önümüzde göl uzanıyordu. Rüzgârsız bir gündü. Göle düşen ağaç yaprakları su yüzeyine sıkıca yapışmış gibi duruyorlardı. Biraz uzağımızda açıkta bir ateş yakılmıştı. Havaya sona ermek üzere olan güzün kokusu karışmıştı, uzaktan kulakları rahatsız eden bir ses geliyordu. [sf 25]

Bir anda farkına vardı Sumire. Şüphe yok (buz soğuktur, gül kırmızı). Ve bu aşk beni sürükleyip bir yerlere götürmeye çalışıyor; öyle güçlü bir akıntı ki ondan kendimi korumam neredeyse olanaksız. Bana tek bir seçme hakkı bile verilmiş değil çünkü. Sürüklenip götürüldüğüm yer bugüne değin hiç görmediğim özel bir dünya olabilir. Belki de çok tehlikelidir. Orada gizlenmiş olan şeyler beni derinden, öldürücü şekilde yaralayabilir. Şimdi sahip olduğum her şey elimden çıkıp gidebilir. Ama artık dönüş yok. Kendimi bu akıntıya bırakmak dışında bir şey yapamam. Yanıp kül olsam da, yok olup gitsem de. [sf 34]

Myu sanki cevabı ondan bekler gibi Sumire'nin gözlerinin içine baktı. Derin, dimdik bir bakıştı bu. O bir çift gözbebeğinin derinlerinde, bir dereyi hızla kat eden birkaç sessiz akıntı yarışıyordu adeta. Bu akıntıların oluşturduğu dalgaların durulması için zaman gerekti.[ sf 57]

Benim hakkımda benden daha fazlasını anlatabilecek birisi bu dünyanın hiçbir yerinde yok. Ancak ben kendimi anlatırken, anlatılan benin bazı özellikleri kaçınılmaz olarak anlatıcı ben tarafından -değer yargısı, algı derecesi, gözlem yeteneği, çeşitli gerçekçi çıkarımlar açısından- seçilip ayıklanacak. Öyle olunca da, anlatılan 'ben' aslında ne kadar nesnel gerçekliği yansıtacak acaba? Buna çok takılıyorum. Aslında çok eskiden beri aklımı kurcalıyor da diyebilirim.

Ne var ki, dünyadaki pekçok insan böyle bir korku ya da endişeyi neredeyse hiç hissetmiyor gibi. Yeri gelince, şaşılacak denli açık yüreklilikle kendilerinden söz etmeye kalkıyorlar. Sözgelimi, 'Ben aptallık derecesinde dürüst ve açık bir insanım' ya da 'Ben çok hassas biriyim ve dünyayla ulaşamıyorum' veya 'Ben karşımdakinin yüreğini anlamakta becerikli biriyim' gibi şeyler çıkıyor ağızlarından. Ancak ben 'hassas' insanların başkalarını incittiklerini defalarca gördüm. 'Dürüst ve açık' insanların, istediklerini almak için işlerine geldiği gibi davrandıklarını gördüm. 'Karşısındakinin yüreğindekileri anlamakta becerikli' olan kişilerin hiç de içten olmayan övgülere kolayca kandıklarını gördüm. Bu durumda bizler kendimiz hakkında gerçekte ne biliyor olabiliriz ki? [sf 65]

Ne denli acı veren bir durum olsa da, Sumire ile birlikte geçirdiğimiz zaman benim için çok değerliydi. O yanımda olunca, yalnızlık denen o somut duyguyu bir süreliğine unutabiliyordum. O benim bulunduğum dünyanın sınırlarını genişletiyor, derin derin nefes almamı sağlıyordu. Bunu yapabilen tek kişi oydu. [sf 69]

Sanırım şimdi sen kendini bir anlamda yeni bir kurmaca yapının içine oturtmaya çalışıyorsun. Bununla çok meşgul olduğundan duygularını cümlelere dökme ihtiyacı duymuyorsun belli ki. Ya da kısacası, vaktin kalmıyordur yazmaya. [sf 73]

Bazen çok daralıyorum. Sanki bütün yapı darmadağın olmuş. Çekim gücüyle artık bağın kalmamış, uzayın kapkara boşluğunda tek başına savruluyormuşsun gibi bir duygu. Hangi yöne gittiğimi bile bilmiyormuşum gibi. [sf 74]

Nasıl desem, sanki ben ben değil de farklı biriymişim gibi tuhaf bir duygu içindeyim aynı zamanda. Açıklamakta yetersiz kalıyorum değil mi? Hani sen deliksiz uyurken birisi çıkıp gelmiş, seni önce parçalara ayırmış, sonra da hızlı bir şekilde parçaları birleştirmiş gibi bir duygu desem anlaşılır olur mu? Anlıyor musun beni? [sf 82]

Telefonda duyulan ses uzaklardaki cansız bir varlık tarafından bozuluyormuş gibi geliyordu, yine de sesindeki heyecan yeterince hissediliyordu. Katılaşmış sert bir şey, sanki kuru buz bulutu gibi ahizeden odaya yayılarak beni kendime getiriyordu. [sf 91]

Otlaktaki otlar ne denli uzarsa uzasın artık umrumda değil. Ot kümelerinin üzerine sırtüstü yatarak gökte sürüklenen beyaz bulutları izliyorum. Kendimi o bulutların sürüklenip gidişine bırakıyorum. Keskin ot kokusuna, esen rüzgârın fısıltısına teslim ediyorum yüreğimi. Ne bilip ne bilmediğimi -hatta bunların arasındaki farkı bile- artık hiç mi hiç umursamıyorum.

Hayır, öyle değil. Bunları en başından beri umursamıyordum aslında. Daha kesin ifade etmeliyim. Kesin. Kesin.

Düşününce, bildiğim (bildiğimi düşündüğüm) şeyleri, önce bunları 'bilinmeyen' şeyler olarak cümle haline sokuyorum, bu benim yazmak için birinci kuralım. 'Ee.ben bunu biliyorum. Bunları yazmak için özellikle zaman ve gayret sarf etmeye gerek yok' diye düşünmeye başlayınca iş orada biter işte. Sanırım hiç bir yere varamam o zaman. Somut örnek verirsem, etrafımdaki herhangi birini, 'Aa, ben bu kişiyi çok iyi biliyorum, onu düşünmeme gerek yok. Tamam' diye düşünüp rahatlayınca, ben ya da sen çok fena bir aldanışa düşebiliriz. Yeterince bildiğimizi düşündüğümüz şeylerin arkasında, bir o kadar da bilmediklerimiz gizlidir.

Anlamak dediğimiz, hali hazırdaki yanlış anlamalarımızın bütününden başka bir şey değildir.

Bu (aramızda kalsın) benim naçizane, dünyayı algılayış biçimim.

Yaşadığımız dünyada 'bildiğimiz' ve 'bilmediğimiz' şeyler aslında Siyam ikizleri gibidir. Sanki bir iple bağlanmışlardır, birbirlerinden ayrılmazlar. Kaotik bir varoluşları vardır. Kaotik. Kaotik. 

Zaten kim ayırabilir ki deniz ile üzerine yansıyanı.

Ya da yağmurun yağışı ile yalnızlık birbirinden ayrılabilir mi? [sf 147]

Rüyadayken, bir şey ile diğeri arasında ayırım yapma gereği duyulmaz. Hem de hiç. Zaten baştan itibaren orada bir sınır çizgisi yoktur. Bu yüzden rüyada çarpışma diye bir şey neredeyse hiç olmaz, hadi oldu diyelim, bu durumda acı duyulmaz. Ama gerçek, farklıdır. Gerçek, dişini geçirir sana. [sf 149]

Gerçeği söylemek gerekirse, benzer rüyaları defalarca görmüşlüğüm oldu. Her birinin farklı detayları olsa da. Mekanlar da farklıydı. Ancak rüyanın akışı hep aynıydı. Rüyadan uyandığımda hissettiğim acının türü (yoğunluğu ve süresi de) yaklaşık olarak aynıydı. Aynı şey tekrar tekrar yaşanıyordu. Kör bir virajdan önce buharlı gece treninin her seferinde düdük çalışı gibi. [sf 151]

Hafızasına gömülmüş bu olay acımasız bir ustura gibi onun etini yarıyor. Üzüm bağının üzerinde salınan şafak yıldızları bir bir solarken, onun yanaklarından da yaşamın rengi çekiliyordu. [sf 155]

geçmişte yaşıyordum, şimdi de bu şekilde yaşıyorum işte, seninle karşı karşıya oturmuş sohbet ediyorum. Ama burada olan, gerçek ben değilim. Senin gördüğün, eski benim bir gölgesinden ibaret. Sen gerçekten yaşıyorsun. Ama ben yaşamıyorum. Böyle konuşuyor olsam da kulağıma kendi sesim boş bir yankı gibi geliyor. [sf 173]

Bunu aşk olarak adlandıramazdım ama ona çok benzeyen bir duyguydu. Tüm bedenim sayısız iple çekiliyormuş gibi bir histi bu. [sf 189]

Sumire'yi yitirince, içimde de pek çok şeyin kaybolduğunu anladım. Sanki dalgaların çekilmesi ile sahildeki bazı şeylerin sürüklenip gitmesi gibi. Geride kalan, benim için artık doğru düzgün bir anlamı olmayan, rayından çıkmış ve boş bir dünyaydı. Karanlık, soğuk bir dünyaydı bu. Benimle Sumire arasında geçenler, bu yeni dünyada artık artık yaşanmayacaktı. Bunu anlamıştım. [sf 191]

kitaplardaki dünyanın etrafımdaki yaşamdan daha canlı olduğunu hissediyordum. Orada hiç görmediğim bir manzara genişleyip uzuyordu. [sf 209]

21 Şubat 2021 Pazar

GİZLİ BAŞYAPIT Honore de Balzac

Yayın Evi: Can Yayınları 
Basım Yılı: 2020
Sayfa Sayısı: 56

Edebiyata meraklı hemen herkes gibi; Balzac'ın okumadığım romanı birkaç taneyi geçmese de, daha önce hiçbir hikayesini okuduğumu hatırlamıyorum. Hatta Picasso, Cezanne, Henry James gibi isimleri de derinden etkilemiş, eserlerine yansımış bu uzun hikayesi; Gizli Başyapıt'tan yakın zamana kadar haberim bile yoktu. 

17. yüzyıl Paris’inde, genç ressam Nicholas Poussin, hayranı olduğu bir resim ustasını; François Porbus'u görmek isteyerek evine gelir, kapıda tereddüt ile dururken yaşlı bir adamın ardından gelişiyle birlikte içeri girerler. François, tuhaf kılıklı, şeytani görünümlü ihtiyara büyük bir hürmet gösterir, adamsa onun üzerinde çalıştığı tabloyu eleştirerek fırçayı eline alır ve onlara ayaküstü bir sanat dersi verir. 

Dahi bir sanatçı olan Franhofer, on senedir kimseye göstermediği bir yapıt üzerinde çalışmaktadır. Resminde gerçekliğe ve kusursuzluğa ulaşmak arzusuyla yanmakta ise de buna bir türlü muvaffak olamamıştır. Çırak ve kalfa, tüm imkanlarını 'Usta'nın önüne serecek ve o gizemli eserini tamamlamasına yardım edecekler fakat sonuç hiç de beklenildiği gibi olmayacaktır.. 

Eleştiri yazılarında ve önsözünde çılgınca övülmesini anlayabiliyorum, etkileyici bir hikaye, sıradışı bir sanatçının; Zweig'in deyişine göre bizzat Balzac'ın arayışlarının öyküsü bu ama biraz fazla uzatılmış sanki. Bir de zavallı Gilette'i harcamaya ne gerek vardı?

Resminizde yaşamın görüntüsü var; ama ondan taşan şeyi, zarfın üstünde uçuşan o bulutsu, o ne idüğü belirsiz, belki ruhun ta kendisi olan şeyi dışavuramıyorsunuz; Tiziano‘nun ve Raphaello‘nun yakaladığı o yaşam çiçeğini tutamamışsınız. Vardığınız bu uç noktadan yola çıkarak çok iyi resimler yapılabilir belki; ama çabuk yoruluyorsunuz. [sf 28]

Konuşurken resmin her köşesine dokunuyordu tuhaf ihtiyar: fırçasını kimi yere iki, kimi yere yalnızca bir kez değdiriyor  ama bu dokunmalar tamı tamamını yerini buluyor ve sanki yeni, ışıklar içinde bir tablo çıkıyordu ortaya. [sf 31]

Doğa, birbirinin içine giren yuvarlaklıklardan oluşur. Sözcüğün gerçek anlamıyla desen yoktur! Gülmeyin genç adam. Bu söz size ne kadar tuhaf gelirse gelsin, günün birinde nedenlerini kavrarsınız. Çizgi, ışığın nesneler üstündeki etkisini vermek için insanoğlunun bulduğu bir yöntemdir; ama doğada çizgi yoktur, orada her şey doludur. Nesnelerin kabardısını ortaya çıkartırken desen çizeriz biz, yani nesneleri bulundukları ortamdan ayırırız; bedene görüntüsünü, yalnızca gün ışığının dağılımı verir. Bu yüzden çizgilerin kesinleşmesini istemedim; çevre çizgileri üstüne bir sarışın ve sıcak ara tonlar bulutu yaydım; öyle ki çevre çizgilerinin zeminle buluştuğu kesin noktayı parmakla göstermek olanaksız hale geldi. Böyle bir çalışma, yakından bakıldığında pamuksu, kesinlikten uzak bir görünüm sergiler ama iki adım geri çekilindiğinde her şey durulur, güçlenir, birbirinden ayrılır. Beden dönmeye, biçimleri öne çıkmaya başlar; çevresindeki hava akımı duyumsanır. Ne var ki, daha hoşnut değilim, kuşkularım var. Belki de tek bir çizgi bile çizmemek ve bir figürü ortasından başlayıp önce en aydınlık çıkıntıları ele almak, sonra da en koyu yerlere geçmek en doğrusu. [sf 36]

Gilette'in dudaklarında uçuşan gülümseme de bu tavan arasına bir altın ışıltısı saçıyor ve göğün parlaklığıyla yarışıyordu. Güneş her zaman açmıyordu ama o hep oradaydı; kendini bütünüyle aşkıma vermiş, mutluluğuna olduğu kadar acısına da bağlanmıştı ve sanatı ele geçirmeden önce sevda işinde kabına sığamayan bu üstün yeteneği varlığıyla avutuyordu. [sf 41]

15 Şubat 2021 Pazartesi

GÜL ŞİİRLERİ İskender Pala

Yayın Evi: L&M Yayıncılık
Basım Yılı: 2003
Sayfa Sayısı: 128

Gül Şiirleri'ni basıldığı yıl, Tüyap Kitap Fuar'ından almışım. Sonradan kapandı sanırım; o dönemde İskender Pala'nın kendi kitaplarını yayınlamak üzere kurduğu Leylâ ile Mecnûn (El-em) Yayıncılık'tan bu kitapla beraber Divan Edebiyâtı'na dair birkaç kitap daha edinerek çıkmıştım. O aralar kitabı sürekli karıştırıp dururdum ama baştan sonra okumak bu zamana kısmetmiş. 

Divan Şiiri, Tekke Şiiri, Saz Şiiri, Cumhuriyet Sonrası Türk Şiiri ve Serbest Şiir bölümlerinden oluşan kitap, bu türlerde içinde gül kelimesi, teması geçen şiirleri iktibas ediyor, bazılarını biraz da açıklayıp inceliyor. 

İncecik, hacmi belirli bir antoloji olduğu için az sayıda gazel, şiir, dize içerse ve biraz tadımlık olsa da, edebiyatı ve gül motifini sevenlerin kitaplığında bulunması hoş olur diye düşünüyorum. 

Bir mevsim-i bahârına geldik ki âlemin
Bülbül hamûş, havz tehî, gülsitân harâb

(Dünyanın öyle bir mevsimine geldik ki, adına bahar diyorlar ama ne hikmetse bülbül susmuş, havuzda su çekilmiş ve gül bahçesi de çiğnenmiş...) [İzzet Molla, sf 14]

10 Şubat 2021 Çarşamba

ERİK ÇEKİRDEĞİ Lev Tolstoy

Yayın Evi: Can Yayınları
Basım Yılı: 2020
Sayfa Sayısı: 68

Erik Çekirdeği ile karşılaşana kadar Tolstoy'un masal yazdığını bilmiyordum ama öyle sade, anlamlı, son satırlarına kadar okurun heyecanını ayakta tutan, mini mini metinler yazmış ki,  küçük yaştaki okuyucular ve onun kalemini seven büyükler haricinde çocuklar için hikaye yazmak isteyenler de bu kitabı adeta bir ders kitabı niteliğinde defalarca okuyup istifade edebilir diye düşünüyorum. Kısa, öz ve çarpıcı yazma kılavuzu gibi bir kitap. 

Kitapta Erik Çekirdeği dahil, çoğunluğu bir sayfa, birkaç tanesi ise üç-dört sayfa süren ondokuz masal bulunuyor. Erik Çekirdeği, Küçük Kız ve Mantarlar, Dürüst Kadı, İki Arkadaş; insanlar hakkında masallardı ve onları özellikle beğendim ama diğer hikayeler de genelde sevgi ve umut dolu minik fabllar olarak okunmaya değerdi. 


6 Şubat 2021 Cumartesi

MORTİNA ESRARENGİZ GÖLDE TATİL Barbara Cantini

Yayın Evi: Çınar Yayınları
Basım Yılı: 2020
Sayfa Sayısı: 56

Mortina, çok eğlenceli bir seri, daha önce ilk üç kitabından bahsetmiştim. Dördüncü kitap; Esrarengiz Gölde Tatil de diğer kitaplar gibi çok şirin detaylara sahip, hafif matrak ve hayli hoş. Çevirisi de son derece iyi ve özenli. 

Mortina ve Ruhiye teyzesi, kuzen Dilbert'ın annesi Acuze teyze'den gelen davet üzerine, Büyükamca Ruhsoy'un kafasını da alıp köpekleri Gamlı'nın şoförlüğünde, Büyük Kızıl Ay'la çakışan yaz gündönümünü kutlamak üzere Küflü Meşe Villası'na giderler. Eşyalarını bıraktıktan sonra hep beraber evin bahçesindeki büyük gölün kenarına inerler, niyetleri biraz yüzmek ve dinlenmektir ama bu sırada villa kapısına bir memurun geldiğini ve evde kimse yaşamadığı, herhangi bir mirasçı da ortaya çıkmadığı için mülkün açık artırmayla satılacağına dair bir levha astığını görürler. Mortina ve tüm misafirler elbirliğiyle Acuze teyze ve Dilbert'in evlerinden olmamasının bir yolunu bulmak için kolları sıvar..

Büyükamca homurdanıp duruyordu çünkü geceden yola çıkmak istemişti ama Ruhiye teyze her zamanki gibi, 'Akşam ise yat, sabah ise git, ölü olsan bile!' demişti. [sf 4]


5 Şubat 2021 Cuma

RÜZGÂRIN ŞARKISINI DİNLE Haruki Murakami

Yayın Evi: Doğan Kitap
Basım Yılı: 2018
Sayfa Sayısı: 163

Haruki Murakami'nin bir beyzbol maçını izlerken roman yazabileceğine dair ilham gelip, mutfak masasında yazdığını söylediği ilk kitabı; Rüzgârın Şarkısını Dinle, 20'li yaşlarda, üniversite öğrencisi bir gencin hayatından kesitler sunuyor. Yazarın da sonsözde dediği gibi bir romandan çok uzun bir hikayeye benziyor. 

Daha sonra yazdığı romanlarda bu ilk gözağrısına bariz veya ufak tefek göndermeleri var Murakami'nin. Yaban Koyununun İzinde'deki Fare karakteriyle ilk defa burada karşılaşıyoruz, Haşlanmış Harikalar Diyârı ve Dünyanın Sonu'ndaki bir bozuk para mevzusuyla ve -henüz okumadığım- Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları'nda bir kesik parmakla göz kırptığı söyleniyor. 

Bu roman, Murakami okumaya başlamaya pek uygun bir kitap değil, hatta okunmasa bir kayıp olmaz ama yazarın iyi romanlarını bitirip, tarzına alışıp benimsedikten sonra külliyatta eksik kalmaması adına bakılabilir diye düşünüyorum. 

'Kusursuz metin diye bir şey yoktur. Tıpkı kusursuz umutsuzluk diye bir şeyin olmadığı gibi.' [ sf 1]

Benim için yazmak son derece ızdırap verici bir eylemdir. Bir ay zaman harcayıp tek satır bile yazamadım olur; bazen de üç gün üç gece boyunca hiç durmadan yazıp, sonra yazdıklarımı okuduğumda tamamen çuvalladığımı fark ederim.

Tüm bunlara rağmen, yazmak eğlenceli bir uğraştır. Çünkü yaşamanın zorlukları ile karşılaştırıldığında, yazmaya anlam yüklemek çok daha kolaydır. [sf 12]

Farkında olmak için uğraştığımız şeyler ile gerçekten farkında olduğumuz şeyler arasında derin bir uçurum vardır. Kullandığımız cetvel ne kadar uzun olursa olsun, bu derinliği ölçmek mümkün değildir. Benim buraya yazabildiklerim, bir listeden fazlası değil. Bu liste bir roman olmadığı gibi ne edebiyattır ne de sanat. Sayfasının ortasına tek bir çizgi çizdiğim bir defterdir bu. Yine de bundan küçük bir ders çıkarılabilir belki de. [sf 13]

Hayat boştur. Ancak, kurtuluş da vardır. Demek istediğim, en başta, her şey bu kadar boş değildi. Aslında bizzat biz çalışıp çabalayarak, var gücümüzle uğraşarak anlamin içini boşaltıp onu bomboş hale getirdik. Ne kadar çok çalıştığımızı, onun içini ne denli boşalttığımızı burada uzun uzun yazmayacağım. Çok zahmetli olur. Mutlaka öğrenmek isteyenler varsa, Romain Rolland'ın Jean-Christophe'unu okusun. Hepsi orada yazıyor. [sf 119]

Yaz kokusunu uzun zamandır ilk kez almıştım. Denizin kokusu, uzaktaki trenin düdüğün, birinin tenine dokunma hissi, şampuanının limonlu kokusu, akşamüzeri esintisi, umudun titrek ışığı ve yaz rüyası…

Ancak hiçbir şey eskisi gibi değildi; sürekli sağa sola kayıp görüntüyü bozan şeffaf kopya kağıdıyla çoğaltılmış gibiydi her şey ve öncekinden geri dönülmeyecek biçimde farklıydı. [sf 133]

Biri bana, Mutlu musun? diye sorsa, Sanırım öyle, demek dışında cevabım yok. Hayaller de sonunda böyle şeylere dönüşmez mi zaten? [sf 145]

Karmaşık, bilgece bir şeyler yazmaya çalışmayı bırak, dedim kendi kendime. “Roman“ ve “edebiyat” hakkındaki tüm yerleşik düşüncelerini unutup duygu ve düşüncelerini sana geldiği haliyle kaydet, özgürce, canın nasıl istiyorsa öyle. [sf 158]

İlk uzun romanımı yazmaya başladım., Yaban koyununun izinde. Bu romanın yazarı kariyerimin gerçek başlangıcı olduğunu düşünüyorum. Ne var ki, bu iki kısa çalışmam (Rüzgârın Şarkısını Dinle ve Pinball) başardıklarım arasında önemli bir yer tuttu. Benim için kesinlikle yerleri doldurulmaz, sanki çok eski arkadaşlarım gibidirler. Tekrar bir araya gelmemiz pek mümkün görünmese de, onların arkadaşlıklarını hiçbir zaman unutamam. O zamanlardaki yaşamımın çok önemli, değerli birer parçası gibi. Yüreğimi ısıtmış ve yürümek istediğim yolda beni cesaretlendirmişlerdir. [sf 162]


4 Şubat 2021 Perşembe

AĞAÇLAR Hermann Hesse

Yayın Evi: Kolektif Kitap
Basım Yılı: 2018
Sayfa Sayısı: 97

Ağaçlar, Hermann Hesse'in çeşitli kitaplarında geçen, ağaç, tabiat, bitkiler, çiçekler v.b. üzerine yazdıklarından pasajlar ve yine aynı konular üzerine birkaç şiirinden oluşuyor. Kitabın bir kısım sayfaları ise yeşil ağaç, yaprak ve bitki illüstrasyonlarıyla süslenmiş fakat kime ait oldukları maalesef belirtilmemiş. 

Bazı bölüm başlıkları ve şiir isimleri: Yaşlı Mor Kayın, Çiçekli Dal, Bahar Gecesi, Kestane Ağaçları, Rüya, Şeftali Ağacı, Huş Ağacı, Kestane Ormanında Mayıs, Karaormanlar, İhlamur Çiçekleri, Yaşlı Bir Ağaca Ağıt, Rüzgârlı Gece, Küçük Patika, Eski Bir Çiftlik Evinde Yaz Öğlesi, Eylülde Ağıt, Budanmış Meşe, Kırık Bir Dalın Gıcırtısı.. 

Sadece bu kelimelerden bile nasıl pastoral, romantik bir kitap olduğu anlaşılıyor zaten. Hesse'in zarâfetiyle cümleler yer yer devinen, bazen sakinleşen bir ırmak gibi akıyor.  
Sonra da o harikulâde akşam saatleri başlardı. Pencerenin derinliğinde tek başıma oturur, yaz gecesini, hafiften bunaltıcı sıcağın ve kestane ağacının iri mumları andıran beyaz çiçeklerinin soluk, hayaletimsi parıltısının ne kadar güzel olduğunu hissederdim. Ve karanlıkta, iri kestane ağaçlarının altında sevgililerin birbirlerine sokularak yavaş yavaş gezindiğini kaygı ve kederle görür, gülümü gömleğimin iliğinden üzgün üzgün çıkarır, pencereden dışarıya, arabaların, lokanta müşterilerinin ve sevgililerin geçtiği hafif tozlu, beyaz beyaz parlayan yola atardım. [sf 34]

Gezginde tüm hazların en hası, en incesi vardır, zira sevinci tadarken geçici olduğunu da bilir. Her çeşmeden içememesi umrunda değildir onun, bolluğa alışkındır zaten; kaybettiklerinin peşinden uzun uzun bakmaz, sevdiği her yere köksalmayı da arzulamaz. [sf 53]

Yalnız yaşıyorum; ufak tefek, gündelik ilişkilerde insanların yerine giderek eşyaları aldı haliyle. Yürüyüşe çıktığım baston, sütümü içtiğim fincan, masanın üzerindeki uzun vazo, meyve kâsesi, küllük, yeşil başlıklı ayaklı abajur, duvardaki resimler ve en önemlisi de, küçük evimin duvarlarını kaplayan kitaplar, uyurken, uyanırken, yemek yerken, çalışırken, iyi günde, kötü günde hep yanımdalar; çok yakından tanıdığım bu simalar yurdumda ve evimde olduğuma dair o hoş yanılsama duygusunu uyandırıyor bende. [sf 57]

Güzeldir çalışma odam, elimden alınması felaketim olurdu. Ama onun en iyi tarafı, küçük balkona açılmasıdır. Balkondan, koyları, dağları ve köyleriyle, yakın ve uzak düzinelerce köyleriyle Lugano Gölü'nü ta San Mamette'e kadar görmekle kalmam, yaşlı saygıdeğer ağaçların rüzgâr ve yağmurda salındığı, dar ve dik yokuşlu taraçalarda güzel, ulu palmiyelerin, gümrah kamelyaların, ormangüllerinin, manolyaların yükseldiği, porsukağacı, mor kayın, Hint söğüdü, ve her daim yeşil yaz manolyasının büyüdüğü eski, ıssız ve büyülü bahçeye de bakarım, ki benim için en güzeli budur. Penceremden görünen bu manzara, bu taraçalar, bu çalılık ve ağaçlar, odalardan ve eşyalardan daha çok aittir bana ve hayatıma, benim asıl arkadaş çevrem, asıl yakınlarım onlardır; ben onlarla yaşarım, yanımda onlar durur, onlara güvenirim. Ve bu bahçeye bakışım, bir yabancının büyülenmiş ya da umursamaz bakışının verdiğinden çok daha fazlasını verir bana, zira yıllardır günün ve gecenin her saatinde içli dışlıyımdır bu görüntüyle, her ağacın yaprağının, çiçeği ve meyvesinin oluş ve yok oluş evresini çok iyi bilirim, her biri dosttur bana, sadece ve sadece benim bildiğim sırlarını bilirim her birinin. Bu ağaçlardan birini kaybetmek bir dostu kaybetmek demektir benim için (…)

İlkbaharda bir dönem gelir, kamelya çiçekleriyle yakıcı bir kızıla keser bahçe, yazın da palmiyeler çiçek açar ve ağaçların tepesine kadar tırmanır mavi visteryalar. Fakat Hint söğüdü, ufaklığına rağmen kadim bir ağaçmış gibi görünen ve yılın yarısında üşüyormuşa benzeyen küçük, ecnebi Hint söğüdü, ancak yılın geç bir vaktinde cesaret eder yapraklarını çıkarmaya ve ancak Ağustos'un sonuna doğru çiçek açar.

Ama tüm bu ağaçların en güzeli artık yok, birkaç gün önce fırtınada kırıldı. Yerde yattığını görüyorum, henüz alıp götürmemişler, kırılmış ve parçalanmış gövdesi ile yerde yatan bu ağır, yaşlı devin bir zamanlar yükseldiği yerde, ötelerdeki kestane ormanının ve şimdiye kadar görünmez kalan birkaç kulübenin seçildiği büyük, geniş bir boşluk var şimdi.

O bir erguvan ağacıydı. (...) Bahçenin en güzel ağacıydı o ve yıllar önce burada bu evi kiralamamın nedeni de oydu. [sf 58]

Aşağıya bakınca Klingsor'un bahçesi ile karşılaşmıştım; bahçenin tam ortasında açık pembe çiçekler açmış dev bir ağaç parıldıyordu, ağacın adını sormuştum hemen, işe bakın ki, erguvan ağacıydı; ozamandan beri her yıl çiçek açtı, mezaryongiller gibi dalın kabuğuna yapışık milyonlarca çiçek verdi; çiçeklenmesi dört ilâ altı hafta sürerdi, ancak ondan sonra açık yeşil yapraklar verir, bu açık yeşil yapraklar arasındansa öbek öbek, koyu erguvan rengi gizemli tohum kapsülleri sarkardı. [sf 60]

Hemen yanı başlarında otlar, cılız, kısacık, kuru otlar büyür, üst tarafını kestanelerin gölgelediği, alt tarafına güneşin vurduğu dik bir de çayır vardır ve bu küçük, kurak, çoğu zaman tozlu çayırda baharın ilk günlerinde görülecek güzel şeyler olur hep, zira incecik, küçücük yüzbinlerce beyaz çiğdem çayırın yuvarlak sırtından aşağıya gümüşi bir kürk gibi, çok hafif ak zerreler ya da küf gibi yayılır. [sf 70]

Her çiçek meyve olmak ister,
Her sabahın arzusu akşamdır, 
Her şey fanidir bu dünyada, 
Değişimden, kaçıştan başka.

En güzel yaz bile ister hissetmeyi,
sonbaharı ve solduğunu. 
Sessizce dur, yaprak, sabırla dur,
Kaçırmak isterse rüzgar seni.

Oyna oyunlarını, savunma kendini,
Bırak olsun ne olacaksa.
Bırak, seni kıran rüzgarın esintisi, 
Uçursun seni yuvana. [sf 90]

Küvetin kenarında, pencereden esip gelmiş solgun bir yaprak, adı aklıma gelmeyen bir ağacın yaprağı duruyor; ona bakıyorum, damarlarını okuyorum, karşısında ürperdiğimiz ama onsuz hiçbir güzelliğin olamayacağı o tuhaf fâniliği soluyorum. Güzelliğin ve ölümün, hazzın ve fâniliğin birbirine bu kadar muhtaç, bu kadar bağlı olması ne harika! [sf 91]