5 Aralık 2016 Pazartesi

MUTLULUK PROJESİ EV Gretchen Rubin

Yayın Evi: April Yayıncılık
Basım Yılı: Şubat 2013
Sayfa Sayısı: 320

Öneri kitapları denebilecek, şunu yapın, bunu yapmayın mealindeki kitaplardan uzun zamandır okumuyordum. Son dönemde evle ilgili olanlardan birkaçı ilgimi çektiği için peşpeşe okurken, Mutluluk Projesi Ev'in kitapyurdunda 3 tl olduğunu farkettim (halen de öyle 5.12.16). Sevgili Eren'in okuma günlüğünde Mutluluk Projesi'nin ilk kitabını görmüş merak etmiştim, ikinci kitap evle ilgili olduğu için ona bir bakmak istedim.

Kısaca; sahip olduklarımın farkına varmak ve daha fazla mutlu olmak-mutlu etmek için ne yapabilirim diye düşünen Gretchen, bunun için bir dizi fikir üretiyor ve bunu aylara yayarak uyguluyor.  Bu kitapta ev hayatıyla, ailesiyle alakalı programları, davranış değişiklikleri ve evde yaptığı yenilikler vardı. 

Derle, Topla, Rahatla ve Azla Mutlu Olmak'tan sonra bu kitap bana fazla öznel geldi. Yani bu tür kitaplar muhakkak yazan kişinin hayatını anlatacak belli bir dereceye kadar ama biraz daha geniş bir bakış açısıyla, konu üzerinde daha fazla bilgi sahibi olunarak yazılsa daha etkili olurdu diye düşünüyorum.

Marie Kondo'nun kitabında Japon aroması çok hafif bir şekilde seziliyordu, Francine Jay'in kitabında ise kendi havası belli belirsizdi ama Mutluluk Projesi baya katı, yoğun bir Amerikan kültürü tadındaydı diyebilirim. O tarzı pek sevmediğim için de öyle gelmiş olabilir, fazla heyecanlı, içine kapanık, kaba, zorlamaymış gibi bir his verdi bana.

Kitapta altını çizdiğim bir kaç yerin başka yazarlara ait alıntılar ve not ettiğim yerlerin de referans alınan kitaplardan olduğunu düşünürsek, Mutluluk Projesi Ev'i kelepirden almasaydım üzülürdüm. :)

17 Kasım 2016 Perşembe

İŞLENMEMİŞ SUÇ Ayşe Sevim

Yayın Evi: Şule Yayınları
Basım Yılı: 2013 
Sayfa Sayısı: 62

Kaldırıp kütüphaneye yerleştiremediğim nadir kitaplardan,
çok seviyorum. ❤️❤️❤️

babaannem el feneriyle bakıyordu büyük şehirlere 
çocuklarına dualardan mantolar giydirip düğmelerini ilikliyordu
hastalanırdı bazen, enjektöre kuşlar dolardı kolundan kan alınınca 
besmele genç bir delikanlıydı yanlarında yaşayan 
bir şey kaldırdığında elini tutup yardım ediyordu [masal, sf 18] 

paslı sözleri gırtlağına saplıyorlar ülkemin
şah damarına bastırınca
elime kıpkırmızı şehirler bulaşıyor [susmak, sf 36]

herkes kendini ikna eder sevgilim
şehri bombalayan pilotlar da kahraman olduklarını söyler
bizi de 'çok güldüğümüz o gün' ikna etmişti.
'beraber atlarsanız uçurumdan, düşmeyeceksiniz' diye fısıldadı kulağımıza
'beraber ararsanız, hiç bulamayacaksınız' [ikna, sf 53] 


sizi seviyorum bayan Z
denizdeki cesetle, yüzen adam aynı kıyıya çıkıyor bakın
ne zaman namaz kılsak sizinle
hiç girmediğimiz sokaklarda dolaşmıyor muyuz zaten

müslüman güzelmiş, siz acayip güzelsiniz bayan Z
yabancı memlekette anadilini duymaya benziyor gözleriniz
sanırım şehirdeki son ağaç da sizsiniz
ekmek kırıntıları büyüyor dallarınızda
pencerenizin kenarına eski günler konup duruyor

kapımın önündeki piyano seslerini süpürüyorum
çay içmeye gelirsiniz diye evimdeki dağları, ormanları siliyorum
balkonda biraz da kitap okuruz hem
ne güzel manzaramız var
yeryüzünde kurulan ilk şehre bakıyor balkonumuz [şehirdeki son ağaç, sf 40 ]
 

16 Kasım 2016 Çarşamba

KAĞIT EV Carlos María Domínguez

Yayın Evi: Jaguar Kitap
Basım Yılı: 2016
Sayfa Sayısı: 89

Hispanik Diller üzerine araştırmalar yapan akademisyen Bluma Lennon, Soho'da kitap okuyarak yürürken köşebaşında bir arabanın çarpması sonucu ölür. Üniversitedeki yerini alacak arkadaşını, Bluma'nın masasında bir zarf beklemektedir. Zarfın içinden yarıyarıya çimentoya bulanmış, kirli ve eski bir kitap çıkar. Kitabın ilk sayfasında, Bluma'nın yazdığı, Carlos'a ithafıyla başlayan ve birkaç cümleden oluşan bir hediye notu vardır. Geri dönmüşe benzeyen kitabın yolculuğunun nedenini ve Carlos'un kim olduğunu merak eden anlatıcı, bu sırrı çözmeye karar verir..

Uzunca bir öykü denebilecek Kağıt Ev'in klasikler, modern romanlar, kütüphaneler, bibliyofiller, kitap istifleme hastalığı, kitaplık düzenleme gibi öğelerle bezeli, her kitapseverin ilgisini çekecek hoş bir atmosferi var. Öyle çok etkileyici, iz bırakan bir kitap değil ama yine de zevkle okunabilir.

Çoğunlukla bir kitaptan kurtulmak ona sahip olmaktan daha zordur. Kitaplar, sanki asla geri dönemeyeceğimiz bir ânın tanıkları gibi, bir ihtiyaç ve unutkanlık anlaşmasıyla tutunurlar insana. [sf 20]

Elektriğin bulunmasından önce yazılan eserleri mum ışığında okumanın esprisini yapardık. Gereksiz bir antikacılar gibi gelebilir kulağa, fakat bir yağlıboya resme mum ışığında baktığınızda, ne kadar iyi aydınlatılırsa aydınlatılsın, resmin normalde olduğundan çok daha farklı bir hal aldığını görürsünüz. Pigmentlerden yansıyan ışıkla, yağla ve resmin bulunduğu odayla bir ilgisi olmasa da baktığınız tablonun yeni bir tabloya dönüştüğünü, gölgelerin hayat bulduğunu söyleyebilirim. Boşluklar genişler ve kişi ortaya çıkan bu yeni boyutun içine girer. [sf 55]

Arabayı bir karaağacın yanına park ettim ve elimde kitapla otlar ve çiçeklerle bezeli, kimsenin açmayı başaramayacağı mühürlü, dikdörtgen, sert kapaklı, her biri kendi hikayesini taşıyan ve toprağın neminde gizli kalmayı arzulayan kitaplar misali duran mezarların arasından yürüdüm. [sf 81]


15 Kasım 2016 Salı

DOKUZA KADAR ON Özdemir Asaf

Yayın Evi: Yapı Kredi Yayınları
Basım Yılı: 2014
Sayfa Sayısı: 105

Özdemir Asaf, birkaç vurucu dizeden oluşan birçok şiirini bildiğim, kelime oyunlarını sevdiğim bir şair benim için. Fakat bugüne kadar nedense herhangi bir kitabını almamıştım. Bir sahaf alışverişinde, nasılsa iyi şiir diye, içeriğini çok araştırmadan Dokuza Kadar On'u aldım. Kitap, Doğan Hızlan'ın Özdemir Asaf şiirleri seçkisi imiş. İçinde şairin pek meşhur şiirleri var, birçoğu da çok güzel ama ondan böyle bir parça yeterli gelmedi bana. Yayınlanma sırası ile tüm kitaplarını okumak istiyorum.

Açılmış bir gül kadar bütündür solmuş bir gül.
Dalından başlayan bahçeleri düşündürür
Soğumuş özlemlerin uzak kuytularından
Kucaklar bir kadını, bir anıya öptürür.
Yalnızlığın yorgun ılık uykularından
Alır onu tomurcuk günlerine götürür. [Gülden Gelen, sf 79]



Bir gözde saklanmış yalanı
Bir gözde okuduğundan 
Bakmaz kendi gözlerine bile 

(...)

Bir zamanlar güldüğünü 
Anımsar 
da..

Yoğurur hüzün'ün çamurunu
Avuçlarında.

[Yalnız'ın Durumları, sf  101-102]

14 Kasım 2016 Pazartesi

VARUNA'NIN BİN GÖZÜ Melih Ergen

Yayın Evi: Yapı Kredi Yayınları
Basım Yılı: 2016
Sayfa Sayısı: 80

Ben hatırlıyorum orada ne kadar beklediğini ama bunu söylemeden önce seni buraya çeken duygunun aslında ne olduğunu söylemeliyim: Evet, başka hayatalara duyduğun merak, onlarda arayıp bulacağın sırları öğrenmek, ayrıca kendi kuytularında gizlenenlerle buluşmak, böylece kendini daha yakından tanıma isteği değil miydi? Kaldı ki bunun sadece sana bana ait bir duygu olmadığını söylediğimi de hatırla lütfen ya da sana şöyle anlatayım: Bir tek sana özgü olduğunu düşündüğün duygularını anlatırkenki halini düşün bir, bir de bunları anlattığın insanların anlamadıklarını sanıp ruhunda kopan fırtınaları, başın göklere erse ya da yerin dibine batsan da, her iki halde de biricik saymamış mıydın kendini, hele bir de dilinin ucuna kadar gelse bile söyleyemediklerini hatırlayacak olursan.. [sf 74]


Kitap hakkında iştah açıcı bir yazı için bu cümleden ilerleyebilirsiniz.

13 Kasım 2016 Pazar

SİRK GECELERİ Angela Carter

Yayın Evi:  Can Yayınları
Basım Yılı: 1997
Sayfa Sayısı: 416

Sirk Geceleri'ni bitirmekle Angela Carter'ın Türkçe'de yayınlanmış son kitabını da okumuş olmanın üzüntüsünü yaşıyorum. Böyle bir yazar yayınevleri tarafından nasıl gözden kaçırılır anlamamakla beraber, aman -okumayan- herkesin eline de düşmesin, her yerde görmeyelim diyorum.

Kitap, Londra'da meşhur bir sirkte çalışan trapezci Fevvers'ın, hayat hikayesini bir gazeteciye anlatmasıyla başlıyor. Büyük, tüylü kanatlara sahip iriyarı bir kadın olan Fevvers, bu ilginç özelliğinin etkisiyle işinde çok iyi ve son derece ünlüdür. Amerikalı gazeteci Jack Walser, sabaha kadar dinlediği bu genç kadının büyüleyici etkisinden kurtulamaz. Sirk, turneye çıktığında Walser da palyaço olarak onlara katılacak ve Victoria dönemi İngiltere'sinden Saint Petersburg'a, ardından Sibirya bozkırlarına geçen kafile, türlü engellere rağmen gösterilerini sergilemeye devam edecektir..

Yazarın okuduğum kitapları arasında tereddütsüz favorim Büyülü Oyuncakçı Dükkanı. O romandaki kesif hüzünlü masal hissini ne Kanlı Oda'da, ne de Sirk Geceleri'nde bulabildim ama Sirk Geceleri yine de çok farklı ve etkileyici bir kitap. Büyülü Oyuncakçı Dükkanı bir aile etrafında şekilleniyordu, bu roman ise Fevvers'ın önceden çalıştığı evin ve şimdiki zamanda içinde bulunduğu sirkin bütün elemanlarının, ayrıca geçtikleri coğrafyalarda yaşayanların ayrı ayrı hikayelerini anlatıyor, bu karakter zenginliği biraz yorucu ama eğlenceli diyebilirim. 

Herşeye karşın onun kişiliğinde hâlâ eksik kalmış birşeyler vardı. Mobilyalı olarak kiraya verilmiş bir eve benziyordu. [sf 11]

Bu tatlı seste sanki tekinsiz olan bir şey varmış, ya bu sesin sahibi büyücüymüş ya da bir büyünün etkisindeymiş gibi geldi odadakilere. Üçü de tüylerinin diken diken olduğunu hissettiler. [sf 184]

Palyaço maskesinin altında yatan o yüz, uzun yıllar önce tanışıp sevilmiş, sonra da kaybedilmiş, şimdi de yeniden bulunmuş bir sevgilinin yüzü. Onunla daha önce hç karşılaşmamış olmama, bana tümüyle yabancı bir yüz olmasına karşın, görüp tanımamdan bile önce vurgun olduğum bir yüz bu. [sf 288]


12 Kasım 2016 Cumartesi

Y'OL Birhan Keskin

Yayın Evi: Metis Yayınları
Basım Yılı: 2013
Sayfa Sayısı: 73

Y'ol kitabının büyük bir kısmı, Birhan Keskin'in birbiriyle bağlantılı olarak yazdığı, Taş Parçaları başlığı altındaki şiirlerden oluşuyor. Yine bu kitap da Ba gibi, şairin en çok alıntılanan dizelerini barındırıyor diyebilirim.

Y'ol'u ilk defa okuyup bitirdiğimde, birkaç şiiri kalplemiş ama birçok yerdeki harf uzatmalarından çok rahatsız olmuştum. Mesela yok yerine, yooooğğğğğ yazılması gibi. Muhakkak şairin kendi matematiğinde bunun bir anlamı var ama okurken itici duruyor bana göre. Belki de bu yüzden şiirlerin tam olarak farkına varamamıştım.

Bir süre geçtikten sonra Taş Parçaları'nı Eser Gökay'ın seslendirmesinden dinledim ve okuduğum şiirler bunlar mıydı dedim kendi kendime. Kitabı bir daha okudum. Enfesti.
 
bırak soğusun parçaların
tekrar bitiştiğinde 
başka bir şey olacaksın. [Taş Parçaları, XIII sf 24]

En acısını sevgilim en acısını
tadayım istedin:

En acısı buydu.  [Taş Parçaları, XVIII sf 30]

Gitmek mi yitmektir kalmak mı artık bilmiyorum
Yerini yadırgayan eşyalar gibiydim ya ben hep
Ve inançlı, gitmenin bir şeyi değiştirmediğine.

Bilemem, belki bu yüzden
Ben sana yanlış bir yerden edilmiş
bir büyük yemin gibiydim.
Beni hep aynı yerimden yaralayan o eve
Yine de döneyim döneyim istedim. [Taş Parçaları, XX sf 33]


Onu sevebileceğinin en yücesiyle sevdin.
Titreme daha fazla kalbim.

Bağışla kendini artık, onu da
Bırak gitsin.
Bırak gitsin.

O senin en ezel gününden kaderin
Sen onu nasılsa bin kere daha
Seveceksin. 
[Taş Parçaları, XXXV sf 35]

Ben seninle sevgilim
Mutsuz ama bahtiyardım. [Taş Parçaları, XXIII sf 38]


11 Kasım 2016 Cuma

BA Birhan Keskin

Yayın Evi: Metis Yayınları
Basım Yılı: 2011
Sayfa Sayısı: 47

Bu kitaptaki şiirlerin her birine bir, Şubat'a üç kalp. 💓💓💓
Penguen II, keza.
Birhan Keskin'in en iyi şiirlerinden mürekkep, 'dilinde yarım bir hece gibi kalmış' Ba.

Sana sarılmış kalmış ilk günüm ben. Böyle demişim o gün 
bugün öyle diyor. 
(...)
İçimde bir parça; ne kopuyor, ne ölüyor.  [SHE LEFT HOME, sf 9]  

Dünyanın bir yerinde, burada, 
bir göl öylece duruyor. 
Mavi eflatun bir sabah 
Dünyanın bir yerinde 
Kendini yavaş yavaş kuruyor.  [Ferah Âyini, sf 25]

Mutfakta çayın sesi demlenir
Sabah, benim sesimden sonbahar
Senin sesinde bir çocuk
Ev mutludur halinden, pötikarelenir. [Evin Halleri, sf 30]

Aşk ve maraz, ihanet ve yara, ömür ve hafıza; dünyada bulunmanın bahaneleri, dünyada bulunmanın halleridir. işte bunlar üstüne düşünüyorum, kaç zamandır, burada, bu dingin bahçede, bu sessiz odalarda. “Sana gelmek için ağrımı uyandırmaya çalıştım ama olmuyor. Mayalanmış o, mantarlanmış, beni bilmiyor.” Çok zamandır bunlar: Sessiz ayaklarım, sessiz konuşmalarım, sessizlikten neredeyse unuttuğum nefeslerim, iççekişlerim. Ellerim, çiçekler, bahçe. Burada, Kırklar’da bu sakinlikte. [Dümen Suyu, sf 46] 

 

10 Kasım 2016 Perşembe

KİM BAĞIŞLAYACAK BENİ Birhan Keskin

Yayın Evi: MetisYayınları
Basım Yılı: 2011
Sayfa Sayısı: 175

Şair, imgelerini kelimelere dökerek bir şiir kurar, muhayyilesi hayal aleminizde karşılık buluyorsa seversiniz. Çok da anlatılacak bir tarafı olduğunu düşünmüyorum, şiirin ve hangi şiiri neden sevdiğinizin.

Birhan Keskin'in Ba'ya kadar yayınladığı, ilk beş kitabındaki şiirlerin tamamı Kim Bağışlayacak Beni'de toplanıyor:

Delilirikler, Bakarsın Üzgün Dönerim, Cinayet Kışı, Yirmi Lak Tablet, Yeryüzü Halleri.

Bu haliyle hayli hacimli bir kitap. İlk şiir Zümrüdüanka, en sevdiğim dizelerinden biriyle başlıyor;

Serin bir rüyanın hatırınadır,
çektiğim dünya ağrısı. [sf 13]

Ve kitabın neredeyse her sayfasında altını çizdiğim dizeler, çoğunu kalplediğim şiirler var. Bir de Zaman bu kitabın içinde. 💓

bu yüzsüz çağda, sen içimde duruyorsun büsbütün. [Tırtıl, sf 17]

Kar havası gibisin dışarda
içimde elmanın dişlenişi... [Avlu, sf 31] 

Aksın, içimde siyah bir zehir gibi, dolanan keder
unuttuğum, unutmaya çalıştığım ne varsa
bende durmasın. [Enstrümantal, sf 47]

Arasam
bir not bırakırım ancak
gülüşümü unuttuğun aralıktan
aramasam 
bir çocuk kanar yatağımdan [Aralıklar II, 174]




7 Kasım 2016 Pazartesi

BİLİNMEYEN BİR KADININ MEKTUBU Stefan Zweig

Yayın Evi: İş Bankası Kültür Yayınları
Basım Yılı: 2016
Sayfa Sayısı: 68

Öncesi ve sonrasında çok hikaye okudum ama Zweig'in bu öyküsü hep okuduğum en acı aşk hikayesi olarak kaldı kalbimde. Bazı hikayeler o kadar güzeldir ki anlatamazsınız, anlatmak da istemezsiniz.

Onu farklı kılan, salt bir karşılıksız aşk hikayesinden daha fazlası; yoğunluğu, acımasızlığı, son derece tutkulu duygularla örülmüş bir hikaye olmasına karşın, o bizim bildiğimiz 'arabesk' duygusallıktan tamamen uzak olması. Acının, kendini adamanın bir feragat yükü değil, başka türlüsü elinden gelmeyen bir şey olduğunu anlatması. Aşkına karşılık görememek veya onunla birlikte olamamaktan daha çok can yakan şeyler..

Stefan Zweig'i ilk kez kütüphaneden aldığım MEB baskılı Hikayeler I kitabında okumuştum. O kitabı iki sene aradım sonra, 2005 yazında çok sıcak bir Haziran günü Akmar'ın üst katında bulduğumda ne kadar çok sevindiğimi hatırlıyorum.

Bugünlerde, İş Bankası Modern Klasikler dizisinde, Zweig'in hikayelerini şahane kapaklarla tek tek yeniden yayınlıyor. Dizi içinde başka birçok harika yazar ve roman da var, hepsini okuyabilsem ne güzel olur diye hevesleniyorum.

Dışarıya o kadar acele fırlamıştım ki, holde neredeyse uşağın Johann’la çarpışacaktım. Johann ürkerek hemen kenara çekildi, beni dışarıya bırakmak için dairenin kapısını açtı ve işte oracıkta –oradaki bir saniyede, duyuyor musun? Gözlerim yaşlarla dolu ona, yaşlanmış olan adama baktığımda, bakışlarında birdenbire bir ışık çaktı. O tek bir saniyede, anlıyor musun? O tek bir saniyede çocukluğumdan beri beni görmemiş olan yaşlı adam, beni tanımıştı. [sf 52]

5 Kasım 2016 Cumartesi

İNSAN NEYLE YAŞAR? Lev Tolstoy

Yayın Evi: İş Bankası Yayınları
Basım Yılı: 2016
Sayfa Sayısı: 86

Tolstoy okumayalı bir hayli zaman olmuş. Aslında romanlarını, hikayelerini severim ama ilkgençlik dönemimde okuduğumda Dostoyevski kitapları daha bir büyülemişti beni, Tolstoy'un ise en meşhur kitaplarından bir kısmını okuyup bırakmıştım. İnsan Neyle Yaşar?, yazarın eşsiz anlatımını tekrar anımsayıp kalan kitapları için heveslenmeme neden oldu.

Kitapta altı hikaye bulunuyor; İnsan Neyle Yaşar?, Kıvılcımı Söndürmeyen Ateşi Zaptedemez, Mum, Kızlar Büyüklerden Akıllıymış, İnsana Çok Toprak Gerekir mi?, İlyas. 

Hepsinde ahlaki dersler bulunan, tartışmasız çok güzel hikayelerden en beğendiklerim; İnsan Neyle Yaşar?, İnsana Çok Toprak Gerekir mi? ve İlyas, oldu. 

İnsan Neyle Yaşar? listemdeydi ama daha zamanı vardı. Enteresan bir şekilde adeta zorla öne çekip, okuttu kendini. Kitapyurdundan alışveriş yaparken sepete hediye gibi eklenebiliyor olduğunu görünce fazla düşünmeden ekledim. Ancak gelen kitap öyle fenaydı ki, şimdi adını hatırlamadığım bir yayınevi basmış, kapağa yazarın adı Tolsyoy olarak yazılmış v.s. Bu hikayeleri öyle özensiz bir baskıdan okumanın haksızlık olacağını düşünerek kitabı okumadan birine verdim ve merakım iyice uyanmış olduğu için de kalitesinden emin olduğum İş Bankası'nın çevirisini aldım bir sonraki siparişimde. İyi ki de öyle yapmışım. :)

4 Kasım 2016 Cuma

YÜZYILLIK YALNIZLIK Gabriel García Márquez

Yayın Evi: Can Yayınları
Basım Yılı: 2014
Sayfa Sayısı: 461

Edebiyata biraz aşina olup Márquez'i bilmeyen yoktur sanırım. Sürekli karşıma çıkıyor, listelerime ekleniyordu fakat okumaya bir türlü sıra gelmemişti. En bilinen kitabı Yüzyıllık Yalnızlık, yazarın okuduğum ilk romanı oldu.

Önce üçte birini okudum, biraz ara verip tekrar kitaba döndüğümde karakterleri neredeyse tamamen unuttuğumu farkettim, en baştan yeniden okumaya başladım, yine de ilk sayfadaki aile ağacına sık sık göz atmam gerekti. Gabriel García Márquez'in romanı çok katmanlı, bir şenlik havasında onlarca karakter ve herbirinin ayrı hikayesini içeren, zengin bir eser. Yazarı okumaya başlamak için kesinlikle doğru bir seçim değil. Onun diline ve kurgusundaki yoğunluğa alışmak için önce daha sade birkaç romanını okumak lazım, belki. 

Latin Amerika edebiyatının büyülü gerçekçilik kabuğu altında; kalabalık aileler, sıfırdan kurulan Macondo medeniyeti, isyanlar, aşklar, tehlikeli tutkular, kocakarı ilaçları, yemekler v.b. hayata dair şeyler arasında çılgın bir hızla ilerleyen Yüzyıllık Yalnızlık, en başında biraz başımı döndürse de okudukça tadına vardığım ve son sayfasını beğeniyle kapattığım bir roman benim için.



3 Kasım 2016 Perşembe

AZLA MUTLU OLMAK Francine Jay

Yayın Evi: Aganta Kitap
Basım Yılı: 2016
Sayfa Sayısı: 203

Nedense bu aralar peşpeşe ev ve hayat düzeni üzerine kitaplar okuyorum. Marie Kondo'nun kitabından sonra Azla Mutlu Olmak'ı bitirdim, şimdi bir üçüncüsünü okuyorum (Mutluluk Projesi: Ev), dördüncüsü de sırada (Mutluluğun Mimarisi).

Aslında bu kitaplarda anlatılan düzeni yıllardır korumaya çalıştığım için, beni hayrete düşüren veya etkileyen pek fazla şey olmuyor ama yine de yeni düzenlemeler için motive eder hallerini seviyorum. Her birinden birkaç işe yarar öneri de çıkıyor, nihayetinde.

Derle, Topla, Rahatla kitabından katlama teknikleri yanıma kâr kalmıştı. Bu kitapta da yazarın, hatırası olan ama zevkimize uymayan/işimize yaramayan hediyeleri sonsuza kadar saklama zorunluluğumuzun olmadığı, hediyeyi veren kişinin bizi mutlu etmek için bunu yaptığı, dolayısıyla ona kullandığımızı gösterdikten ya da fotoğrafladıktan sonra daha çok işine yarayabilecek birine verebileceğimiz gibi bir önerisi var. Gerçekten önemli olan nesne değil, onun veriliş amacı, o duygu. Yine dağıtıyordum ama biraz suçluluk hissediyordum açıkçası, o yüzden bunu okumak iyi geldi. :)

Sonra yüzeyleri boş tutmaya dair; birkaç nesneyi bıraktığımız bir yüzeyin (masa, tezgah v.b.) diğer nesneleri nasıl mıknatıs gibi çektiğine ve ortalığın kolayca dağıldığına dair paragraflar var ki çok doğru.

17 yaşındayken gittiğim resim kursundan birkaç defter vardı mesela elimde, içinde karakalem çalışmalarım olan. Neredeyse her sayfanın ayrı bir güne dair hatıralarla dolu olduğu defterler.. Resim kursu iki otobüs değiştirerek gittiğim, evden bir saat uzaklıkta bir yerdi, en yakın arkadaşlarımdan biriyle buluşuyorduk, kahve içtiğimiz, kütüphaneye uğrayıp kitaplarımızı değiştirdiğimiz sabahlar, kurstaki berbat hoca ve bir ikisi hariç ürkütücü, tuhaf insanlar arasında kendi kafamızı yaşadığımız saatler v.b. Bunların hepsi sanki o çizimlerin içinde saklı gibiydi ve aradan uzun zaman geçmesine karşın bir türlü o defterleri atamıyordum.Bu kitabı okurken, 'içinden önemli olanı seç, gerisini yoket' mantığıyla en anlamlı bulduğum iki çizimi kopardım ve defterler gitti, rahatladım. Hepsini veremiyorsan, önemli olan küçük bir parçayı ayırmak, yine de güzel bir şey.

Dolapta uzun zamandır duran birkaç ahşap kutu da boyandı, cilalandı, hediye edildi, yine bu okuma esnasında. Öylece bekleyen nesnelerin değerlendiğini görmek, o tamamlama-bitirme hissi şahane bir şey. 

Kitapta 'sahip olmadan tadını çıkarmak' önerisi de çok yerindeydi bence, örneğin bir fincan kapuçino içmek için, kocaman bir kahve makinasına ihtiyaç duymadığımız gerçeği gibi. Arada sırada gider ve onu güzel yapan bir yerde içersin, hepsi bu. 

Bütün bunların ötesinde, bir şey satın alırken gerçekten gerekli olup olmadığını birkaç defa düşünmek de işe yarıyor. Bir yandan boşaltırken, diğer taraftan doluyorsa bir anlamı kalmıyor çünkü.

Düzenleyip azaltırken, kendime müsamaha tanıdığım üç kategori var; kitaplar, momijilerim ve kırtasiye malzemelerim. Kitaplar ve kırtasiyeleri de zaman zaman ayırıyorum, yine de onlar içinde saklamak istediklerim, gitmesine müsaade edebileceklerimden fazla. Herkesin kendi zevkine göre bu müsamaha alanları değişebilir diye düşünüyorum ama tabii kategori sayısını ve içeriği abartmadan.

Azla Mutlu Olmak, zevkle okuduğum, belli ölçüde faydasını da gördüğüm bir kitap oldu benim için.

Pekala, bunu, şunu ve diğer şeyi satın aldık. Havalara uçuyor olmamız gerekir, değil mi? Çoğumuz için yanıt 'hayır'. Gerçekte çoğunlukla tam tersi doğrudur: Bu nesnelerin çoğu -ve boş vaatleri- yavaş yavaş cebimizdeki parayı, ilişkilerimizin büyüsünü ve hayatımızdaki mutluluğu emer. [sf  11]

Gözden ırak eşyalar bile (ister salon çekmecesinde, ister bodrumda, isterse de şehrin diğer yakasındaki bir depoda olsunlar) zihnimizin bir yerlerinde kalmaya devam ederler. [sf 32]

William Morris'in şu sözü, benim en sevdiğim minimalist alıntılardan biridir: 'Yararlı olduğunu bilmediğiniz ya da güzel olduğuna inanmadığınız hiçbirşeyi evinizde tutmayın.' [sf 39]

1 Kasım 2016 Salı

THEO'YA MEKTUPLAR Vincent Van Gogh

Yayın Evi: Yapı Kredi Yayınları
Basım Yılı: Mayıs 2012
Sayfa Sayısı: 251

Vincent Van Gogh'un kardeşine yazdığı mektuplardan oluşan bu kitabı almayı düşündüğüm sıralarda İstanbul Modern'de Van Gogh Alive etkinliği vardı. Karanlıkta, ressamın eserleri ve sözlerinin duvarlara, sütunlara yansıtıldığı ilginç atmosferin duygusal etkisiyle kitabı daha bir merak etmiştim.

Van Gogh'un hayatının hastalık ve sefalet içinde geçtiğini biliyor ve bu açıdan kasvetli bir okuma bekliyordum ama yine de mektuplarda bunun dışında bir tatsızlık vardı sanki. Çeviri dilinin zayıflığı ve bazı atlanan yerler olabilir bunun sebebi. Kitap, çok uzun süre elimde süründü, arasıra birkaç mektup okudum, sonunda kendimi zorlayarak bitirdim.

İçtenlikle yaşayabildiğimiz sürece herşeyimiz iyi olacaktır. Başımızdan gerçek acıların geçeceği, büyük düş kırıklıklarına uğrayacağımız, büyük bir olasılıkla birçok kötü suç işleyeceğimiz, yanlış işler yapacağımız her ne kadar kesinse bile… Yine kesin olan bir şey var ki ateşli ve cesur olmak yapabileceğimiz tüm hatalara karşın dar kafalı ve aşırı temkinli olmaktan iyidir.
Birçok şeyi çok sevmek de iyi bir şey çünkü insana güç kazandıran budur. Çok seven kişi çok da çalışır ve çok şey başarabilir, sevgiyle yapılmış bir iş iyi yapılmıştır. Gerçekten anlam taşıyacak az söz söylemek, kuru gürültüden başka bir şey olmayan, kolay söylendiği kadar yararsız olan bir araba laf etmekten daha iyidir.

 (...)

Bunları bir an önce yapmak akıllıca bir şey, çünkü yaşam kısa, zaman çabuk geçiyor. İnsan bir tek konuda tam anlamıyla ustalaşırsa ve o tek konuyu çok iyi anlamışsa, fazladan daha birçok şeyi de derinden kavrayacak, anlayabilecektir. [sf 33] 

Çalışan bir adam için otuz yaş, yaşamında bir istikrar döneminin tam başladığı yaştır, insan kendini genç ve enerji dolu hisseder.
Ama, aynı zamanda, yaşamın bir evresi de sona ermiştir. Bu, bazı şeylerin artık hiçbir zaman geri gelmeyeceğini düşündürdüğünden melankoliye sürüklüyor insanı. Belirli bir pişmanlık duymak da saçma bir duygusallık değil aslında. Evet, birçok şey gerçekten de otuz yaşında başlıyor, o yaşta her şeyin bitmiş olduğu da doğru değil. Ancak, yaşamın veremeyeceğini anladığı birtakım şeyleri beklememeyi öğrenmiş oluyor kişi; üstelik her geçen gün daha iyi kavrıyor ki yaşam yalnızca bir ekme dönemidir, hasat mevsimi yoktur burada. [sf 102]


İyi bir yaz etkisi uyandıracak bir resim olabilir bu. Yazı anlatmak kolay değil bence; genellikle, hiç değilse çoğu kez, yaz etkisine sebep olmak ya olanaksız ya sonuç çirkin oluyor, en azından bana öyle geliyor.
Demek istediğim şu ki, öteki mevsimlerin kendilerine özgü etkileri kadar zengin ama aynı zamanda yalın ve güzel görünüşlü bir yaz güneşi etkisi bulabilmek, resme dökebilmek kolay değil.
İlkbahar, taze, körpe yeşil mısır yaprakları ve pembe elma çiçekleridir. 
Güz, sarı yapraklarla menekşemsi tonların birbirine karşıtlığıdır.
Kış, beyaz kar üzerine çizilmiş, siyah siluetlerdir.
Ama, eğer yaz, mısırların altınsı bronzundaki turuncu öğesinin mavilere karşıtlığı ise, o zaman insan, mevsimlerin kendilerine özgü havasını, tamamlayıcı renklerin her birinin birbirleriyle olan karşıtlığını kullanarak anlatabilir. [sf 133]

Bir akşam, bomboş deniz kıyısı boyunca yürüyüşe çıktım. Neşeli değildi ama kederli de değildi, yalnızca çok güzeldi. Gökyüzünün derin mavisi üstünde benek-benek bulutlar vardı -kimisi, yoğun kobaltın temel mavisinden daha koyu bir mavi, kimisi de, Samanyolu’nun ak mavisini andıran daha açık maviydi. Bu mavi derinlikte yıldızlar ışıl ışıldı; yeşilimsi, sarı, beyaz, pembe, yıldızlar bizim orada olduğundan, hatta Paris’te olduğundan daha parlak, daha bir mücevher gibi yanıp sönüyorlardı: sanki opaller, zümrütler, yakutlar, safirler saçılmıştı gökyüzüne.
Deniz ise çok derin bir lacivertti -kıyı, biraz eflatun, biraz koyu pas ya da kuru yaprak rengi bana sorarsan, kum tepeciklerinin (aşağı yukarı altı metre var bunların yüksekliği) üstünde ise Prusya mavisi birtakım çalılar… Yarım sayfalık desenlerin yanı sıra bir de büyük boy desen çizdim. [sf 183]

25 Ekim 2016 Salı

TUHAFLIKLAR ASANSÖRÜ Ayşe Sevim

Yayın Evi: Profil Çocuk
Basım Yılı: 2016
Sayfa Sayısı: 128

Okul dönüşü yakınından geçtiği otelin pencerelerinin birinden önüne bir kağıt düşen Şaban, kağıtta yazan notla yardım isteyen biri olduğunu anlayınca hemen içeri girer. Lobide onu upuzun bir battaniye ören yaşlı bir kadın, yani Hikaye Anahtarcısı karşılar ve çocuğa isterse yukarı çıkıp bakabileceğini söyler. Şaban biraz korku ve biraz da merakla asansöre bindiğinde, yukarı çıkması gereken asansör aniden hızla aşağı düşmeye başlar ve Şaban'ı birbirinden ilginç maceralar yaşayacağı yeraltına götürür.. 

Ayşe Sevim'in daha önce şiir kitaplarını ve meşhur yazarların aşklarını farklı bir gözle anlattığı şahane kitabını okumuştum. Anlatımı, dili lezzetli, edebi dozajı yüksek bir kelime oyuncusu olduğu için o ne yazsa okumayı seviyorum. Bu defa da çocuklar için yazdığı, altmetni kuvvetli, bir o kadar da eğlenceli hikayesini bir çırpıda bitirdim. Gönül rahatlığıyla miniminilere okunabilecek, çok hoş bir kitap. 

18 Eylül 2016 Pazar

KİBRİTLERİ ÇOK SEVEN KÜÇÜK KIZ Gaétan Soucy

Yayın Evi: Can Yayınları
Basım Yılı: 2016
Sayfa Sayısı: 152

En yakın yerleşim yerinden hayli uzak bir kır evinde, despot babalarıyla beraber yaşayan iki çocuk, adamın ölümüyle ne yapacaklarını bilemez bir durumda kalırlar. Çocuklardan abla olan babası için bir tabut bulmak gerektiğini düşünür ve köye doğru yola çıkar ama o güne kadar karşı karşıya kalmalarına engel olunan dış dünya çok korkutucu ve yabancıdır..

Ana hatlarıyla konusu ve tanıtım yazıları ilgi çekici olan kitabın okuyucusunu içine çektiği kasvetli atmosferi edebi açıdan başarısız bulduğumu söyleyemem. Yine de içerdiği dehşetli öğelerin yanında duygusal derinliğinin yavan, son çözümlemelerinin ise az kaldığını düşünüyorum.

Kanadalı yazar Gaétan Soucy'nin Türkçeye çevrilmiş iki kitabı daha var; Müzikhol ve Kefaret. Aynen bu kitapta olduğu gibi arkakapakları çok etkileyici ama şu an için başka bir kitabını okuma hevesinde değilim.



17 Eylül 2016 Cumartesi

LOVE YOU TO BITS [Şubat 2016]

Love You to Bits, yine bağımsız oyun tabir edilen, Alike Studio adı altında, iki kardeşin ürettiği çok şirin, zevkli bir oyun.

Bir robot kıza aşık olan acemi uzay kaşifi Kosmo, ölümcül bir kaza sonucu parçaları uzaya dağılan kız arkadaşı Nova'yı tekrar birleştirmek istiyor ve biz de ona yardım ediyoruz. Her bölümde Nova'nın bir parçası gizli, bir bölüme ait bulmacayı çözüp bitirdiğimizde Kosmo, kız arkadaşına bir parça daha yaklaşıyor. 

Bağımsız oyunları seviyorum çünkü, klişelerden uzak, çizimleri özenli ve heyecan verici, bulmaca konusunda da gayet zeki, alışılmadık bir tarzları oluyor.

Love You to Bits, bağımlılık yapan değil ama arada bir zevkle bir bölüm geçtiğim ve birçok bölümünü de görsel olarak çok beğendiğim bir oyun oldu benim için.

Not: Oyun şu an sadece App Store'da var, MAC, Android ve PC için yıl sonuna kadar yayınlanacağı söyleniyor.
 




8 Eylül 2016 Perşembe

BONCUK OYUNU Hermann Hesse

Yayın Evi: Yapı Kredi Yayınları
Basım Yılı: 2006
Sayfa Sayısı: 553

Hermann Hesse, külliyatında yarıyı geçtiğim, tüm kitaplarını okumak istediğim yazarlardan. Bazı kitapları derin izler bıraktı bende, bazılarını ise hiç sevemedim. Boncuk Oyunu, çizginin ortasında duran bir kitap oldu bitirdiğimde.

Baş karakteri Josef Knecht'in, gündelik sorunların aşıldığı bir çağda, ütopik Kastalya eyaletinde içsel aydınlanmaya erişmek için oynanan, bilim, sanat, kültür, matematik ve felsefe içeren soyut bir oyunun, Boncuk Oyunu'nun üstadı olması ve sonrasında yaşadığı ruhsal değişim-gelişim ve kaçışını anlatan bu hayali biyografi romanı, kitabın sonunda bulunan üç hikaye ile de destekleniyor. 

Boncuk Oyunu, yazarın son kitabı, en yetkin, ustalık eseri. Bu sebeple okuması da, anlaması da aynı ölçüde emek istiyor. Hakkında daha fazla konuşmak için, belki tüm kitaplarından sonra bir kere daha okumayı düşünüyorum ama şimdilik bu yazı burada dursun.*

Toprak ıslaktı, ama kar yoktu yerde, akarsuların kenarlarında şimdiden gür bir yeşillik göze çarpıyordu, çıplak çalılarda tomurcuklanmalar başlamıştı, açan ilk tırtılsı çiçeklerin şimdiden renkli soluyuşları duyuluyordu çevrede, hava kokularla doluydu, yaşam taşan, çelişki taşan kokular, ıslak toprak kokusu, çürümüş yaprak kokusu, körpe filizlerin kokusu; her an ilk menekşe kokuları algılanabilirdi, oysa henüz açmış bir menekşe yoktu. Derken mürver ağaçlarının bulunduğu yere vardık, dalların üzerini minicik tomurcuklar kaplamıştı, ama henüz hiçbir yerde bir yaprak seçilmiyordu. Bir dal keser kesmez acımsı-tatlı, keskin bir koku karşıdan çarptı yüzüme, sanki baharın tüm kokularını içinde toplamış, kendisinde biriktirip çoğaltmıştı. Koku beni serseme döndürdü, elimdeki bıçağı kokladım, elimi, mürver dalını kokladım; öylesine içe işleyici ve karşı durulmaz kokuyu yayan, kesilmiş dalın özsuyuydu. Arkadaşla birbirimize bundan hiç söz etmedik; ama o da düşüncelere dalmış, kendi kestiği dalı uzun uzun koklayıp duruyordu, onunla da konuşuyordu koku. Evet, her yaşantının kendine özgü bir büyüsü vardır işte; benim yaşantım da, bastıkça içe gömülen çayır kaplı toprak üzerinde yürüyüp toprağın ve tomurcukların kokusunu solurken, yaklaşan baharın bir mutluluk duygusuyla tarafımdan belirgin olarak algılanması, ardından kokunun mürver dalının fortissimo'sunda yoğunlaşıp güçlenerek duyusal bir simgeye ve bir büyüye dönüşmesiydi. Bu küçük yaşantı tek başına kalsaydı bile, sözünü ettiğim kokuyu bir daha belki hiç unutmayacaktım; hatta yaşlılık günlerime dek onunla her karşılaşmam, onu bilinçli olarak duyumsadığım ilk karşılaşmamın anısını çağrıştıracaktı. [sf 65]
 
Yürürken bir şiir dizesi eşlik etti kendisine, ansızın aklına gelmişti:
Çünkü bir büyüyü içerir her başlangıç... [sf 372] 

*Daha fazla bilgi için A. Ömer Türkeş'in Boncuk Oyunu ve Hesse üzerine 'Parçalanmış hayatlara ağıt' isimli yazısına bakabilirsiniz.

30 Ağustos 2016 Salı

DERLE, TOPLA, RAHATLA Marie Kondo

Yayın Evi: Epsilon Yayınları
Basım Yılı: 2015
Sayfa Sayısı: 232

Evi toplamaya başladığım ilk zamanlarda, açık balkonda, üzeri naylonla örtülmüş müsvedde kağıt ve mesleki kitap kolileri olduğunu hatırlarım ki, taşınalı çok zaman geçmemişti, anne ve babamın 30 sene önce evlenirken yerleştiği eski evimizden gelirken güya(!) birçok şeyi getirmemiştik. Mayalanır gibi büyüye büyüye evi, dolapları, köşeleri, koltuk ve yatak altlarını işgal eden eşyalar topluluğunu bir yandan köklü dağıtmalarla yokederken, diğer yandan az da olsa kendi sevdiklerimi biriktiriyordum.

Derli-toplu ve temizlemesi kolay bir ev isteğim, hatıralara bağımlılıktan hep daha şiddetli olduğu için bu kitaba gelene kadar kendi yolumu katetmiştim ama yine de merakla okudum.

Kitapta en çok işime yarayan şey, katlama teknikleri oldu. Yani dağıtmaktan (atmak kelimesini hiç sevmiyorum, israf olmaması adına ihtiyacı olabilecek birine vermek en iyisi, tabii evden 'çöp' çıkmıyorsa) daha çok düzenleme adına öğrendiklerim-uyguladıklarım oldu ve çekmecelerin, dolapların görüntüsü hayli memnun etti beni.

Birkaç sayfa okuyup hevesle Marie Kondo'nun anlattığı tekniğe göre (mümkün olduğunca çok katla ve dik olarak yerleştir) birkaç çekmece düzenlediğim ve kitapla paralel olarak hemen hemen tüm çekmeceleri bitirdiğim bir dönem geçirdim.

Dağıtma sırasında, sadece kitaplar kısmını es geçtiğimi söylemeliyim. Zaman zaman kitaplarımı da ayırıyorum ama bu aralar öyle bir istek yoktu içimde ve yazarın dediği gibi kompakt 5-10 kitaplık bir yığın da bana göre değil. Kütüphanemi, kitapların görünüşünü, rafta duruşlarını, istediğim an tekrar bakabilmeyi ve okumayı seviyorum, sevdiğim kitapları öyle kolayca dağıtamam. 

Marie Kondo'nun çok bildik şeylere dair güzel tespitleri var, mesela; 

*verilecekler torbalarını yakınlarınız görmemeli (mutlaka içinden alacak şeyleri oluyor)
*kullanma kılavuzlarını derhal atmalı (ihtiyaç halinde zaten internetten bakılıyor)
*bu kablo neyin kablosu diye düşündüren gizemli kablolar asla kullanılmaz. (doğru!)
*çok sevdiklerinizi, gerçekten sizi mutlu edenleri saklayın.
*temiz ve düzenli bir ev ruhunuza iyi gelir.

Kısaca, Derle,Topla,Rahatla herkesin kendi ihtiyacına göre faydalanabileceği, hoş bir kitap.
Marie Kondo'nun katlama tekniklerine dair de nette hayli video ve görsel var, sadece onlardan da
yararlanılabilir.

Not: Kitabın çevirisi maalesef çok özenli değil, olumlu-olumsuz fiillerin ters kullanımları var, okurken şaşırtıyor. Bazı kültürel öğeler açıklanmamış, mesela Japonlar fırın tepsilerini poşetlerde saklar diyor, eh bu bir dereceye kadar normal, ama poşette saklamayın ayakkabı kutularına yerleştirin deyince film kopuyor. Fırın tepsisi diye çevrilen ne acaba diye düşünüyorsun. Ufak notlar ve açıklamalar eklenebilirmiş.

30 Temmuz 2016 Cumartesi

GURBET HİKAYELERİ VE YERALTINDA DÜNYA VAR Refik Halid Karay

Yayın Evi: İnkılap Kitabevi
Basım Yılı: 2006
Sayfa Sayısı: 311

Yazarın siyasi sürgünü sırasında kaldığı Halep ve Lübnan'da yazdığı veya İstanbul'da kaleme alırken bu coğrafyalarda geçen konuları işlediği hikayeleri Gurbet Hikayeleri adı altında toplanıyor:

Yara, Eskici, Antikacı, Testi, Fener, Zincir, Gözyaşı, Keklik, Akrep, Köpek, Lavrans, Çıban, Kaçak, Güneş, Hülle, İstanbul, Dişçi.

Refik Halid Karay'ın Türkçe'ye hakimiyeti tartışılmaz ama dili çok güzel olsa da bu hikayeleri çok severek okuduğumu söyleyemeyeceğim.

Kitapta hikayelerden sonra yer alan Yeraltında Dünya Var ise psikolojik gerilim, gizem ve tutku içeren bir macera romanı.

Şam ile Halep arasındaki Buka Ovasında, halasından kalan ıssız bir çiftlikte birkaç adamıyla beraber yaşayan Nebil, yağmurlu bir gece çiftliğin yakınlarında yola saplanan bir otomobildeki yolculara yardımcı olur, dört adam ve Nihan adında bir kadından oluşan grubu gece evinde misafir eder. Nihan'la aralarında bir etkileşim de yaşanacak ve bu yakınlaşma Nebil'in arazisinde gömülü olduğuna inanılan, birçok kişinin peşinde olduğu bir defineyi arama üzerinden devam edecektir..

Yeraltında Dünya Var'ı hikayelere kıyasla daha bir merakla okudum, konusu gayet ilginçti, Nihan'ın oyunları da bana aynı yazarın Nilgün romanını anımsattı. Nihan karakteri, Nilgün'ün bir prototipi gibi, Refik Halid Karay'ın idealize ettiği, sevilecek kadını çizmesi açısından benziyorlar. Romanın yazıldığı döneme göre (1953) modern bir kurgusu var ve günümüzde çok beğenilen Dövüş Kulübü, Akıl Defteri, Zindan Adası v.b. filmler gibi şaşırtıcı bir son içeriyor.

Bana öyle gelir ki, seçme adamlar; bir olay karşısında sadece -benim gibi- etkilenenler, belirsiz şeyler duyup ruhlarından incinenler değildir; üzüntüyle beraber bir hüküm verebilenlerdir. Soğuktan veya sıcaktan bitkiler de birşeyler duyarlar, fakar korunamazlar, etkisinde kalmakla yetinirler. [Antikacı, sf 21]

Can sıkıntısının bir sesi vardır; böyle bir zamanda, o gurbet odasında  duyarsınız: Eski mobilyaların tahtalarını dişleyen gizli kurtların sürekli çıkardığı kemirici, işleyici ses...birden eskiyiveren gönlünüzde bu kurdu ve bu sesi işitirsiniz ve oyduğu delikten incecik tozların içinize biriktiğini duyarsınız. [Zincir, sf 32]

29 Temmuz 2016 Cuma

SON PERDE Roald Dahl

Yayın Evi: Can Yayınları
Basım Yılı: 1987
Sayfa Sayısı: 186

Roald Dahl'in çocuk romanlarından uyarlanan Charlie'nin Çikolata Fabrikası ve Dev Şeftali filmlerini seyretmiştim ama yazdıklarından herhangi bir şey okuma fırsatım olmamıştı. D&R'ın Can Yayınları kampanyası dahilinde Son Perde kitabını gördüğümde hemen aldım, bir yerden başlamak için. Son Perde, Roald Dahl'ın büyükler için yazdığı tekinsiz öykülerden, Tomris Uyar'ın çevirdiği bir seçki.

Roald Dahl'in etkileyici hayalgücü ve yumuşak bir şekilde başlayıp hikaye bittiğinde çarpan anlatımının yanısıra bu kitabın Türkçesi de çok güzeldi. (Tomris Uyar ne çevirdiyse okumak lazım.)

Pansiyoncu Kadın ♥

Billy Weaver, iş için taşrada bir kasabaya giden, on yedi yaşında bir delikanlıdır. Ona tavsiye edilen Güzel ile Canavar oteline doğru giderken yolda şirin bir pansiyon görür, pencereden görünen odaya bir göz attığında şöminede yanan ateş, önünde uzanmış yatan sevimli bir köpekle içerisi adeta bir ev gibi sıcak görünür ve fiyatı da uygun olunca orada kalmaya karar verir..

Cennete Çıkan Yol ♥

Bayan Foster'in en büyük takıntısı bir yerlere geç kalmaktır ve kocası ise onun titizlenmeleriyle adeta dalga geçercesine daima işi ağırdan alır. Yaşlı kadın, kızı ve torunlarını görmeye Paris'e gidecekken yine Bay Foster yüzünden iki defa uçağa yetişememe tehlikesi atlatır.. Döndüğünde belki de bu sıkıntıyı bir daha hiç yaşamayacaktır.

Son Perde

Çok bağlı olduğu kocası Ed'i bir trafik kazasında kaybeden Anna, iki kızı evlenip oğlu da üniversite için başka bir şehre gittikten sonra büyük bir boşluğa düşer. Çocuklara yardım amaçlı çalışan bir derneğin işleri için gittiği Dallas'ta, gençliğinde kalan bir arkadaşının oturduğunu hatırlar. Conrad ona evlenme teklif etmiş ama Anna Ed'i tercih etmiştir. Conrad'ı arar ve eski hikaye yeniden canlanır.

Bayan Bixby ve Albayın Kürkü

Uzun zaman gizli bir ilişki içerisinde olduğu zengin Albay'ın veda hediyesi olarak verdiği kürke, nereden geldiğini kocasına belli etmeden sahip olmak isteyen Bayan Bixby'nin tersine dönen dolaplarını anlatan bir hikaye.

Çeşni

Eski ahbapları olan bir şarap tadıcısını yemeğe davet eden Schofield ailesi ve evin babasının şarabın tarihi ve üretildiği bağı tahmin etmesi üzerine adamla bahse girmesini anlatıyor.

Deri

Yaşlı Drioli, beş parasız ve aç sokaklarda yürürken, bir sanat galerisinin vitrininde ona tanıdık gelen bir resim görür. Resmi yapan gençlik arkadaşı Soutine'dir ve yaşlı adamın sırtında da bir eseri vardır. Drioli galeriden içeri girer ve ressama ait sergiyi görmeye gelmiş topluluğa bunu açıklar, galeri sahibi ve sanatseverler önce inanmasalar da resmi gördüklerinde büyük bir ilgi gösterirler. Yaşlı adam derisinde taşıdığı bu eser sayesinde sefaletten kurtulabilecek midir?

Dilek

Bir yara kabuğu ve bir halı üzerinden çocukluğun hayalgücüne dair yazılmış kısa bir hikaye.

Georgy Porgy

Annesinin her konuda serbestçe bilgi ve deneyim sahibi olmasını istediği George'un başına gelen travmatik olay, tüm hayatını ve özellikle kadınlara bakış açısını etkileyecektir.

Çakırpençe Foxley

Kendi halinde bir memur olan Perkins her gün işe gidip gelirken bindiği trende, bir gün eski bir yatılı okul arkadaşıyla karşılaşır. Geçmişinin sarsıcı bir parçası olan bu adamla aynı kompartımanda yaptığı yolculuk boyunca, neler yaşadığını okuruz ve Perkins sonunda onunla yüzleşmeye karar verir.

Otomatik Dev Gramatizör ♥

Alfred Knipe, ana öğeler verildiğinde kendi kendine bütün bir roman veya öykü yazabilen bir makina tasarlar. Yazı ajansının sahibi patronu ile birlikte yazarların isim haklarını tek tek toplamaya başlar ve dev bir makineden çıkan, çok satan binlerce kitap oluştururlar.


15 Temmuz 2016 Cuma

TAM BENİM TİPİM Simon Garfield


Yayın Evi: Domingo Yayınları
Basım Yılı: 2012
Sayfa Sayısı: 339

Yazı karakterleri ve onların etrafında gelişen dünyayı, ilk metal baskı harflerinden, bilgisayar fontlarına uzanan yolculuğun ayrıntılarını, ufak sırlarını anlatan; fotoğraf, resimler ve çizimlerle zenginleştirilmiş bir kitap.

Bilgisayarla ilk tanıştığım zamanlardan beri yazıtipleriyle oynamayı çok seven biri olarak, onlara dair anlamları okumak hoşuma gitti. Hangi yazıtipi nerede kullanılmalı, en sevilen fontlar, hiç hoşlanılmayanlar, bazı markalarla özdeşleşen karakterler, fontları oluşturan ilginç insanlar v.s. konuya merakı olanların kütüphanesinde bulunması gereken bir kitap diye düşünüyorum. 

Kitaba dair daha ayrıntılı, uzun bir yazı okumak isterseniz bu linkten ulaşabilirsiniz.


14 Temmuz 2016 Perşembe

ARABESK Barbara Nadel

Yayın Evi: Maceraperest Kitap
Basım Yılı: 2003
Sayfa Sayısı: 335

Sevin Okyay'ın polisiye üzerine radyo programlarından birini dinlerken Barbara Nadel'den bahsettiğini duymuş ve Türkiye polisiyeleri kurgulayan yabancı bir kadın yazar fikri ilginç geldiği için kitaplarından birini almıştım.

Doğulu bir türkücünün Beyoğlu'nda herkesten gizlediği bir evde sakladığı bir karısı ve bebeği vardır. Kadın öldürülür ve bebek de kaçırılır. Şüpheler türkücü Erol'un uzatmalı metresi Tansu ve menajeri üzerinde toplanır. Tansu estetiklerle genç görünmeye çalışan yaşlı bir şarkıcıdır. Komiser Süleyman ve ustası Komiser Çetin İkmen, bebeği bulmak ve cinayeti çözmek için çalışmaya başlarlar..

Çok nadir birkaç kitap hariç genellikle hayalkırıklığı olsa da zaman zaman Agatha Christie dışında polisiyeler okumayı deniyorum. Arabesk'in de ilk birkaç sayfasını okuduktan sonra fena halde sıkıldım. Tam olarak nüfuz etmesi mümkün olmayan bir ülkenin insanları üzerine bir hikaye kurgulamaya kalktığı ve bunu ustalıkla yapamadığı için, ister istemez özenti ve uyduruk görünmesini bir tarafa bırakıyorum, genel kurgusunu ve mevzularını da hiç beğenmedim.

Kitabı okumadan önce Barbara Nadel bir nam-ı müstear mı acaba diye düşünmüştüm, mesela Sevin Okyay'a ait olabilirdi. Tam o sıralarda David Suchet'ın Agatha Christie'nin gizemlerinin izini sürdüğü bir belgeselde İstanbul'a gelip bu kadınla görüştüğünü izleyince, varlığı netleşti tabii. Yine aynı belgeseldeydi sanırım, David Suchet, Belçika'ya gidiyor ve Belçikalıların Hercule Poirot'yu nasıl sevip bağırlarına bastıklarını görüyordu.

Agatha Christie ise Belçikalılardan 'biz onu öyle, bunu böyle yapmayız' mealinde mektuplar aldığını, hatta en başta niye Belçikalı bir dedektif seçtiğini de bilemediğini söyler. Onun yaptığı, savaş döneminde evlerinde kalan Belçikalıları iyice gözlemledikten sonra sadece bir kişi, ustaca bir profil çizmek. Bu sebeple kabul görmüş olmalı, birkaç istisnai durum hariç.

Ancak bir süre orada yaşamış olsa da özünde tamamen yabancı olduğu bir coğrafyayı, doğusundan batısına, mezheplerinden sanatçılarına varıncaya kadar oryantalist bir yem olarak kullanmak isteyip roman serisi oluşturmak Barbara Nadel'in altından kalkamayacağı kadar güç olmuş ve çuvallamış görünüyor.


13 Temmuz 2016 Çarşamba

ODAMDA YOLCULUK Xavier de Maistre

Yayın Evi: Kırmızı Kedi Yayınevi
Basım Yılı: Kasım 2014
Sayfa Sayısı: 116

1790 yılında, Fransız ordusunda görevli iken bir düelloya karışması sonucu kırkiki günlük bir ev hapsine mahkum edilen Xavier de Maistre, odasından çıkmadan geçirdiği bu günler boyunca düşüncelerini bir ruhsal yolculuk gibi yazarken, içinde bulunduğu odayı, eşyaları, tabloları da hatıra ve anlamlarıyla detaylı bir şekilde anlatıyor. 

Odasının ve kafasının içinde yolculuk eden bir yazar fikri gayet ilginç ve hoş, anlatımı da sıkmadan, uzatmadan ilerliyor. Odamda Yolculuk'u keyifle okudum ama ancak bitirdikten sonra devamı niteliğinde bir ikinci kitap daha olduğunu farkettim. Bu güzel kapağından dolayı Kırmızı Kedi'den almak yerine, Odamda Gece Seferi ile birleştirip basan İletişim Yayınları'ndan edinsem daha iyi olurmuş. Onu da alıcaz mecbur. :)

Koltuk mükemmel bir mobilyadır; özellikle tefekküre yatan herkese son derece elzemdir. Uzun kış gecelerinde, kalabalık toplantıların gürültü patırtısından uzakta, yavaşça içine gömülmek, kimi zaman hoş, her zamansa ihtiyatlı bir tavırdır. Güzel bir ateş, kitaplar, kalemler; sıkıntıya bunlardan iyi çare olur mu! [sf 13]

12 Temmuz 2016 Salı

KÜÇÜK PRENS'İN GÜZEL HİKAYESİ Antoine de Saint-Exupéry

Yayın Evi: Mavi Bulut Yayınları
Basım Yılı: 2013
Sayfa Sayısı: 223

Antoine de Saint-Exupéry'nin Küçük Prens'ini seneler önce kütüphanenin çocuk bölümünden alıp okumuştum, Cemal Süreya-Tomris Uyar çevirisiydi ve hikayesi gibi dili de gerçekten çok güzeldi. Küçük Prens'i daha sonra edindim ama başka bir çeviri olduğu için aynı lezzeti maalesef bulamamıştım. Cemal Süreya-Tomris Uyar'ın çevirdiği kitapları ise adına sahaf demek istemediğim bazı kişiler, adeta hunharca yükselttikleri fiyatlara satmaya çalışıyorlardı.

1 Ocak 2015 tarihi gelip, yazarın ölümünün üzerinden 70 yıl geçtiği için telif haklarının kalkmasına bu açıdan çok memnun oldum, evet yayınevleri ve kırtasiye üreticileri fazlasıyla cılkını çıkarıp etinden sütünden nesi varsa yararlandılar ama bu arada o nefis çeviri de yeniden basıldı. ♥

Aynı dönemde Mavi Bulut Yayınları'ndan koleksiyonluk denilebilecek iki kitap almıştım; Küçük Prens'in Güzel Hikayesi ve Küçük Prens Üç Boyutlu. Pop-up tabir edilen üç boyutlu kitapta sadece orijinal hikaye ve kitabın sayfaları açıldığında makete dönüşen, bazı kısımlarını oynatabildiğiniz çizimler var. Gayet oyuncaklı, hoş bir basım. Diğer kitapta ise Küçük Prens'le beraber, yazarın Amerika'daki hayatı ve hikayeyi yazma sürecinde yaşadıkları, ilk basımların fotoğrafları, yayınlanmamış bir bölüm, kendi suluboya çizimleri, arkadaşlarının, başka eleştirmen ve yazarların kitap hakkında yorumları bulunuyor. Kısaca sevdiğiniz bir şey etrafında daha çok şey okumayı sevenlerdenseniz çok beğeneceğiniz bir derleme diyebilirim. 

Küçük Prens'in Güzel Hikayesi'ni okurken Antoine de Saint-Exupéry'nin diğer kitaplarını da çok merak ettim, sık sık bahis açılıyordu. Maalesef bir çoğunun yeni basımı yok gibi ama yine de bulunmaz değiller. Ne zaman sıra gelirse,onları da okumak niyetindeyim.

'Başka bir şey daha düşündüm. Otoyol-insanlar ve patika-insanlar vardır. Otoyol-insanlar beni sıkar. Kilometre tabelaları arasındaki şosede sıkılırım. Bu insanlar hep belli bir şeye doğru yol alırlar. Bir kazanç, bir hırs. Oysa patikalar boyunca, kilometre levhaları değil, fındık ağaçları vardır. Orada olmak için oradasınızdır. Her adımda tam da orada olmak için oradasınızdır, başka bir yere gitmek için değil. Kilometre levhalarından asla bir şey çıkaramazsınız...'  [Madame De La Rose'a Mektup, sf 49]

Gezegenimiz elbette Dünya denen somut yerdir ama gene de bizim yaşadığımız gezegen aslında hayalgücümüzdeki ve kalbimizdekidir. Bugüne kadar sevdiğimiz, yüzleri yok olsa bile varlıkları süren herkes ve her şeyle, sohbetler ve kahkahalarla doludur. Bizim sayılan gezegen içimizde taşıdığımızdır. Burada güzelliği, bilgiyi, hayatın kırılganlığını ve kudretini, mutsuzluğu, hayal kırıklığını, çılgınlığı, mutluluğu, aşkı, daimi yakınlıkla kurulan duygusal dünyayı keşfederiz. 'Bu uyuyan küçük prenste, beni en çok şaşırtan bir çiçeğe olan sadakati, uyuduğunda bile bir lambanın ışığı gibi içinde parlayan gülün imgesidir..' [Thomas De Koninck, Yorumlar sf 215]
 



11 Temmuz 2016 Pazartesi

ÖRGÜ KULÜBÜ Kate Jacobs

Yayın Evi: Mikado Yayınları
Basım Yılı:  2009
Sayfa Sayısı: 368

Biraz bakar, sonra hızlı bir şekilde okuyup bitiririm diye düşündüğüm bir kitaptı, Örgü Kulübü. Kapağı ve adının sıcaklığı hoşuma gittiği için almıştım. Ama okumaya başlayınca bir çoksatardan beklediğim kadar sığ olmadığını gördüm ve zevkle devam ettim.

Georgia Walker, uzun yıllardır New York'ta bir tuhafiye dükkanı işleten ve kızıyla birlikte dükkanın üzerindeki ufak evinde yaşayan bekar bir kadındır. Yalnız bir anne olarak çeşitli zorluklarla düzenini kurmuş olsa da, geçmişte, onu yarıyolda bırakıp giden iki kişinin ihanet izlerini hâlâ kalbinde taşımaktadır; sevgilisi James ve çok yakın kız arkadaşı Cathy. 

Georgia'nın her konuda en büyük desteği kocasını kaybetmiş yaşlı bir kadın olan Anitadır ve dükkanın işlerine bakan Peri de biraz yükünü hafifletmektedir. Walker ve Kızı adındaki dükkanın elişi malzemeleri almaya gelen daimi müşterileri vardır, bazı kadınlar nasıl örgü örecekleri konusunda da onlardan yardım isterler, dükkanın ortasındaki küçük masanın etrafında yavaş yavaş bir topluluk oluşur. Her Cuma akşamı toplanarak birlikte örgü örerken hayatlarına dair birşeyler de paylaşırlar, aralarındaki bağ giderek kuvvetlenir.  

Belli bir ayarda giden hayatı, James ve Cathy'nin peşpeşe çıkagelmesiyle altüst olan Georgia, onlarla başetmeye çalışırken en büyük yardımı da dükkanındaki bu minik kulüpten görecektir..

Kitabın edebi bir değeri yok elbette ama Kate Jacobs hayata dair acı ve tatlı şeyleri güzel dengeleyerek, saçmalamadan veya basitleştirmeden hoş bir roman yazmış. Özellikle böyle tatlı bir kitap için cesur bir sonu var diyebilirim.

'Gitmesine neden olacak bir şey mi yaptın?' dedi Dakota mısır gevreğinden başını kaldırıp annesine dik dik bakarak (İşte bu gibi zamanlarda Georgia Anita'nın tavsiyelerini bir mantra gibi uyguluyordu: Babasıyla ilgili gerçek sadece Dakota'nın duygularını incitecektir ve bunu ona söylediğin için senden nefret edecektir.) Bu yüzden Georgia konuyu saptırmış ve iyi gitmeyen ilişkiler konusunda belli belirsiz konuşmuştu ve Dakota'yı çok sevdiklerini ve onun ayrılmalarında hiçbir suçu olmadığını söylemişti. [sf 21]

10 Temmuz 2016 Pazar

SANAT VE İNSAN Vedat Erkul

Yayın Evi: Timaş Yayınları
Basım Yılı: 1996
Sayfa Sayısı: 270

Sanat nedir? Sanatçı kimdir? gibi klasik soruların alışılagelmiş cevaplarından başlayarak, soyut İslam sanatı ve Batı sanatını karşılaştıran, sanat akımları, meşhur yabancı ressamlar ve Türk ressamlarından kısa kısa bahseden bir kitap, Sanat ve İnsan.

Yazarın bakış açısını büyük ölçüde takdir etmeme rağmen, Picasso'nun hat sanatı hayranlığına dair anektod* gibi birkaç şeye takılıp kitabın farklı bölümlerinde tekrarlaması,  mevzu (sanat) hakkında halihazırda çok defa söylenmiş sözleri kendi cümleleriyle bir kere daha ifade etmesi ve redaksiyon hataları okumaya ilk başladığımda yarıda bırakmama sebep olmuştu. Bitirmeden içim rahat etmeyeceği için aradan zaman geçtikten sonra hızlı bir şekilde tamamladım.

Leonardo'nun ülkesi İtalya klasik resimlerinin alışılmış ortak bir özelliği vardır: portre resimlerdeki ifadesizlik ve katılık. Bu ifadesizlik ve katılık, teknik eksiklikten değildir. Doğru çizim, perspektif doğruluk ve sabırla yapılan ve hiçbirşeyi eksik olmayan o eski resimler yine de kuru ve ifadesiz oluyordu. Yapılan resimler yaşayan varlıklardan çok hareketsiz heykellere benzerdi. Bunu hisseden ressamlar, bu katılığı ve hareketsizliği yok etmek için türlü yollara başvurdular. Ne yaptılarsa meseleyi çözemediler. Yapılan resimler, uyuyan masal kahramanları gibi hareketsiz oluyordu. Botticelli, bu katılığı yok etmek için, saçlara dalgalı şekil vermeyi, kumaşlara kıvrımlar vererek, kenar çizgilerini yumuşatarak çalıştı. Doğru ve gerçek çözümü ancak Leonardo buldu. Sufumato (giderek erime) denen yöntemi kullandı. Ressam, seyirciye çözmesi gereken birşeyler bıraktı. Kenar çizgilerini yumuşattı, kenarlar gittikçe eriyerek gölgede kaybolur şekle soktu. Giderek eriyip kaybolan kenar çizgisi ve yumuşak renkler seyredenin hayalgücüne göre şekillenir oldu. Bir biçim başka bir biçim içinde erir şekilde boyandı. 

Leonardo, Mona Lisa isimli tablosunda sufumato yönteminden bilerek faydalandı. Bir insan portresinde, ifade denilen şey ağız köşeleri ile gözlerin köşelerinde saklıdır. Leonardo'nun, yumuşak bir loşluğa daldırarak özellikle belirsiz bıraktığı yerler işte bu ağız ve gözlerin köşeleridir. Bu sebeple seyirci, bu portrenin bakışındaki ruh hali ve ifadesinden tedirgin olmakta, ilgisi ve merakı kabarmaktadır. Yüzündeki ifade seyredenin elinden kaçıyormuş gibi gelmektedir. [sf  199]

* Ressam Hasan Kavruk, çıktığı Avrupa gezilerinin birinde, Picasso'nun Paris'teki atölyesine uğrayıp izin verirse atölyesinde çalışarak çok şeyler öğrenmek istediğini belirtir. Bunun üzerine Picasso:
'Sen Türksün değil mi?' diye sorar ve 'Biz bugün sanatta sizin eski hattatlarınızın yaptıklarını yapmaya çalışıyoruz. Sen hemen memleketine dön ve kendi hat sanatını incele', der.