31 Ağustos 2018 Cuma

LAGOM İSVEÇLİLERİN DENGELİ YAŞAMA SANATI Linnea Dunne

Yayın Evi: Pegasus Yayınları
Basım Yılı: 2018
Sayfa Sayısı: 157

İsveçliler için “ne çok az ne çok fazla, tam kararında” manasına gelen Lagom, abartıdan, israftan kaçınıp ölçülü olma, herşeyde belirli bir denge kurma arayışını ifade ediyor.

Etrafta yanan mumlar eşliğinde arkadaşlara ikram edilecek tarçınlı çörekler ve kahve sohbetleri, evi düzenleyerek minimal ihtiyaçlara göre boşaltmak, gereksiz alışverişlerden kaçınmak, biraz dikiş-biraz tamiratla bozulan nesneleri yeniden değerlendirebilmek, pikniğe-yüzmeye v.s. gitmek, akşamları evde huzurlu bir şekilde geçirmek, komşulara yardıma ihtiyaçları olup olmadığını sormak v.b. yaklaşımlar tavsiye edilen bu dengeli yaşamın ipuçları olarak sunuluyor.  

Hygge ve Lyyke kitaplarındakilere paralel önermeler sunmakla beraber bu kitap daha çok bir derleme gibi. Alıntılar, konu üzerine araştırmaların sonuçları, stilistlerden öneriler gibi bölümler içeriyor.

Bu tarz kitaplardan faydalanma oranı sanırım bu önerilere ne kadar ihtiyaç duyduğunuza bağlı. Zaten sıcak bir kültürde, ailenizden dînî-ahlâkî değerlerinize bağlı olarak eğitim görüp yetişmişseniz size bildiğinizden farklı bir şey söylemeyebilir. 

30 Ağustos 2018 Perşembe

LYKKE DÜNYANIN EN MUTLU İNSANLARININ SIRLARI Meik Wiking

Yayın Evi: Pegasus Yayınları
Basım Yılı: 2018
Sayfa Sayısı: 285

Kopenhag'da yaşayan, Mutluluk Araştırmaları Enstitüsü yöneticisi Meik Wiking, ilk kitabında Danimarka kültürüne ait hygge kavramını anlattıktan sonra bu defa lykke (mutluluk) kelimesinden yola çıkarak 'nasıl daha mutlu oluruz?' sorusunun cevaplarını dünyanın her yerinde arıyor.

Lykke, ruhani zenginliğin, gösterişsiz ve empati seviyesi yüksek bir hayat tarzının mutluluk için en önemli şey olduğunu anlatan, çıkarımları büyük ölçüde doğru ve yerinde olan, yine okuması keyifli bir kitaptı.

Araştırmalar edebî kurgunun benzer mesele ve sorunlarla karşılaşan karakterlerin hikayeleri üzerinden sorunlarımız üzerinde düşünme becerimizi güçlendirdiğini gösteriyor. Kısacası, okumak bedava terapidir. [sf 106]

Orada olmayan kişilere sadakatimiz orada olanlara sadakatimizi ispatlar. Güvenilir olmak hem kendi hayatımızda hem de önemsediğimiz insanların hayatlarında değerli bir mal varlığıdır. Belki de bunu en iyi Mark Twain ifade etmiştir: Gerçeği söylerseniz hiçbir şeyi hatırlamak zorunda kalmazsınız. [sf 207]

Araştırmacılar 'popüler kurgu' kitaplar ile (yazarın sizi bir okuyucu gibi elinizden tutup yönlendirdiği kurgular) 'edebi kurgu' kitapları (kendi yolunuzu bulmanız ve boşlukları doldurmanız gereken kurgular) birbirinden ayırdılar. Bir karakterin neden öyle davrandığının size söylenmesi yerine bu sorunun cevabını sizin bulmanız gerekiyor. Böylece kitap sadece bir sosyal tecrübe simülasyonu olmaktan çıkıp sosyal tecrübenin ta kendisine dönüşüyor. [sf 210]

Şöyle bir Çin atasözü vardır : ' Bir saatlik mutluluk istiyorsan şekerleme yap. Bir günlük mutluluk istiyorsan balığa çık. Bir yıllık mutluluk istiyorsan büyük bir mirasa kon. Ömürlük mutluluk istiyorsan bir başkasına yardım et.' [sf 244] 



29 Ağustos 2018 Çarşamba

HYGGE DANİMARKALILARIN MUTLULUK SIRRI Meik Wiking

Yayın Evi: Pegasus Yayınları
Basım Yılı: 2017
Sayfa Sayısı: 285

Anlattıkları aşağı yukarı benzer şeyler olsa da bu tür kitapları okumak -özellikle yazar bunun üzerine gerçekten düşünmüş ve ruhunu katmışsa- hoş oluyor. Hygge'in mutluluk tavsiyeleri: bol bol mum yakın, bir sürü şekerleme yiyin, ailenizle-sevdiğiniz kişilerle oyun-sohbet-film/dizi izleyerek, kendi yaptığınız yemekleri yiyerek daha fazla zaman geçirin v.b. hayatı yavaşlatmaya ve küçük, dingin anlardan keyif almaya yönelik şeyler.

Bu ciltli, minik kitabı okuyarak Danimarkalıların günlük hayatına dair birşeyler öğrenmek ve hoşça vakit geçirmek mümkün. Kitabın içinde kapağındaki gibi çok sevimli çizimler, şemalar ve fotoğraflar da bulunuyor. Her dile çevrilemeyen sözcüklerden bahsedilen sayfalar ise en beğendiğim kısmıydı.

Kopenhag'daki evimde en sevdiğim köşe, mutfak ve oturma alanındaki pencere eşiği. Rahatça oturmak için yeterince geniş ve burayı gerçek bir hygge köşesine dönüştürmek için birkaç battaniye ile yastık koydum. Pencere eşiğinin altındaki radyatör sayesinde, soğuk bir kış gecesinde bir fincan çayın keyfini çıkarmak için ideal bir yer haline geldi. Oradayken en çok sevdiğim şey ise avlunun etrafındaki evlerden gelen ılık, kehribar rengindeki parıltılar. İnsanlar evden çıkıp eve döndükçe ortaya sürekli değişen bir ışıltı mozaiği çıkıyor. [sf 18]

Bir odayı doğru bir şekilde aydınlatmak parayla olmaz, bunun için kültür gereklidir.  On sekiz yaşından itibaren ışıkla deneyler yapmaya başladığımda aydınlatmada uyum yakalamanın peşindeydim. İnsanlar da tıpkı çocuklar gibidir. Yeni oyuncaklar alır almaz eskilerini kenara atarlar ve âlem başlar. Elektrik ışığı da aynı mantıkla hepimizi ışık içinde yüzecek noktaya götürdü ve kültür gitgide kayboldu. 

Akşamleyin bir tramvayın tepesinden birinci kattaki bütün o evlere baktığınızda ne kadar kasvetli göründüklerini düşünüp irkilirsiniz. Mobilyalar, halılar, perdeler yani evdeki çoğu şey ışığın konumlandırılmasına kıyasla önemsizdir. Paul Henningsen, Işık Üzerine [sf  19]

İçedönük insanların enerjilerini kendilerinden aldıkları bilinir, oysa dışadönük insanlar enerjilerini dışarıdan gelen uyarılar yoluyla elde ederler. [sf 66]

Benjamin Franklin'in söylediği gibi: 'Mutluluk, bizi bulması olası ama güç olan büyük çaplı bir talihten çok, her gün yaşanan küçük güzelliklerden ya da zevklerden ibarettir.' [sf  285]

28 Ağustos 2018 Salı

BENİM PERİYODİK TABLOM Oliver Sacks

Yayın Evi: Yapı Kredi Yayınları
Basım Yılı: 2018
Sayfa Sayısı: 53

Nörolog-yazar Oliver Sacks’ın kitaplarından bazılarını duymuştum ama ilk olarak onun bir veda niteliğinde yazdığı, yaşlılık, hastalık ve ölüme dair düşüncelerini anlattığı Benim Periyodik Tablom kitabını okuma fırsatım oldu. Hayatının her yılını bir element ile eşleştirerek bunlar üzerinden söylediklerinin yanısıra yalın ve samimi tarzıyla diğer yazdıklarını okuma isteği veren bir kitap olduğunu söyleyebilirim. 

Ben bir yüzyılın ne demek olduğunu iliklerime kadar hissedip tahayyül edebiliyorum; bunu kırk veya altmış yaşımdayken yapamazdım. Yaşlılık çağını, insanın ne yapıp ne edip katlanması ve en iyi şekilde değerlendirmesi gereken her daim kasvetli bir çağ olarak değil, eski günlerin suni zorunluluklarından kurtulmuş bir halde neyi istiyorsa onu keşfedebileceği ve bütün bir ömrün düşüncelerini ve duygularını birbirine bağlayabileceği bir serbest zaman ve özgürlük çağı olarak görüyorum. Sekseninci yaşımı iple çekiyorum. [sf 24]

Bununla birlikte Hume'un yazısındaki bir satır bana bilhassa doğru geliyor: ‘Zordur,’ diye yazıyor, ‘hayattan şimdi benim kopmuş olduğumdan daha fazla kopmak.’ [sf 30]

Biz buradan göçüp gittiğimizde bizim gibi insanlar artık olmayacak, ama zaten kimse kimseye benzemiyor ki.Insan öldüğünde yerine başkası konamaz.Doldurulamaz bir boşluk bırakır ardında, çünkü her insan tekinin kaderinde -genetik ve sinirsel kaderinde- biricik bir fert olmak, kendi yolunu bulmak, kendi hayatını ve kendi ölümünü yaşamak yazılıdır. [sf 31]

27 Ağustos 2018 Pazartesi

MARY POPPINS Pamela Lyndon Travers

Yayın Evi: Kelime Yayınları
Basım Yılı: 2011
Sayfa Sayısı: 175

Kiraz sokağı 17 numarada oturan Banks Ailesi'nin Jane ve Michael adında iki çocukları ve Barbara ile John adında da ikiz küçük bebekleri vardır. Çocukların dadısı aniden çıkıp gidince Bayan Banks ne yapacağını şaşırır, gazetelere ilan verir ve yeni bir dadı bulmaya çalışırken akşamüzeri olduğunda Mary Poppins adında genç bir kadın kapıyı çalar ve bu işe talip olduğunu söyler... 

Birçok kitapta atıfta bulunulan bir klasik olduğu için okumak istemiştim. Mary Poppins suratsızlığı ve huysuzluklarıyla bir antikahraman olsa da genel olarak hoş bir hikayeydi.

Oda çok sessizdi. John, güneş ışığından mayışmış bir halde, sağ ayağının parmaklarını ağzına soktu ve çıkmaya başlayan dişlerinin olduğu yerleri iştahla kaşıdı. 

Barbara, her zamanki yumuşak ve neredeyse kahkaha atmaya başlayacakmış gibi olan ses tonuyla 'Bunu neden yapıyorsun ki?' diye sordu. 'etrafta seni görebilecek kimse yok.'

'Biliyorum,' dedi John, ahenkle ayak parmaklarını ağzında gezdirerek. 'Alıştırma yapıyorum. Yetişkinleri çok eğlendiriyor da. Dün bunu yaptığımda, Flossie Teyze'nin nasil gülmekten az daha katıldığını gördün mü? Seni küçük tatlı, akıllı, muhteşem yaratık!' dediğini duydun mu?' dedi ve ayağını ağzından uzaklaştırarak Flossie Teyze'yi düşünüp kahkahalara boğuldu. 

Barbara da, kendini beğenmiş bir şekilde 'Benim numaramı da çok beğendi,' dedi. 'Çoraplarımın ikisini de çıkardım ve çok tatlı olduğumu, beni yemek istediğini söyledi. Çok komik değil mi? Ben bir şey yemek istediğimi söylediğimde gerçekten yemek istediğimi kastederim. Mesela bisküviler, galetalar ya da yatağın ipçikleri. Ama yetişkinler, söylediklerini sanki hiç gerçek anlamda kullanmıyorlar. Beni gerçekten yemek istiyor olamaz, değil mi?'

'Hayır! Bu, onların garip konuşma tarzları,' dedi John. 'Yetişkinleri hiçbir zaman anlayamayacağım. Hepsi çok garip görünüyor. Hatta Jane ve Michael bile bazen çok acayip davranıyor.'

Barbara, 'Hihi,' diye onayladı onu ve düşünceli bir şekilde çoraplarını ayağından çıkarıp tekrar giymeye çalıştı. 

'Örneğin,' diye devam etti John, 'bizim söylediğimiz hiçbir şeyi anlayamıyorlar. Daha da kötüsü, başka şeylerin de ne söylediğini anlayamıyorlar. Gecenlerde Jane'in ‘Keşke rüzgârın konuştuğu dili bilseydim,’ dediğini duydum.'

'Evet, evet,' dedi Barbara, 'gerçekten şaşırtıcı. Mesela Michael da inatla sığırcığın 'cik, cik, cik,' dediğini iddia ediyor, duydun mu? Galiba sığırcığın öyle şeyler söylemediğini, aynı bizim gibi konuştuğunu bilmiyor. Elbette anne ve babamizdan böyle şeyleri bilmesini bekleyemeyiz; çünkü ikisi de çok tatlı olmalarına rağmen hiçbir şey bilmiyorlar. Ama Jane ve Michael da mı öyle yani?'

Mary Poppins, Jane'in geceliğini katlarken 'Aslında bir zamanlar onlar da anlardı,' dedi. 

John ve Barbara, şaşkın bir şekilde aynı anda 'Ne?' diye bağırdılar. 'Gerçekten mi? Yani rüzgârın, sığırcığın...'

'Ve ağaçların, gün ışığının, yıldızların ne söylediğini elbette anlarlardı. Bir zamanlar tabii,' dedi Mary Poppins. 

John, Mary Poppins'in söylediklerini düşünerek alnını buruşturdu, 'Ama nasıl oldu da hepsini unutuverdiler?' dedi. [sf 116-118] 

26 Ağustos 2018 Pazar

KİTAP EVİ Enis Batur

Yayın Evi: Sel Yayıncılık
Basım Yılı: 2014
Sayfa Sayısı: 132

Enis Batur'un daha önce Kütüphane: Bir Başka Labirent Öyküsü kitabını okumuştum. O incecik kitap denemelerden oluşuyordu ve konu hemen hemen aynı olmasına rağmen Kitap Evi'ni kısa bir roman gibi kurguladığı için okuması daha kolay geldi bana.

'Beyefendi' mahlasıyla anılan fakat hakkında anlatıcının ve dolayısıyla okuyucunun da bir şey bilmediği bir adam tarafından miras bırakılan, Dragos sırtlarında bir koru içinde, kitaplarla dolu camdan bir ev, hikayenin ana noktası. Yazarın, kim olduğunu bilmediği bu 'Beyefendi'nin kendisine bıraktığı kitap evine sahip olabilmesi için bir tek şart vardır; hiçbir şey sormamak... Mirası kabul ederek kitap evine giden anlatıcı-yazar mûrisinin kitaplarını inceleyerek bu bilmeceyi çözmeye karar verir. 

Okumayı, kitapları sevip de bu metni sevmeyecek birini düşünemi- yorum. Kitap üzerine düşüncelerle dolu, pek güzel, pek zevkli.

Kitap mecnûnu bir tür evrensel âdemdir; hangi ırktan, budundan, dinden, inanıştan, yeryüzünün hangi köşesinden olursa olsun standart tepkileri vardır, huyları birbirine benzer onların, davranış mekanizmalarını belirleyen neredeyse organik bünyelerinden tıpatıp aynı kararlar çıkar. Farklı hareket etmeyi düşlemeye bayılırlar ya, bunu hayata geçirdiklerine rastlanmaz. Dilini hiç tanımadıkları, alfabesini sökemedikleri ülkelere gittiklerinde bile kitabevlerine girmeden, vitrinlerini uzun uzun incelemeden yapamazlar örneğin. Gece yürüyüşlerine çıktıklarında, ışığı yanan bir pencerede, duvarı kaplamış bir kütüphane görür görmez durur, bakar, sonra da imgelemlerinin bir kenarında içeride yaşayanın, yüzünü olsun tanımadıkları birinin hikâyesini kurmaya koyulurlar. Pencere zemin kattaysa düpedüz mütecaviz kesilir, sırtlarından kitapları teşhis etme alışkanlığının sağladığı beceriyle kütüphanenin gen haritasını çıkarmaya çalışırlar. Konuk çağrıldıkları evlerde, evsahibinin kütüphanesi salona kurulmamışsa, terbiye sınırlarını zorladıklarını bile göre, mahrem alana geçmenin bir yolunu bulurlar. Gerçek kitap tutkununun merakına ket vurma, önünde açılan küçük evrenin ortasına dalma isteğini erteleme olanağı yoktur. [sf 26]

Bugüne dek, ne yazdığım kitapların ya da onlardan birinin, ne de okuduklarımın ya da onlardan birinin insanın yaşamını değiştirebileceğine inandım. İlki için kişioğlunun kibirle alıklığı, ikincisi içinse inançla alıklığı buluşturması yeterlidir. Bir avuç kitabın başımı döndürdüğünü, bir avuç kitabın başımı başka yöne döndürdüğünü söyleyebilirim.  [sf 35]

Belli bir süre içinde, nasıl olduğunu anlamaya fırsat bulamadan, Virginia Woolf'un sözünü uyarlarsak duruma, "kendinize ait bir mekan" saymaya başlardınız o kitabevini; içeride, benzerlerinizle karşılaşmanın verdiği özel bir huzur koşulu hüküm sürerdi; bir de size benzemediğini, dahası tanıdığınız hiç kimseye benzemediğini düşündüğünüz bir kaç aykırı müdavim görürdünüz orada, zaman içinde bütün gizlerine değilse bile bir bölüğüne yaklaşma şansına erişir, ayağınızın alışmasından doğan mutluluğu perçinlerdiniz. [sf 40]


Evde, sokakta, büyük şehirde, adada, balkonda, odada hücrede, yabanelde, kah birinde kah öbüründe yaşamış, yaşıyordum. Birilerine daha yakın, birilerine daha uzak bir konumda, belli bir topografik yelpaze içinde geçmiş geçecekti besbelli hayatım. 

Ama, bir tarafimın kütüphanede yaşadığını yadsıyamazdım: İçinde olsam olmasam böyleydi bu. Kitaplara, yazılı sayfalardan oluşmuş bir başka âleme bağlılık duymuş, hurufi bir hayatın hayatımızın içinde süreklilik arzetmesini istemişseniz, orada yolları, sokakları ve caddeleri, çıkmazları ve meydanları raflar oluşturuyordu, bunu bilmek gerekirdi. Bambaşka haritaydi. Oturur rakımları, engebeleri, derinlikleri kendiniz işaretlerdiniz. Kadim çağ haritacılığındaki gibi, burada da, pek çok belirsizlik kendini dayatrdı; oralara "terra incognita", "no man's land", "terrain vague" kayıtları düşerdiniz: Kütüphane olsun, tuhaf vurgulu bir boşluk dili geliştirmesin, akla sığmazdı öylesi.

Bu hayatta kütüphaneye ayrı, apayrı bir yer yaratmak gerekmezdi, ister istemez somut, fiziksel bir kütlesi olsa bile. Onu çıktığınız sokaklara, işyerlerine, gittiğiniz yolculuklara bir biçimde yanınızda götürürdünüz. Bunlar bir şey mi, kütüphaneniz uykularınıza taşınmakta güçlük çekmez, sakınca görmezdi: Sabaha yaklaşırken, uykunuz dipten yüzeye yaklaştığı sıralarda, uzanıp bir kitabı yerinden çekerdiniz. [sf 47]

Bütün evren kenarda durur, okurken. Bir kitabın sayfaları arasına daldığınızda, ötekiler, sesleri ve sözleriyle kaybolurlar. Aydınlık, ılıman, korunaklı bir diyardasınızdır; karanlık, sert ürkütücü bir yazının harfleri gözünüzün önünden akıyor olsa bile. Ondandır, ışığı söndürüp başınızı yastığa koyduğunuzda, sizi kuşatan gerçek dünyanın yerini daha gerçek bir dünyanın alacağını bilirsiniz. Böyle okumamışsanız hiç, siz henüz yaşamamışsınız demektir. 

Bundandır, her okur kitaplığında kapağını açmadığı kitaplar olsun ister. Onların vaadlarını önemser. Ummak, hayatın en sağlam fiillerinin başında gelir. Ne yazık ki yanıbaşında ukde dikilir: Okuyabilecekleri tartsam, okuyamayacaklarımın ne kadarıdır..? Akıllı okur, belli bir yaşa geldiğinde tevekkül duygusuna erişmeyi başarır: Bütün susuzlukları sonuna dek giderebilecek tek su görünmezdir. [sf 99]


25 Ağustos 2018 Cumartesi

PUSLU KITALAR ATLASI İhsan Oktay Anay

Yayın Evi: İletişim Yayınları
Basım Yılı: 2015
Sayfa Sayısı: 238

Puslu Kıtalar Atlası, İhsan Oktay Anar'ın yayınlanmış ilk ve en meşhur romanı. Tarihi-fantastik olarak nitelendirilen kitapta 17. yüzyıl İstanbul'unda geçen zengin bir olay örgüsü ve birçok ilginç karakter var. Üzerinde ince ince düşünülerek, çok emek sarfedilerek, araştırmalar-öğretiler sindirilerek yazıldığı da aşikar.

Bana biraz Pinhan'ı hatırlatan bu romanın başından 20-30 sayfayı okuyup bırakmış ve uzun bir ara vermiştim. Kitapları yarım bırakmayı hiç sevdiğim için daha sonra dönerek tamamladım ama özellikle okuma zevkime hitap ettiğini söyleyemeyeceğim.

İstediği şey, eski güzel, rahat, endişesiz ve tekdüze günlere dönmekti. İnsanların dünya karşısındaki kayıtsızlığını da işte tam bu anda kendi zihninde yakaladı ve babasının sözlerine bir anlam vermeyi başardı: Bu dünyada insanların korktuğu tek şey öğrenmekti. Acıyı, susuzluğu, açlığı ve üzüntüyü öğrenmek onların uykularını kaçırıyor, bu yüzden daha rahat döşeklere, daha leziz yemeklere ve daha neşeli dostlara sığınıyorlardı. [sf 90]

Buna göre ölüler nasıl ki ışığı görmezlerse, yaşayanlar da karanlığı ölüler kadar iyi göremezlerdi. Ne var ki uyku, ölümün kardeşi olduğu için, uyuyan birisi karanlığı, sözgelimi gözlerini kapatmakla yetinen birinden daha mükemmel görebilirdi. [sf 199]

24 Ağustos 2018 Cuma

BİR ÇÖKÜŞÜN ÖYKÜSÜ Stefan Zweig

Yayın Evi: İş Bankası Kültür Yayınları
Basım Yılı: 2017
Sayfa Sayısı: 48

Bir kitapsever için Modern Klasikler Dizisi'nin artistik kapaklarına kayıtsız kalabilmek hakikaten zor. Özellikle Stefan Zweig'in birer hikayelik, incecik olsa da insana kitap bitirdiği hissini veren, en çok rağbet gören bu kitaplarının kapak tasarımları çok hoş.

Bir Çöküşün Öyküsü, Fransız sarayında saygın bir konumda iken, yaptığı bir hata sonucu gözden düşerek taşraya sürülen Madam de Prie'nin gerçek yaşamına dayanıyor. Evinde eğlenceler düzenleyerek eski şaşaalı günlerini yeniden yaşatmaya çalışırken, bir yandan da tek hayat gayesi sarayda çevirdiği entrikalara devam etmek olduğu için geri dönmeye çabalamaktadır. Bu amacına ulaşabilmek uğruna hatırlı tanıdıklarından yardım dilenen kadın, Paris'le tüm bağlantılarının tek tek koptuğunu anladığında içine düştüğü bunalım onu mantıksız düşüncelere sürükleyecektir.. 

Stefan Zweig, idraki yüksek bir adam ve tartışmasız çok güçlü bir kalemi var. Bu sebeple onun hikayelerini okumak daima edebi bir memnuniyet duygusu veriyor. 

Sessizlik bütün odalarda, burada kimsenin bulunmadığı tüm o yıllar boyunca tombullaşmış, vahşi bir hayvan gibi pusu kurmuş bekliyordu, kadın sessizliğin kendisini de yutabileceğinden korktu. Döşemenin tahtaları inledi, kitaplar ciltlerine dokunur dokunmaz çatırdadı. [sf 9]

Tek bir insanın diğeri için neler ifade edeceğini hiç bilmemişti,çünkü hiç yalnız kalmamıştı. [sf 13]

Odaya yavaş yavaş akşam doldu, ama o akşamı hissetmedi. Çünkü akşam ağırdan alır. Öğle zamanı gibi küstahça pencereden içeri bakmaz, duvarlardan karanlık sular gibi fışkırır, tavanı boşluğa doğru kaldırır, her şeyi yavaş yavaş alıp sessiz sularının içine karıştırır.  [sf 26]

Yazgısı, önemsiz olayların tozuyla dumanının altında kalmıştı. Çünkü insanlık tarihi davetsiz misafirleri sevmezdi. [sf 48]


23 Ağustos 2018 Perşembe

KALP AĞRISI Halide Edip Adıvar

Yayın Evi: Can Yayınları
Basım Yılı: 2016
Sayfa Sayısı: 300

İtiraf etmeli ki daha önce Halide Edib Adıvar'ın sadece Handan romanını okumuştum. Edebiyat derslerinden kitap isimlerini, konularını genel olarak bilsem de Handan'ı okuduğum ilk gençlik çağında biraz sıkıcı bulduğum için diğerlerine heves etmemiştim sanırım. Geçen sene tesadüfen Ateşten Gömlek geçti elime, birkaç sayfasına göz attım, okuduğum kadarını çok beğendim ama kitap sahibine geri verileceği için devam etme fırsatım olmadı. Sonra radyo tiyatrosu olarak Handan'ı dinledim, hatırladım, ardından da Kalp Ağrısı'na dair birkaç alıntı ile karşılaşınca önce bu kitabı okumalıyım dedim.

Görmüş geçirmiş, varlıklı bir doktorun kızı; güzel, güçlü bir karaktere sahip Zeyno, kendinden birkaç yaş küçük, narin arkadaşı Azize, Zeyno'nun nişanlısı doktor Saffet ve Azize'nin kuzeni zabit Hasan romanın dört başkişisini oluşturuyor. 

Kalp Ağrısı, tam bir klasik Türk romanı. Zeyno'nun kırmızı odadan çıktığı sabaha kadar olan kısım son derece dokunaklı ve güzeldi. Sonrasında ise yine aynı güzel Türkçe ile devam ediyor olsa da olaylar biraz çığrından çıkarak ilerlediği için bir okuyucu olarak ortasından itibaren aynı keyfi aldığımı söyleyemiyorum.

Şahane olan şeylerden biri de elbette romanın geçtiği döneme ait İstanbul tasvirleriydi. Bir sayfiye yeri olarak birkaç saatlik seyahatle gidilen ve boş ovalar, avlık araziler olarak tasvir edilen Yeşilköy, Erenköy gibi bugün çok farklı gördüğümüz semtler, Boğaziçi'ne dair cümleler de yine okurken insanı mest ediyor.

Halide Edib Adıvar'ın tüm kitaplarını okumak niyetindeyim ama bilmiyorum ne zaman nasip olur.   



Yeşil, büyük abajurun altında eşya tatlı, koyu bir sükûn içinde dinleniyor gibi görünüyor;
hattâ köşede sobaya yüzünü çevirmiş, geniş koltuğuna uzanmış olan baş da biraz uzun
beyaz saçlarıyla uyuyor hissini veriyordu. [sf 13]   


Boğaziçi’nin eflâtunlaşan, nazikleşen pembe, mavi, ince sis renklerine bakıyordum [sf 30]

Yalnız kendi ruhumda kilitleyeceğim bu gece, bir ateş damlası gibi kalbime damladı. Oradan yalnız damarlarımı, vücudumu değil, dimağımı, canımı, maddî ve manevî bütün zerrelerimi saracak, için için yakacak. Yavaş yavaş perdenin ucunu kaldırdım, azgın suların karanlıkta beyaz köpükleriyle pencerelere kadar püsküren, vuran muazzam dalgalarına bakıyorum. [sf 139]

Ben rıhtımdan giderken akşamki çılgın deniz uyumuştu, başımı kaldırdım. Azize’nin odasına baktım. Yeşil abajurun altında ölmüş gibi yemyeşil küçük yüzüyle uyuduğu geceyi düşündüm. Artık bir iki saat sonra o çürümüş, ölüm maskesini giymiş olan küçük kız yüzü hayatın nefesiyle dirilecek, pembeleşecek, yaşayacaktı. Ben ona hayat hissemi vermiştim. [sf 146]

Şimdi yirmi dört saat oluyor. Ben gelince yatağa girdim, Saffet’e beni yalnız bırakmasını rica ettim. Yirmi dört saat gözlerim ölü gibi kapalı, yanaklarımdan yaşlar durmadan aktı. Artık kalbimi ağladım, aşkımı ağladım. Demek hepsi, bunlar bir avuç tuzlu sudan ibaretmiş. Gözyaşlarını eskiler niçin şişelere koyup ebediyen sevgililerinin mezarında saklarlarmış, anladım. [sf 155]

'Belki, Zeyno. Kalbin bir köşesinde biraz gölge yahut güneşe, gündelik ziyanın dışında bir şeye insanın ihtiyacı var, Zeyno. İnsan gençliğinde kalbine ne kadar çok his ve hatıra biriktirirse o kadar geç ihtiyar olur. İnsana ekmekten, sudan fazla his lâzım, yavrum.
'Nasıl, hatıralarının acılığı erimiş olduğu belli, baba. Ben bu kadar pahalı hatıra, bu kadar acı duygu istemiyorum.'
Zeyno’nun kirpiklerinin arasında babasının görmezliğe geldiği yaş parıltıları vardı, yanakları daha ince, çenesi daha sivri, ince kıvrıntılı dudakları, kalbi acıtan bir kuruluk, bir acılıkla kısılmış görünüyordu. Zeyno’nun biraz alaycı, biraz tatlı güzelliği üzerinde bir yas havası esmiş, vaktinden evvel kurutmuş, soldurmuştu. [sf 194] 


Erenköy ovasının sahilde uzanan boş büyüklüğünde garip bir sis, ayın ve yıldızların aksiyle titriyor gibiydi. Akşam günün muhteşem renklerini tutmuştu, bu yarı aydınlık gecede, siyahımtrak bir mavinin bütün değişik şekilleri kucakladığı bu bahçede insanın içini bayıltan hanımeli, gül ve salkım kokuları bin bir ot kokusuna karışıyordu.
Yavaş yavaş gözlerimi kapadım, tabiatı kokluyor, uzak suları, sakin yaprakların seslerini, esmer ve mavi renklerle koyulaşan havadaki garip ve gizli titreyişleri dinliyordum. [sf 211]

22 Ağustos 2018 Çarşamba

CİNAYET RANDEVUSU Agatha Christie

Yayın Evi: Altın Kitaplar
Basım Yılı: 2017
Sayfa Sayısı: 214

Altın Kitaplar, ufak kafa karışıklıklarıyla da olsa Agatha Christie'nin Türkçe'de bulunmayan roman ve hikayelerini tamamlamaya devam ediyor. Cinayet Randevusu da orijinali 'Problem At Pollensa Bay' adıyla basılmış ve içerisindeki çoğu hikayelerin daha önce Türkçe'ye çevrilmemiş olduğu bir öykü derlemesi.

Agatha Christie'nin toplamda 153 hikayesi olsa da aynı hikayeler farklı derlemelerde mükerrer olarak yer aldığı için her ismi değişik Christie derlemesi içeriğindeki hikayelerin daha önce Türkçe'ye hiç çevrilmediği anlamına gelmiyor. Bu konuda net bir liste hazırlayıp Agatha Christie Hikaye Odası'na eklemiştim daha önce. Yeni kitaplar çıktıkça oraya bakıp bilgi alıyorum ve gerekirse güncelliyorum. :)

Cinayet Randevusu kitabında bulunan İkinci Gong ve Sarı İris (Sarı Süsen) hikayeleri daha önce Noel Kekinin Gizemi kitabında yayınlanmıştı. İkinci Gong aynı zamanda birkaç gün öncesine kadar sadece eski bir baskısı bulunan Beklemeyen Şahit kitabında da mevcuttu. (Beklenmeyen Şahit ve Diğer Hikayeler yeniden çevrilerek basıldı ama kitabı henüz inceleme fırsatım olmadı.) Manolyalar Açarken hikayesi de Manolya ismi ile yine eski bir basım olan Kırmızı İşaret kitabında bulunuyordu.

Pollensa Koyundaki Sorun

Bir Parker Pyne hikayesi. Majorca Adası'na tatile gelen Pyne, kaldığı otelde oğlunun kız arkadaşıyla sorunlar yaşan bir İngiliz kadına yardım eder.

Hiç kimsenin yaşamını kendisi dışında biri mahvedemez. [sf 16]

*İkinci Gong

*Sarı İris 

Harlequin Çay Takımı ♥


Bay Satterthwaite uzun zamandır görmediği bir ahbabının taşradaki evine çay saatine davetlidir. Yolda arabası sorun çıkarınca tamir olana kadar yakındaki bir kafeye girerek beklemeye karar verir. Kafede eski dostu, gizemli Bay Quin'le karşılaştığında yakın geleceğin bazı tuhaf olaylara gebe olduğunu hisseder..

Porselenlerin renklerini parlatan güneş, kilise pencerelerini andıran vitray desenli renkli bir pencereden geçerek loş kafeyi ve bir masada tuhaf bir şekilde arkası dönük oturan bir adamın sırtını aydınlatıyordu. Adamın koyu siyah silueti pencereden yansıyan ışıkla gökkuşağının renkleriyle bezenmişti. Kırmızı, mavi ve sarı. BaySattertwaite birden karşısında gördüğünün bulmayı umut ettiği şey olduğunu anladı. [sf 91]

Çay bahçede çimenlerin üzerinde hazırlanmıştı. Misafir odasının yere kadar uzanan camlı pencerelerinden çıklan geniş merdivenlerin bir yanında büyük bir kızıl kayın ağacı, diğer yanındaysa Lübnan'a ait tipik bir sedir ağacı vardı. Ağaçlar bahçede hazırlanan çay sofrasının gerisinde güzel bir görüntü oluşturuyorlardı. İki boyalı ve oymalı beyaz masa, çeşitli bahçe sandalyesi ve koltukları vardı. Dik sandalye ve koltuklara rengarenk minderler konulmuştu. Şezlong tipi olanlarsa rahatça oturup arkanıza yaslanıp ayağınızı uzatabileceğiniz ve hatta istiyorsanız uyuyabileceğiniz kadar rahat ve konforluydu. Bazılarının üzerinde güneşten korunmak için tenteler bile vardı.

Çok güzel bir akşamüzeriydi. Çimenler hoş bir yeşillikteydi. Kızıl kayın ağacının yapraklarının arasından süzülen güneş, sedir ağacının muhteşem görkemiyle pembe-altın rengi gökyüzünde belirmesini sağlıyordu. [sf 105]


Yat Yarışının Gizemi

Asıl adı The Regatta Mystery olan bu hikayenin başkişilerinden biri olan Bay Pointz ve yatında beraber seyahat ettiği arkadaşlarının yat yarışlarını izleyip limandaki panayıra gelmelerinden başka yarışla bir alakası yok. Akşam yemeğinde gösteriş yapılmak üzere ortaya çıkarılan bir elmas kaybolur ve Parker Pyne'a gizemi çözmesi için başvurulur.

Aşk Dedektifleri

Eski bir arkadaşı olan polis şefi Albay Melrose ile sohbet eden Bay Satterthwaite, aniden gelen bir telefon üzerine onunla birlikte cinayet mahalline gider. Yolda arabaları kaza yapar ve Bay Quin'le karşılaşırlar, onlara katılır.

Sir James Dwighton, başına ağır bir cisim vurularak öldürülmüştür. Karısı cinayeti işlediğini söylerken, karısının sevgilisi de onun kendisini korumak için itirafta bulunduğunu iddia eder. Ardından iki gencin de yalan söylediği, cinayeti uşağın işlemiş olabileceği düşünülür, olaylar iyice sarpa sarmadan Bay Quin'in sözleri işin gizemini aydınlatmalarına yardımcı olacaktır..
 
Köpeğin Ardından ♥

Kocasını kaybetmiş, beş parasız genç bir kadın olan Joyce köpeği ile beraber bir pansiyonda kalmakta ve çaresizce iş aramaktadır. Terry'i yanında götüremeyeceği bütün iş fırsatlarını reddetmek zorunda kalır. oSon çare olarak, kendisine evlenme teklif eden zengin, kaba bir adamı kabul etmek üzereyken hiç beklemediği bir şey olur.

'Ah!' Bay Allaby başka bir şey söylemedi ama Joyce için bu 'Ah!' duyduğu en rahatlatıcı ve samimi teselliydi. Bu tek bir sözcüğün içinde dile dökülemeyen her şey vardı. [sf 191]

*Manolyalar Açarken 

21 Ağustos 2018 Salı

IKIGAI JAPONLARIN UZUN VE MUTLU YAŞAM SIRRI Héctor García & Francesc Miralles

Yayın Evi: İndigo Kitap
Basım Yılı: 2017
Sayfa Sayısı: 171

'Mutlululuğun sırrı'nı verdiğini iddia eden kitaplar bir dönemin kişisel gelişim kitaplarına muadil, kitabevlerinde pıtrak gibi çoğalıyor. Biraz merak, biraz da bu güzelim kapağa kayıtsız kalamama haliyle Ikigai, alıp okuduğum kitaplardan biriydi.

Telaşa kapılmadan, güçlü bir hayat gayesine sahip olmak ve tutkularının peşinden giderek yaşamak, küçük şeylerden zevk almak, boş zamanlarını kişisel gelişimle değerlendirmek v.b. klasik alt başlıkları bulunan kitap, buna biraz Japon beslenme alışkanlıkları, egzersizleri, dünyanın en uzun ömürlü insanlarından öğütler gibi bölümler eklenmesiyle tamamlanıyor.

Ikigai'de Studio Ghibli'den bahsedilen bölüm ve bir porselen sanatçısına dair anlattıklarının hoşuma gittiğini hatırlıyorum. Bunlar haricinde benzeri kitaplardan bir farkı yok benim için.

20 Ağustos 2018 Pazartesi

MADAM ARTHUR BEY VE HAYATINDAKİ HERŞEY Mine Söğüt

Yayın Evi: Yapı Kredi Yayınları
Basım Yılı: 2017
Sayfa Sayısı: 164

Mine Söğüt'ün okuduğum ilk kitabı. Kör Baykuş'un hemen ardından okuyunca açıkçası iki kasvetli kitap üstüste pek iyi gelmedi ama yine de ilginç bir roman olduğunu söyleyebilirim. Yazara daha çok vakıf okurlar Deli Kadın Hikayeleri ve Beş Sevim Apartmanı'nın bu kitaptan daha iyi olduğunu ifade ediyorlar ki bu iki kitabı da sırası geldiğinde okumak niyetindeyim.

Ve elleri birbirine değdiğinde, yeryüzünde bir bütünün birbirinden uzak ne kadar parçası varsa, onlar da birbirine değdiler. [sf 39]

Yokun yok olması için hiç olmaması gerekir, eğer bir şeyin yokluğunu düşünmeye başlamışsanız o artık vardır. [sf 48]

Her gerçek her zihinde yeni bir gerçekliğe bürünür. Kimse kimsenin hikayesini anlatamaz. Herkes herkesin hikayesini yeniden yazar. Anılar izafi. Tıpkı zaman gibi. Biz nasıl yaşarsak anılarımızda öyle oluşur. Tüm huylarımız bulaşır anılara. Tüm hayallerimiz ve beklentilerimiz. Kinimiz biçimlendirir onları. Öfkemiz kabartır. Kendimize güvensizliğimiz yontar sonra. Kötücül ne varsa bünyemizde, hafızamıza sirayet eder. O yüzden kimse kimsenin, gerçek hikayesini anlatamaz. Herkes herkese yeniden, yeniden, yeniden gerçekler yazar. [sf 74]
Olcayto bir fotoğraf olup albümün içine girmek istiyor. Bir şeyi anlamaya çalışırken ona dönüşebilir insan. Tıpkı nefret ettiği veya çok sevdiği şeye de dönüşebileceği gibi. İnsanın dnüşebilirliği tehlikelidir, çünkü bunu kontrol edemez. Bu dönmedolap istekle değil olabilirliklerle döner. [sf 98]

Hiçbir şeyi sonsuza kadar saklayamazsınız. Saklamak ancak bir süre gerçeği hapsedebilir. Saklamanın da bir başı ve sonu vardır. Saklananın saklanmadan önceki son anı ve bulunduktan sonraki ilk anı birbirine kimi zaman kalın bir halatla, kimi zaman da incecik bir pamuk ipliğiyle bağlıdır. [sf]

Ah hikayeler! Ne çok kapısı var hikayelerin. Herhangi birinden girip bir diğerinden çıkmak bile muhteşem. [sf]

19 Ağustos 2018 Pazar

DEĞİŞEN DÜNYADA BİR SANATÇI Kazuo Ishiguro

Yayın Evi: Yapı Kredi Yayınları
Basım Yılı: 2015
Sayfa Sayısı: 162

İkinci Dünya Savaşı'nın ardından değişen Japon coğrafyasında yaşlı bir ressam; Masuji Ono, eşini kaybetmiş, küçük kızı Noriko'yla birlikte yaşamaktadır. Büyük kızı ve torunu da zaman zaman onları ziyarete gelir. Ono'nun geçmişine dair bazı olaylar Noriko'nun geleneksel evlilik görüşmeleri esnasında aileye hatırlatılır ve bazı pürüzler çıkar. Bir zamanlar saygın ve şöhretli bir meslek hayatı sürmüş olan yaşlı adam, geriye dönüp bakar ve neler olduğunu yavaş yavaş bize anlatmaya başlar...

Kazuo Ishiguro bir röportajında Uzak Tepeler ve Günden Kalanlar romanlarıyla beraber Değişen Dünyada Bir Sanatçı'yı da kastederek 'Aynı romanı 3 kez yazdım.' diyor. Bu kitapların ortak özelliği; geçmişte değer verdiği şeylerle şimdiki zamanda yüzleşmek durumunda kalan üç ana karaktere sahip olmaları.

Uzak Tepeler hayli güzeldi, Günden Kalanlar'ı ise henüz okumadım fakat yazarın tüm kitaplarını okumak gibi bir niyetim olduğu için ilk sırada bu kitabın bulunduğunu söyleyebilirim. 

Ishiguro'nun romanlarındaki dinginliği ve iddiadan, didaktik tavırlardan uzak anlatımı okumayı seviyorum. Değişen Dünyada Bir Sanatçı da yine böyle, beğenerek bitirdiğim bir kitaptı.

İnsan gençken birçok şey ona sıkıcı ve cansız gelir. Ama yaşı ilerledikçe asıl önemli şeylerin bunlar olduğunu anlar. [sf 41]

Meşruiyetinden kuşku duyduğun bir dünyanın güzelliğini takdir etmek zor. [sf 119]

18 Ağustos 2018 Cumartesi

KÖR BAYKUŞ Sadık Hidayet

Yayın Evi: Yapı Kredi Yayınları
Basım Yılı: 2017
Sayfa Sayısı: 88

Kör Baykuş'u dilimize çeviren Behçet Necatigil, önsözde kitabı; 'afyon tiryakisi bir ruh hastasının, güzellik ve dürüstlüğü aradığı yolda yenik düşerek kendini şeytana teslim edişini anlatan bir eser' olarak tanımlıyor.

Sadık Hidayet'in bu kısa romanını okumak, zifiri karanlık bir koridorda, ürpertici sesler duyarak, kulağına buz gibi nefesler üflenerek, istemeden de olsa merak ederek ilerlemek gibi. O derece kasvetli bir havası var ki devam etmeye tahammül edebilmek için tek sığınma noktası edebi dilinin güzelliği oluyor. Anlattığı tekinsiz, korkunç hikayeyi öyle bir hale bürümüş, öylesine ahenkli bir şekilde kurgulamış ki bu kadar dile düşmesinin sebebini de anlıyorsunuz.

İçimde ilk görüşten kalma, âşinâ bir duygu: Ben onu tanıyorum. İki sevdalı hep aynı hisse kapılmazlar mı, birbirlerine önceden rastladıkları, aralarında esrarlı bağlar olduğu duygusuna kapılmazlar mı? [sf 20]

Son defa, her akşamki gibi dolaşmaya çıktığımda hava kapalıydı, yağmur yağıyordu, çevreyi yoğun bir sis kaplamıştı. Renklerin şiddetini, eşyalardaki kenar çizgilerinin şirretliğini hafifleten bu ıslak havada bir ferahlık, bir huzur hissettim. Yağmur, karanlık düşüncelerimi yıkamıştı sanki. [sf 22]

 Parmak uçlarına basa basa çekilip gidiyordu gece. Sanki yorgunluk çıkarmıştı, kanaatkardı, bu kadarı yeterdi ona. Uzak, hafif sesler duyuluyordu. Bir göçmen kuş, rüya görüyordu belki, belki bitkiler büyüyordu. Solgun yıldızlar, bulut kümeleri gerisinde kayboluyorlardı. Yüzümde sabahın yumuşak soluğunu hissediyordum ve horoz sesleri yükseldi uzaktan. [sf 27]

Yolun çevresini yoğun sis kaplamıştı, cenaze arabası tepeleri, düzlükleri, dere yataklarını acayip bir sürat ve rahatlıkla geçiyordu. Çevremde ne rüyada, ne uyanık hiç görmediğim bir panorama açılıyor,
genişliyordu: Yolun iki yanında çentikli tepeler, acayip bodur ve ilençli ağaçlar; aralarından bakan kül rengi, üç köşe, küp, prizma biçimi evler; evlerde küçük, karanlık, camsız pencereler görüyordum. Bu pencereler hezeyan halinde bir insanın perişan gözlerine benziyorlardı. Duvarlarda ne vardı ki, ta kalbine kadar üşütüyor, ürpertiyordu insanı. Bu evlerde hiçbir zaman hiçbir canlı oturmamıştı âdeta. [sf 29]


Dünya, ıssız yaslı bir ev gibi görünüyordu gözüme ve ben bağrımda bir acı duyuyordum. [sf 51]

17 Ağustos 2018 Cuma

CEMİLE Cengiz Aytmatov

Yayın Evi: Ötüken Yayınları
Basım Yılı: 2017
Sayfa Sayısı: 80

Cengiz Aytmatov'un ilk eserlerinden, incecik bir kitap; Cemile. Yazarın güzelim tasvirleriyle dokuduğu, yalın ve hüzünlü bir hikaye. Anlattığı olaylara etik ve gerçekçi bir açıyla bakarsanız farklı, edebi yazının lezzetine vararak anlatının duygusallığına kapılırsanız başka şekilde okumanız mümkün.

Rüzgâr boz­kır­dan çi­çek­len­miş pe­lin­le­rin kek­rem­si ko­ku­su­nu, çok az du­yu­lan ol­gun ar­pa ko­ku­su­nu ge­ti­ri­yor, bü­tün bun­lar ter­le­yen at­la­rın ko­şum ko­ku­la­rı­na, ko­şum­la­rın kat­ran ko­ku­su­na ka­rı­şa­rak in­sa­nın ha­fif­çe ba­şı­nı dön­dü­rü­yor­du.   

Bir yan­da, yo­lun üst ta­ra­fın­da, ya­ban­gül­le­ri­nin kap­la­dı­ğı ka­ya­lık­lı ya­maç­lar yük­se­li­yor­du. Öbür ta­raf­ta, aşa­ğı­lar­da, sö­ğüt ve kü­çük ya­banî ka­vak kü­me­le­ri­nin ara­sın­da, Kur­kur­cu ça­yı ça­ğıl­dı­yor­du hiç bık­ma­dan. Ba­zen, ge­ri­ler­de bir yer­den, köp­rü­den iki ta­ra­fa ge­çen tren­le­rin uğul­tu­la­rı du­yu­lu­yor­du. Tren­ler uzak­la­şır­ken, de­mir te­ker­lek­le­rin di­lin­ce söy­le­nen güf­te­le­ri de uzun sü­re peş­le­rin­den sü­rük­lü­yor­du. [sf 45]

Çok ge­niş bir hül­ya akı­mı, ha­sat za­ma­nı­nı bek­le­yen ol­gun, gö­ğün ma­vi­si­ne bü­rün­müş buğ­day­la­rı dal­ga­lan­dı­rı­yor, şa­fak ön­ce­si­nin ışık le­ke­le­ri tar­la­la­rı ko­şa­rak ge­çi­yor­du. De­ğir­men ya­nın­da yaş­lı, sık sö­ğüt­ler yap­rak­la­rı­nı hı­şır­da­tı­yor, de­re­nin öte­sin­de­ki ça­dır­la­rın ateş­le­ri sö­nü­yor, ne ol­du­ğu­nu an­la­ya­ma­dı­ğım göl­ge gi­bi bir­şey, ba­zen bah­çe­ler ara­sın­da kay­bo­la­rak, ba­zen ye­ni­den gö­rü­ne­rek kar­şı kı­yı­ya, köy­den ya­na, ses­siz­ce sıç­ra­yıp gi­di­yor­du. Rüzgâr ora­lar­dan el­ma ko­ku­la­rı­nı, çi­çek­len­miş mı­sır­la­rın ye­ni sa­ğıl­mış süt gi­bi sı­cak öz­le­ri­nin, bal­la­rı­nın ko­ku­su­nu ve ku­ru­muş güb­re­le­rin ılık ne­fes­le­ri­ni ge­ti­ri­yor­du. [sf 50] 

Ağzımızı açıp tek kelime konuşmadık. Hem konuşmaya ne gerek vardı? İnsan her şeyi anlatamaz. Zaten kelimeler de her şeyi anlatmaya yetmez. [sf 51]

Tekerlek izlerini sular doldurmuştu. Nane kokusu sarmıştı ortalığı. Koşuyordum, yurdumun, toprağımın üstünde koşuyordum, tepemde kırlangıçlar yarışıyordu ah! O sabah güneşinin, dumanlı dağların, kırağıyla ıslanmış yoncaların resmini yapabilseydim bulsaydım da arkın kenarında büyümüş o yalnız ayçiçeğinin resmini yapabilseydim. [sf 63]

Yağmur yağıyor ben samanların içine gömülmüş yatıyor ve elimin altında kalbimin heyecanla çarptığını duyuyordum. Mutluydum. Bir hastalıktan sonra ilk defa güneşe çıkmış gibi bir duygu vardı içimde. [sf 72]

16 Ağustos 2018 Perşembe

ERMİŞ Halil Cibran

Yayın Evi: İş Bankası Kültür Yayınları
Basım Yılı: 2017
Sayfa Sayısı: 54

Aşka Dair, Evlere Dair, Suç ve Cezaya Dair, Dostluğa Dair, Konuşmaya Dair gibi onlarca bölümden oluşan incecik, pek meşhur bir kitap, Ermiş. Kavramlar üzerine sözler söyleyen bu tarz kitapları anlatmak biraz zor. Neredeyse tamamı birçok yerde alıntılanmış, okumamış olsanız bile mutlaka bir yerlerde gözlerinizin değmiş olduğu cümlelerden oluşuyor.

Başka Cibran kitapları okur muyum, evet ama yeni veya farklı bir şey söylüyor mu, özellikle etkilendim mi, hayır. Yalnız İş Bankası Modern Klasikler serisinden çıkan bu çevirinin gayet temiz, fazla kelimelerden arındırılmış ve güzel olduğunu söyleyebilirim.

Yokluk korkusu yoksunluğun bizzat kendisi değil midir?
Kuyunuz suyla doluyken susuz kalmaktan korkmak, asıl giderilemez susuzluk değil midir?
(...)
Sevinçle verenler vardır ve o sevinç onların ödülüdür.
Ve acıyla verenler vardır ve o acı onları arındırır.
Ve veren ve verirken acıyı bilmeyen, sevinç aramayan, faziletli olmayı düşünmeden verenler vardır;
Şu vadideki mersin ağacının kokusunu havaya saçması gibi verirler. [sf 10]

Sevinciniz maskesinden sıyrılmış kederinizdir. Şimdi kahkahalarınızın yükseldiği o kuyu, çokça zaman gözyaşlarınızla dolmuştu.

Başka nasıl olabilir ki? Keder varlığınızda ne kadar derin bir oyuk açarsa, taşıyabileceğiniz sevinç o kadar fazla olur.
(...)
Sevinçliyken yüreğinizin derinliklerine bakın göreceksiniz; sizi şimdi sevindiren, bir zamanlar üzenden başkası değildir.

Kederli olduğunuz zaman yine yüreğinize bakın göreceksiniz, aslında, bir zamanlar neşe kaynağınız olan için ağlamaktasınız.

Kimileriniz "Sevinç kederden büyüktür" derken, kimileriniz de, "Hayır, büyük olan kederdir" diyor. Oysa ben size diyorum ki, ikisi birbirinden ayrılmaz.

Sevinç ve keder birlikte gelir; biri sofranızda sizinle otururken, unutmayın, diğeri yatağınızda uyumaktadır. [sf 16]