Yayın Evi: İnkılap Kitabevi
Basım Yılı: 2010
Sayfa Sayısı: 544 (tam basım)
Sabahları çok erken uyanıp, evin salon tarafına geçerek kitap okumak veya bilumum yaramaz işler yapmak en hoşuma giden şeydi çocukken. Herkes uyurken yaptığım icraatlar arasında; ablamın gelin evine asılması için babamın bir arkadaşının yaptığı yağlıboya tabloyu henüz ıslakken parmaklarımla düzeltmek, masanın üzerindeki taslarda duran çiçek boyalarını tek tek test edip yüzüme sürerek birazdan uyanacak olan ablamları çıldırtmak, dolaplı divanın düzgün açılmazsa düşen sürgülü kapağını birkaç defa üzerime düşürmek gibi şeyler vardı. Bir sabah yine öyle erken uyanmış, salonun yolunu tutmuştum ki, masada bir kitap yığını gördüm. Seyahatten dönen babam Ankara'dan bir koli kitap getirmişti ve bu kitapların içinde
Çalıkuşu da vardı. Pembe, üzerinde bir yuvarlak içinde resim bulunan baskısı.
İlk elime aldığım günden itibaren, o kadar çok okudum ki sonunda neredeyse ezberlemiştim. Baştan sona okumaktan usanınca, arada bazı pasajlarını açıp okuyordum, elimden düşmeyen bir kitap olmuştu. Şimdi düşününce çok tuhaf geliyor. 8-9 yaşlarında bir çocuk
Çalıkuşu'ndan ne anlayabilir? Evet, başlangıcında Feride'nin okul halleri, yaramazlıkları tamam, eğlenceli ama sonrası ne ifade ediyordu bilmiyorum. Birkaç sene boyunca okumayı ne kadar abarttıysam, bir gün kitap evin içinde kayboldu (!)
Yıllar sonra 16 yaşımdayken gittim, kendime yeni bir
Çalıkuşu aldım. Artık bir genç kız olarak okuduğumda, o kadar incelikli şeyler keşfetmiştim, içindeki gizli sözler, imâlar, göndermeler öyle ilginç gelmişti ki, ilk defa okuyor gibiydim. Sürekli şaşırıyordum, demek o bu demekmiş, burada da aslında şöyle demiş gibilerinden.. Yine çok sevdim tabii, okurken çok ağladım.
Çalıkuşu öyle bir kitap ki, çeşitli dönemlerde farklı yerlerinin insana dokunması diye bir şey var. Bunu
Çocukluk Okumalarımız dahilinde, son okuyuşumda daha net farkettim. Ağladığım yerlerin değişimini ölçtüm kısacası :)
Bu kadar çok yazdıktan sonra, dikkat ettim ki, her zaman yaptığım gibi kitabın konusuna dair bir şey yazmamışım ama sanırım buna pek gerek de yok. Çalıkuşu'nu uzaktan yakından bilmeyen Türk genci yoktur herhalde.
Her satırını çok iyi bilip sevdiğin bir kitabı okumanın insana iyi gelen bir tarafı var, bir çeşit yuva sıcaklığı. Seni ne derece üzüp, ne kadar sevindireceğini biliyorsun. Eski bir dostla söyleşir gibi ilerliyorsun okurken.
***Bu yazının içine, teknik detay yazmak istemesem de, yine son defa okuduğum sıralarda Çalıkuşu ile ilgili önemli bir şey keşfettim. Elimdeki 42. baskı ve 408 sayfaydı,
burada gördüğüm ise 541 sayfa. Neden bu şekilde olduğunu, bu hacim farkının sebebini araştırdım ve öğrendim ki, daha önceki baskılarda bazı kısımlar çıkarılmış. Tabii, hayatımda böyle bir yeri olan kitabın her satırını görmesem olmazdı, yeni baskıyı alıp okumamı onunla tamamladım.
Görünmez bir el göğsüme basıyor, nefesimi kesiyor gibiydi.
- Teyze, dedim.
Teyzem, bu dakikada bana bir tatlı kelime söylemiş olsaydı, hafifçe yanağıma dokunsa, saçımı okşasaydı, ağlayarak kollarına atılacak, belki her şeyi söyleyecektim. Fakat o, benim ne halde olduğumu fark edemedi. "Yine ne derdin var, Feride?" dedi. Teyzemden bir şey istediğim vakit daima böyle söylerdi. Fakat, bu akşam bana öyle geldi ki, bu sözlerle: "Artık yetmedi mi?" demek istiyor.
- Hiç, teyze, dedim, müsaade edersen seni öpeceğim. [sf 149]
İçinde çok acı saatler geçirmiş olmama rağmen küçük odamdan adeta hüzünle ayrıldım. Mektepte bize bir şiir ezberletmişlerdi. İnsan, yaşadığı yerlerde beraber bulunduğu insanlara görünmez ince tellerle bağlanırmış; ayrılık vaktinde bu bağlar gerilmeye, kopan keman telleri gibi acı sesler çıkarmaya başlar, her birinin gönlümüzden kopup ayrılması, bir ayrı sızı uyandırırmış. Bunu yazan şair ne kadar haklıymış! [sf 207]
Defterime, bir aydan beri el sürmemiştim. Yazı yazmaktan, herhalde daha fazla işlerim vardı. Hem de mesut günlerin yazılacak nesi olur ki? [sf 264]
Kalbim çarpmaya basladı, öyle sanıyorum ki, tekrar oraya, o günlük kokularının, o ağır erganun seslerinin içine düşersem, çocukluk rüyalarımdan bir kısmına tekrar kavuşmak mümkün olacak. [sf 418]
Küçüğüm, bu ipeklerin içinde bir başka ipek kümesi gibi bembeyaz yatıyor, başı ağır bir rüyanın rehaveti içinde biraz yana düşüyordu. Karyolasının demirinden, nefti çarşafının daha bitmemiş pelerini sarkıyor, başucundaki rafta B.'de satın aldığım bebeği küçüğümün buselerinden solmuş yüzü, iri mavi gözleriyle ona bakıyordu. Hastalığın bütün acıları, azapları durmuştu. Yorgun bir uyku içinde uyurken ağzının etrafında son bir hayat titriyor, gülümser gibi aralanmış dudakları, inci dişlerini gösteriyordu. Bu zavallı güzel şeyler karanlık bir köy mektebinde, ruhumun içine döküldükleri dakikadan bugüne kadar beni mesut etmişlerdi. [sf 452]