28 Aralık 2020 Pazartesi

SADELİĞİN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ Courtney Carver

Yayın Evi: İndigo Kitap
Basım Yılı: 2020
Sayfa Sayısı: 317

Bu kitaba gelinceye kadar yazılmış tüm benzer kitaplardan, ilham verici konuşmalardan, konuyla ilgilenen insanlardan birer parça kotarıp karıştırarak, elle tutulur yeni bir şey sunmadan 'sadeleşme' fikrinin popülerliğinden pay almak isteyen bir kitap. 

Özellikle ilk bölümlerde geçmişini anlatırken sözü o kadar lastikleyip uzatıyor ki, fenalık geçiriyorsunuz. Ve sonlara doğru bir yerde de 'Bir kitap yazdığım için, herşeyi çözdüğümü düşünüyor olabilirsiniz ama..' diye bir cümleye başlıyor. Kitabın genelinde kendine aşırı bir önem atfedip, okuyucusunu bu kadar safdil yerine koyan başka bir yazar görmemiştim. İdolü Marie Kondo'nun egosu bile bu kadar şişkin değildi. 

Aslında kitap biraz bile bile lades oldu benim için ama tipinin şirinliğine dayanamadığımı itiraf etmeliyim. Ne kadar kötü olabilir ki, en azından eğlencelidir demiştim ama öyle de değilmiş. Tek okunabilir tarafı; bazen sayfalarca alıntıladığı, bu konuyla ilgilenen diğer yazarların söyledikleri. 

Brené Brown, 'Bir duyguyu seçerek uyuşturamazsınız, acıyı hissetmek istemiyorsanız, zevki, mutluluğu hissetmeyi de bırakırsınız.' diyor. [sf 93]

23 Aralık 2020 Çarşamba

BİBLİYOMANİ Gustave Flaubert

Yayın Evi: Sel Yayıncılık
Basım Yılı: 2019
Sayfa Sayısı: 70

Bibliyomani, Gustave Flaubert'in kitapları delicesine seven bir sahafın başına gelenleri anlattığı, uzun sayılabilecek bir hikayesi. Herkes gibi, yazarın en bilinen romanı Madam Bovary'i okumuş olsam da bu hikaye yakın zamana kadar dikkatimi çekmemişti. 

Flaubert, ilkgençliğinin başlarında yazdığı bu ilk öyküsünde, gazetede çıkan bir haberden yola çıkarak, İspanya'da gerçekten yaşamış bir bibliyomanı tasvir ederken benzetmeleri o kadar incelikli, anlatımı o kadar ayrıntılı ve ustaca ki, daha sonra Fransız edebiyatının temel taşlarından biri sayılan bir yazar olacağının işaretleri kurgusunda açıkça görülüyor.

Sel Yayıncılık'ın bu basımına hikayenin elyazısı taslağı ve ilk defa yayınlandığı gazetenin bir sayfasını da eklemişler. Okuyucu için bir hoşluk olmuş. Çevirisi zaten iyi olduğundan tercih edilebilir. 

Selim İleri / Gelinlik Kız, Oscar Wilde / Gül ile Bülbül, Nezihe Meriç / Keklik Türküsü, Agatha Christie / Terzi'nin Bebeği, Onat Kutlar / Kül Kuşları gibi çok sevdiğim bazı hikayelerin arasına Bibliyomani de eklenmiş oldu. Okumakta geç kalmışım. 🤎

Komşuları hemen her gece, Giacomo’nun dükkân camlarının öte tarafında, önce durduğu yerde titreyen, bir müddet sonra ilerlemeye başlayıp uzaklaşan, üst kata çıkan ve kimi zaman da sönüp giden bir ışığa tanık olurlardı. Işık ne zaman sönecek olsa çok geçmeden kapıları vurulur, Giacomo, açılan bir yaprağın rüzgârıyla sönmüş mumu tekrar yakmaya gelmiş olurdu. Bu ateşli ve hummalı geceleri kitaplarının arasında geçirirdi; dükkânının deposunda oradan oraya koşturur, kütüphanesinin koridorlarında kendinden geçmiş, büyülenmiş halde dolaşır, saçı başı darmadağın olur, sonra ışıl ışıl parıldayan gözlerindeki bakışlar birden sabitlenir ve oracıkta dururdu. Alev alev yanan terlemiş elleri uzandığı raftaki kitaplara dokunurken tir tir titrerdi. Bir kitabı alır, sayfalarını çevirir, parmaklarını kâğıdında gezdirir, altın varaklarını, kapağını, harflerini, mürekkebini, kıvrımlarını ve son sözcüğüne biçim veren çizimleri incelerdi. Sonra kitabın yerini değiştirir, daha yüksekte bir rafa koyar ve saatlerini oracıkta, ismini ve şeklini seyrederek geçirirdi. [sf 7]

Bütün bu kitapların arasında olmaktan, bakışlarını yaldızlı harflerin, yıpranmış sayfaların, solmuş parşömenlerin üzerinde gezdirmekten mutluydu. Bir körün ışığı sevdiği gibi seviyordu bilgiyi.

"Hayır! Sevdiği bilginin kendisi değildi aslında; onun aldığı biçimi, yansıyan suretini seviyordu. Bir kitabı seviyordu çünkü o bir kitaptı; kokusu, biçimini, ismini seviyordu onun. Bir elyazmasının silinmeye yüz tutmuş tarihini seviyordu, o garip, yabancı, gotik harflerini, çizimleri cömertçe dolduran yaldızlarını, tatlı ve yumuşak râyihâsını mutlulukla içine çektiği tozla kaplanmış yapraklarını seviyordu. Kâh kurdelelerle sarmalanmış bir çeşmenin iki başına yaşlanmış Eros'ların arasında kalmış, kâh bir mezar taşına kazınmış, kâh bir sepetin içinde, güllerin, altın elmaların ve mavi demetlerin arasına boylu boyunca uzanmış o güzeller güzeli son sözcüğünü seviyordu. [sf 11]



21 Aralık 2020 Pazartesi

YAĞMURU SEVEN ÇOCUK Amélie Nothomb


Yayın Evi: Doğan Kitap 
Basım Yılı: 2012 
Sayfa Sayısı: 97 

Amélie Nothomb'un iki romanını zıt hislerle okuduktan sonra, üç yaşına kadar kaldığı Japonya'da geçirdiği zamanı anlattığı biyografi parçası; Yağmuru Seven Çocuk için okumasam bir şey kaybetmezdim ama anlattıklarından da sıkılmadım diyebilirim. 

Keder tüm hayatına ahenk verecek. Sevdiğin ülkenin, dağın, çiçeklerin, evin, Nişio-san'ın ve onunla konuştuğun dilin kederi. Bu sadece, asla ne kadar sürdüğünü bilmediğin bir dizi kederin ilkidir. [sf 83]

Hatıranın da yazı kadar gücü vardır: Bir kitapta “kedi” sözcüğünü gördüğünde, etkisi güzel gözleriyle sana bakan, komşunun erkek kedisininkinden farklıdır. Yine de yazılan bu sözcüğü görmek, parlak bakışları hâlâ üzerinde duran kedinin varlığına benzer bir keyif verir. [sf 85]

20 Aralık 2020 Pazar

KIŞ YOLCULUĞU Amélie Nothomb

Yayın Evi: Doğan Kitap
Basım Yılı: 2012
Sayfa Sayısı: 97

Acıyla Çarp Kalbim'i hatırı sayılır bir zevkle okuyunca hemen Amélie Nothomb'un iki kitabını daha almıştım. Bunlardan ilki Kış Yolculuğu, absürt denilebilecek bir roman, bana bir parça Günlerin Köpüğü'nü anımsattı ama sadece tuhaflığı açısından.

Tesisatçı Zoïle, izolasyonuna yardımcı olmak için kontrole gittiği bir çatı katı dairesinde, engelli bir kadın yazar ve onu himaye etmeyi görev edinmiş genç bir kadınla karşılaşır. Astrolabe adındaki bu kadına tutulacak fakat arzusu onu garip yollara sürükleyecektir..

Kış Yolculuğu ciddi bir hayal kırıklığı oldu benim için. Çok zorlama, yama yerleri apaçık, sanki sırf ilginç bir şeyler yazmalıyım duygusuyla kurgulanmış bir romandı. 

Bir kitabı kendin çevirirsen, kitapla senin aranda okumanın ötesinde, çok daha güçlü bir bağ oluşur. [sf 15]


Günün birinde romanının bir bölümü hakkında övgüler sıraladığımda, gözlerini kapadı. 

'Ne yapıyorsun?’ diye sordum. ‘Kelimelerine sarılıyorum’ diye cevap verdi. [sf 42]


Sevdiğinden mektup bekleyen kişi, kelimelerin yaşam ya da ölüm gücünü iyi bilir. [sf 49]


Sadece deli gibi âşık olunduğunda mutlak hoşgörü gösterilir; ama aşkta bir parça eksiklik varsa doğal saldırganlık üste çıkar. [sf 93]

19 Aralık 2020 Cumartesi

ACIYLA ÇARP KALBİM Amélie Nothomb

Yayın Evi: Turkuaz Kitap 
Basım Yılı: 2019 
Sayfa Sayısı: 127

Amélie Nothomb, ismini uzun zaman önce Kıran Kırana kitabıyla duyduğum, birçok kitabının baskısı olmayan ve ilgimin de muhakkak peşine düşmeme yetmediği bir yazardı. Sevgili Eren, blogunda Acıyla Çarp Kalbim'den bahsettiğinde yeniden meraklandım ve yazarın okuduğum ilk kitabı bu oldu. 

Acıyla Çarp Kalbim, genç ve güzel Marie'nin kendisinden daha güzel ilk bebeği Diane'e ve sonra dünyaya gelen diğer çocuklarına, kocasına karşı davranışlarının onların hayatını nasıl etkilediğine dair bir hikaye.

Romanı bir solukta okudum diyebilirim, son derece yalın ve sade, inandırıcı bir anlatımı vardı. Aynı ölçüde etkileyiciydi de. 

Törene katılanlar genç çifti içtenlikle seven kişilerdi. Bu nedenle Marie, insanların yüzünü istediği kadar dikkatle incelesin, bir türlü hayatının en güzel gününü yaşadığınıdüşünmesini sağlayacak o imrenme ifadesini göremiyordu. Çok sayıda kıskanç bakışın kendisine yöneldiği, davetliler arasındaki uzaktan tanıdıkların hiç durmadan dedikodu yaptığı, kötü niyetli insanların şu an üstünde olan annesinin gelinliğini değil onun için dikilmiş kusursuz gelinliği incelediği bir düğünü tercih ederdi. [sf 12]

İnsanın canı istediğinde hemen uykuya dalabilmesi baş döndürücü bir deneyimdi. Yatağa uzandığında uykunun derin kuyusunun kapağı hemen açılıyor, oraya düşmeye başlıyor, bedeni o hafif düşüşe teslim oluyor ve zihninde hiçbir şey belirmeden yokluğun içinde kayboluyordu. [sf 13]

Diane annesinin yalan söylemediğini bir kez daha gördü. Üniversitede ve hastanede insanların ne kadar sıklıkla bazı olayları unutabildiğini şaşkınlıkla gözlemlemişti. İnsanlar işlerine gelmeyen olayları ya da daha doğrusu unutmalarının işlerine geleceği olayları o kadar sık unutuyorlardı ki... O an annesinin acısını çok yoğun yaşadığını ve ona unuttuğunu söylediği şeyleri gerçekten unutmuş olduğunu hissetti. [sf 78]

On beş yaşında Alfred de Musset'yi okurken keşfettim şu ünlü dizeyi: 'Acıyla çarp kalbim, deha sende çünkü. [sf 90]

Keşke sadece nefret etmekle kalsaydı! Diane şimdi küçümseyici bir tavrın nefret dolu bir tavırdan daha kötü olduğunu anlıyordu. Sonuç olarak Diane sevgiye yakın bir duygu olarak tanıyordu nefreti, ancak küçümseme ona çok yabancı bir tavırdı. [sf 121]

"Sonuca varmayı istemek aptallıktır," diye yazmıştı Flaubert. Bu sözün doğruluğunu en çok kavgalar gösterir: Taraflardan hangisinin aptal olduğunu saptamak için son sözü söyleme takıntısı olana bakmak yeterli olur. [sf 122]

12 Aralık 2020 Cumartesi

ZEMBEREKKUŞU'NUN GÜNCESİ Haruki Murakami

Yayın Evi: Doğan Kitap 
Basım Yılı: 2017 
Sayfa Sayısı: 740

Murakami, romanlarını bir alay bulmacayla örerek okuyucusunun zihnini uyanık tutmayı sever fakat duygular açısından daima bir donukluk söz konusudur. Hatta yazma tarzını anlattığı kitaplarında bu mesafeyi koruyabilmek adına kurgularını önce İngilizce yazdığını, ortaya çıkan steril sonucu Japonca'ya çevirdiğinde yazdığının düşük duygusal dozundan memnun kaldığını söylüyor. Zemberekkuşu'nun Güncesi de bu kitapların bir istisnası değil. 

Başkarakter müzmin ev erkeği Toru Okada, kedilerinin gidişinin ardından karısı Kumiko'nun da aniden kaybolmasıyla garip bir olaylar silsilesi yaşamaya başlar. Ona sürekli telefon eden, tanımadığı  bir medyum kadın, arka komşusunun kızı May Kasahara'yla tanışması, terkedilmiş diğer bir komşu evin bahçesindeki suyu çekilmiş büyük kuyuyu keşfedişi ve daha birçok şeyler.. 

Kitabı fasılalarla çok uzun bir zaman diliminde okumuştum ama aslında sürükleyici bir roman. Birkaç bölüm okuduktan sonra, birkaç ay ara verip tekrar bir miktar okuyup bıraktığım için, yeniden elime aldığımda sürekli şu ne zaman olmuştu, bunu kim demişti gibi sorularla geriye dönmek durumunda kaldım. 

Bir kısmını henüz Gece Kütüphanesi'ne ekleyemesem de külliyatının büyük kısmını geride bıraktığım Haruki Murakami'nin bazı kitaplarını gerçekten çok beğenmiş, bazılarından ise hiç hoşlanmamıştım; mesela Yaban Koyununun İzinde'nin benim için son derece sıkıcı bir hikayesi varken, Haşlanmış Harikalar Diyârı ve Dünyanın Sonu o kadar etkileyiciydi ki.. Zemberekkuşu'nun Güncesi ise ikisinin arasında fakat iyiye daha yakın diyebilirim.

Ben çevreyi seyrederken güvercin de her makbuza damga vuran bir memur gibi, tekdüze kuğurdamalarını sürdürüyordu. [sf 24]

Fotoğrafta iki kadın vardı. Bir tanesi Malta Kano’ydu; başında üstündekilerle, şu anda giydiği şapka kadar aykırı örgüden sarı bir şapka vardı. Kız kardeşi de altmışlı yılların modası pastel rengi bir tayyör ile ona uygun bir şapka giymişti. Sanırım eskiden bu renge şerbet tonları denirdi. Anlaşılan bu iki kardeş de şapkaya bayılıyorlar dedim içimden. Genç olanın başındaki Jacqueline Kennedy’nin Beyaz Saray’dayken giydiğini andırıyordu ve besbelli yerinde durması için bir paket zamk kullanılmıştı. Çizgileri düzgündü biraz aşırı makyajlı yüzü “güzel” nitelemesini hak ediyordu ve yirmi beşini aşkın olmamalıydı. [sf 55]


Malta Kano o yüzeysel bakışını yüzüme dikmişti sanki boş bir evin penceresinden bakıyordu. Gözlerini gören ne sorduğumu bile anlamadığını sanırdı. [sf 57]


Sence gözü peklik ve merak biraz benzemiyor mu? dedi May Kasahara. Merakımızı kurcalayan şeylere karşı cesur oluruz ve insan merak ettiği zaman gerekli cesareti de bulur. [sf 81]


Güzel bir pazar sabahıydı, bana çocukluğunu anlatıyordu, tane tane bir ipin düğümlerini sabırla çözüyormuş gibi. İlk kez kendinden bu kadar uzun uzun söz ediyordu. O güne değin ailesi ve yaşantısı konusunda hemen hemen hiçbir şey bilmiyordum. [sf 89]


Bir süre sonra sadece rahatsız olma evresini aşıp düpedüz bozulmaya başladım. Tıpkı çürük bir meyvenin yavaş yavaş mideme yerleşip bulantı vermesi gibiydi. Oysa ki kırıcı hiçbir şey söylememişti. [sf 97]


Kanepeye uzanmış hemen hemen hiçbir şey düşünmüyordum. Kitap okuyor, kasetten klasik müzik dinliyor ya da dalgın dalgın bahçeye yağan yağmuru seyrediyordum. Düşünce yeteneklerim belki de karanlık kuyunun dibinde düşünmek için kendimi aşırı zorladığım o uzun dönem yüzünden en alt sınırındaydı. Bir şey üzerine ciddi ciddi düşünmeye kalkıştığımda kafam cendereyle sıkılmış gibi oluyor zonklamaya başlıyordu. Bir şey anımsamaya çalışsam bedenimin her bir kası ve her bir siniri gıcırdıyordu sanki. Oz Büyücüsü’ndeki pas tutmuş ve iyi yağlanmamış teneke adama dönmüştüm. [sf 341]


Nefret uzun kara bir gölgedir. Çok zaman nefret eden kişi bile nereden geldiğini bilemez. İki yanı keskin bir kılıca benzer. Karşınızdakine şiddetle indirirseniz kendinizi kesersiniz. Bu da ölümcül olabilir. Ama ondan kurtulmak kolay değildir. Rica ederim Bay Okada dikkatli olun. Çok tehlikelidir. Bir kez yüreğinize kök saldı mı nefretten kurtulmak dünyanın en zor işidir. [sf 367]


Bilmece gibi konuşmak istemiyorum ama diyelim ki, bir yerdeyim. Bir zamanlar bir yer varmış... Eşyası; küçük bir karyola, bir masa, raflar ve bir dolaptan ibaret küçük bir odadan yazıyorum sana. Sade bir oda süssüz “gerekenlerin en azını kapsayan” deyimine tıpatıp uyan bir odadan. Masanın üstünde bir büro lambası, bir çay fincanı, mektup kâğıdı ve bir sözlük var. Doğrusunu söylemek gerekirse sözlüğü çok olağanüstü durumlarda kullanıyorum sadece. Ne dış görünüşünü seviyorum ne içeriğini. Her açışımda dişlerimi gıcırdatarak kendime diyorum ki: “Püfff gerçekten kime gerekli ki bu?” İşte bunun içindir ki masamın üstünde duran bu sözlüğü her görüşümde komşunun köpeğinin bahçeme girip çimenlerin üstüne bir kaka sarmalı bıraktığını görmüş gibi oluyorum. Her şeye karşın bir tane sözlük satın aldım çünkü mektubumu yazarken kimi ideogramların nasıl yazılacağını öğrenmek için sözlüğe bakmak gerektiğini düşünmüştüm.

Sonra da masanın üstüne dizili bir düzine kadar güzelce açılmış kurşunkalemim var.  Kırtasiye mağazasından satın aldığım yepyeni kalemler. Kendini bana borçlu sayman için söylemiyorum ama onları sadece sana yazmak için aldım. Hoş bir şey yepyeni güzelce sivriltilmiş kurşunkalemler. Bir paket sigaram, bir kül tablam ve kibritlerim de var. Eskisi kadar içmiyorum ama gene de ara sıra değişiklik oluyor işte (tam şu sırada bir tane tüttürmekteyim). İşte masamın üstündekiler bunlar. Karşımda küçük çiçekli, sevimli perdesiyle bir pencere var ama merak etme perdeleri ben seçmedim geldiğimde pencerede asılıydı. Ama bu çiçekli perdeleri saymazsak oda son derece sade. Bir genç kız odasından çok banliyödeki yeni bir konut blokunun birörnek dairesi denebilir. [sf 434]


Denizanalarıyla.

Tüm dünyadaki denizanalarıyla. 

Ekrandaki bu iki satırı seyrediyorum. Evet bu karşımdaki gerçekten Kumiko. Ve onun  ekranın öte ucunda olması içimi anlatılmaz bir hüzünle dolduruyor. Sanki neşterle karnımı deşiyorlar. Neden artık sadece ekran aracılığıyla iletişim kurabiliyoruz ki? Şimdilik bunu kabul etmekten başka bir şey gelmiyor elimden. Tuşlamaya başlıyorum. [sf 587]

1 Aralık 2020 Salı

BENCE KATİL ÖLDÜRDÜ Kurtcebe Tuğrul

Yayın Evi: Mundi Kitap
Basım Yılı: 2019
Sayfa Sayısı: 141

Önce radyo tiyatrosu olarak yazılan, daha sonra bir roman haline getirilen Bence Katil Öldürdü; Bir Hercule de Potasse Polisiyesi, şimdiye kadar okuduğum hiçbir Türk modern polisiye romanına benzemeyen, kara mizah tabir edilebilecek öğelerle kurulmuş, absürt veya gerçek ansiklopedik bilgiler içeren, çizimli, enteresan bir küçük kitap. 

Mösyö Lamortier malikanesinde öldürülür ve katili bulması için dedektifimiz Hercule de Potasse çağrılır. 

Klasik polisiye kalıplarıyla eğlenen romanda, gerçekten güldüğüm tek yer 'En Ünlü Türk Casusları Listesi‘ydi. Kalanı da zaman zaman tebessüm ettiriyor ama daha çok türe dair deneysel bir çalışma gibi. 

30 Kasım 2020 Pazartesi

MUHTEŞEM GATSBY Francis Scott Key Fitzgerald

Yayın Evi: İletişim Yayınları 
Basım Yılı: 2016 
Sayfa Sayısı: 226

İlk defa Jacob'un Odası'nı okurken karşılaştığım bir yazardı Fitzgerald, Woolf'un sevdiği birçok başka romancı ile beraber Jacob'un favorileriydiler. Ve elbette Muhteşem Gatsby'e, yazarın bu en bilinen kitabına, 'mutlaka okunması gereken' ilan etmekten yorulmadıkları romana vakıf olmalıydım.

Baş karakter Jay Gatsby, New York, Long Island'daki görkemli evinde sürekli partiler veren, genç, yalnız ve zengin bir adam, malikanenin yakınındaki küçük evi kiralayan Nick Carraway ise Gatsby'nin gençlik aşkı Daisy'nin kuzenidir. Daisy, Gatsby'nin beş parasız olduğu yıllarda ortadan kaybolduğu bir sırada, zengin bir adam olan Tom'la evlenmiş, bir çocuğu olmuştur. Gatsby, Nick'le tanıştıktan sonra onun yardımıyla Daisy'e yeniden ulaşmaya çalışır v.b.

Kitabın İletişim Yayınları'ndan çıkan bu baskısı gerçekten çok iyi şekilde hazırlanmış olmasa bu ne manasız bir roman, deyip geçebilirdim fakat önsöz, yazarın önsözü ve sonsöz gibi bölümlerle dönemin Amerika'sının ruh hali ve romanda kimin, neyin neyi temsil ettiğine dair ipuçlarını okuyunca yine de yazarın birşeyler anlatmaktaki çabasını görüyorsunuz. 

Muhteşem Gatsby, 1920'lerde yayınlandığında hiç ilgi görmemiş, hatta savaş arası döneminin 'yitik kuşak' tabir edilen -büyük hayaller peşinde koşup hayatlarını boşa harcayan- gençliğini anlattığı diğer romanları da aynı şekilde karşılanmış. Romana önsöz ve sonsöz yazan eleştirmenlerin dahi yüceltmekte zorlandığı bir üslupla, basit bir hikaye üzerinden anlatılmak istenenin başarılı olduğu söylenemez. Ne kadar filmi v.s. dolayısıyla fazlasıyla pohpohlansa da vasat bir kitap olmaktan öteye geçemiyor. 

Şehrin üstünde asılı duran sarı bir ışıkla aydınlanmış pencerelerimizin karanlık sokaktan geçmekte olan birine, insanoğlunun esrarlı yaşamı hususunda payına düşeni hatırlatmış olduğunu hayal ediyordum; yukarıya bakan ve bizi merak eden o kişiyi sanki görüyor gibiydim. Hayatın bitmez tūkenmez çeşitliliği karşısında aynı anda hem büyülenip hem iğrenerek onunla birlikte sokakta, onlarla birlikte salondaydım. [sf 73]

Gatsby bir an için olsun gözünü Daisy’den almıyordu, sanırım evdeki bütün eşyayı, sevdiğinin bakışlarından çıkardığı anlama göre yeniden değerlendiriyordu. Bazen kendisi de eşyalara, sanki Daisy'nin inanılmaz ve tartışılmaz mevcudiyeti onları gerçek olmaktan çıkarmış gibi şaşkınlıkla bakıyordu. [sf 129]

27 Kasım 2020 Cuma

EVELYN HARDCASTLE'IN YEDİ ÖLÜMÜ Stuart Turton


Yayın Evi: İthaki Yayınları 
Basım Yılı: 2020 
Sayfa Sayısı: 453

Uzun zamandır bu kadar meraklı, sürükleyici bir polisiye roman okumamıştım. Elimden bıraktığım zamanlarda hatırıma gelen ve kitaba dönmek istediğim bir havası vardı; sisler içinde kasvetli bir ev, belli belirsiz bir hüzün hali ve sırlar, gizemler, bulmacalarla örülmüş bir hikaye..

Aynı günü sekiz farklı karakterde yaşayacak, o gece saat 22'de öldürülecek olan evin genç kızı Evelyn Hardcastle'ın katilini bulmadığı sürece, Blackheath Malikanesi'ndan asla çıkamayacak bir adam, ona çeşitli talimatlar veren ve bulmacanın cevabını bekleyen Salgın Doktoru, ölümcül nefesini ensesinde hissettiği Ayakçı, evde verilen baloya katılmak için gelmiş konuklar, ismini çağırarak uyandığından başka hakkında hiçbir şey bilmediği fakat yakın hissettiği Anna, büyük gizemin parçalarını oluşturuyor. 

Stuart Turton, gerçekten zeki ve yetenekli, okuyucusunu avucuna alıp tutmayı bilen bir yazar. Hatta madem Monogram Cinayetleri ile başlayan Poirot adının kullanıldığı bir polisiye seri yazılacaktı, Sophie Hannah yerine kendisinden talep edilmesi çok daha iyi olurdu. Her halukârda, henüz Türkçe'ye çevrilmemiş diğer kitabı The Devil and the Dark Water'ı ve daha sonra yazacaklarını da takip etmeyi düşünüyorum. 


1 Kasım 2020 Pazar

DOĞU ÖYKÜLERİ Marguerite Yourcenar

Yayın Evi: Adam Yayıncılık 
Basım Yılı: 2004
Sayfa Sayısı: 131

Ateşler'i okuduğumda Marguerite Yourcenar'ın dilinin, anlatımının edebi kuvvetinden çok etkilenmiş ve diğer yazdıklarına da vakıf olmak istemiştim. Kitaplığımda ise Doğu Öyküleri ve Düş Parası vardı, önceliği bu kitaba verdim. 

Hint, Balkan, Yunan, Japon halk öykülerinden, efsânelerinden ilhamla yazılan bu on hikaye içerisinde bir ressam ve çırağının yolcuğunu anlatan Wang-fo Nasıl Kurtarıldı ve ilk klasik roman kabul edilen, meşhur Japon ozanı Murasaki Shikibu'nun Genci'nin Hikayesi'ne yaslanan Prens Genci'nin Son Aşkı isimli hikayeleri ayrı bir yere koyuyorum. 

Ancak kitaptaki Türk düşmanlığı, yazarın Türklerden her bahsedişinde barbar olarak tanımlaması son derece yanlı ve rahatsız ediciydi. Büyük yazarlığın gerekleri arasında, açık fikirlilik, açık yüreklilik ve tarihi doğru kaynaklardan araştırarak gerçekleri farkedecek kadar akıllı olmanın da bulunduğunu düşünüyorum. 

Yavaş yol alıyorlardı, çünkü Wang-Fo geceleri gezegenleri, gündüzleriyse kızböceklerini seyretmek için duraklıyordu. Yürekleri hafifti; çünkü Wang-Fo eşyaların kendilerini değil, imgelerini severdi ve dünyada fırçaların, çini mürekkeplerinin, lake boya kutularının dışında hiçbir şeyin sahiplenilecek kadar değerli olmadığını söylerdi. Yoksuldular, çünkü Wang-Fo resimlerini bir tas arpa çorbasıyla takas eder, gümüş paraları küçümserdi. Sırtındaki çizim dolu torbanın ağırlığı altında ezilen çırağı Ling, gökkubbeyi taşırmışçasına saygıdan iki büklüm olurdu; çünkü Ling’e bakılırsa bu torba, karlı dağlar, baharda ırmaklar ve yaz mehtabının yüzüyle doluydu. [sf 11]

O gece Wang, sessizlik bir duvar, kelimelerse duvarın çıplaklığını örtmek için seçilen renklermişcesine konuşuyordu. [sf 12]

Birlikte yürüdüler, Ling'in elinde bir fener vardı. Işığı su birikintilerine beklenmedik alevler yansıtıyordu. O gece Ling, evinin duvarlarının sandığı gibi kırmızı olmadığını, gerçekte çürümeye yüz tutmuş bir portakal renginde olduğunu farketti. Avluda o zamana kadar kimsenin dikkatini çekmemiş olan bir çalı bulunduğunu gördü ve bunu saçlarını kurutan genç bir kadına benzetti. Geçitte, duvarın çatlağındaki bir karıncanın ürkek yürüyüşünü seyretti ve bu hayvancıklara duyduğu tiksintinin ansızın silindiğini hissetti. O zaman Ling, Wang-fo'nun kendisinin yepyeni bir algıyla yeni bir bakış açısına sahip olmasına yol açtığını anlayarak, ihtiyara, annesiyle babasının öldükleri odayı açtı. [sf 13]

Bu derin sessizlikte akan gözyaşları bile olsa duyabilirdi insan. [sf 26]

Dağdaki ağaçları altın sarısıyla eflatuna bürünmüş peri kızlarına dönüştürerek geldi sonbahar. Fakat peri kızlarının yazgısında ilk soğuklar başlarken ölmek de vardır. Dökülmüş Çiçekler Köyü Hanımı, Genci'ye kızıl kahverengileri, morumsu kahverengileri, kül rengine çalan kahverengileri anlatıyor, bütün bunlara yeri gelmişken değiniyormuş gibi görünmeye de özellikle özen gösteriyor, ona yardım elini uzattığını açık seçik ortaya koymaktan her seferinde kaçınıyordu. [sf 67]

İstanbul'da paşalardan birinin başlıca gururu ve sevinci olan bir lâle bahçesinin güzelliğini seyretme fırsatı bulmuştu bir seferinde. Paşa ömürleri kısa süren bu çiçeklerden yapılma haremin tezyinat işini Cornelius'a vermişti. Mermer bir avluda, bir araya toplanmış lâleler o renk cümbüşünün türküsünü hışırtılarla, kırılıp dökülmelerle söylemişlerdi. Fıskıyeli havuzda bir kuş ötmüştü; servilerin tepeleri göğün solgun maviliğini yarıp delmek istercesine kıpırdaşmışlardı. [sf 128]


22 Ekim 2020 Perşembe

CAM KAPININ ARDI Natsume Sōseki

Yayın Evi: Africano Kitap
Basım Yılı: 2020
Sayfa Sayısı: 144

Her nedense yazarı da, sürekli karşıma çıkan romanının baş karakteri Sanşiro'yu da kadın zannediyordum. Belki o kitabın kapağında bir Japon kadın çizimi olduğu için böyle bir vehme kapılmış olabilirim. Cam Kapının Ardı'nın arka kapak yazısını okuduğumda hemen başlamak istedim ve okunacaklar arasında Sanşiro olmasına rağmen aldırmayıp bu kitabı bitirdim öncelikle. 

Kitap Natsume Sōseki'nin 49 senelik ömrünün son zamanlarda bir gazete için yazdığı, tefrika olarak yayınlanan deneme yazılarından oluşuyor. Uzun zaman boyunca, aralıklarla nükseden hastalığı sonrası bir nekahat döneminde çalışma odasının bahçeye açılan camlı kapılarının arkasında oturup yazdığı, öğrencilerine, söyleşilerine, hayatının gündelik küçük detaylarına veya geçmişe dair sayıklamalarına yer verdiği kısa yazılar. 

Açıkçası arka kapak yazısının güzelliğini bütün kitap boyunca aradım ve artık herhalde bu kitaptan iktibas etmemişler diyecektim ki son yazının son cümleleriymiş meğer. Daha zarif bir anlatım, daha derin cümleler bekliyormuşum demek ki, biraz şaşırdığımı söylemeliyim yine de keyifle okuduğum bir kitaptı. 

Geceler var
Puslu mehtabın ışıttığı
Istırap dolu düşlere benzer [sf 7]

Çocukluğumda gittiğim bu hikaye salonu, kendi zamanına göre oldukça ince bir zevkle tasarlanmış olmasının yanı sıra, seyircilerine de o inceliği iliklerine kadar hissetme imkânı sunuyordu. Sahnenin sağında, devamlı müşteriler için ayrılmış iki tane kafesli bölüm vardı. Sahnenin hemen ardında ise açık bir veranda yükselir, onun arkası da bir bahçeye açılırdı. Bahçedeki kuyunun üzerine eğilmiş yaşlı erik ağacının dalları ile sonsuzluğa uzanırmışçasına selam veren mavi gökyüzünün eşsiz manzarası, izleyicileri adeta büyülerdi. Bahçenin doğu tarafında ise bir köşk görünürdü. (...) Havanın güzel olduğu kimi zamanlarda bahçedeki erik ağacının dallarına bülbüllerin konup şakıdığını görürdüm. [sf 130-131]

Onu beklerken elimdeki yazıyı bari bitireyim diye masamı verandaya çıkardım. Ilık sabah güneşinin altında sırtımı korkuluklara verip çenemi de ellerime dayadım. Kımıldamadan, öylece, zihnimin istediği gibi oyunlar oynamasına izin verdim. Tembellik yapıyordum ve bundan inanılmaz bir keyif alıyordum.
Hafif bir esinti, saksıdaki orkidenin uzun yapraklarını ara ara sallıyor, bahçedeki ağacın dallarına konan bülbüller, sözlerini anlayamadığım türküler söylüyorlardı. Cam kapının ardında otururken hiç bitmeyecekmiş gibi görünen bu kışın artık yavaş yavaş vedaya hazırlandığını, baharın ise gelmek için sabırsızlandığını hissediyordum. [sf 142-143]

1 Ekim 2020 Perşembe

SARI DUVAR KAĞIDI Charlotte Perkins Gilman

Yayın Evi: Tudem Delidolu Kitap
Basım Yılı: 2018
Sayfa Sayısı: 46

Sarı Duvar Kağıdı hikayesinin bu ciltli, illüstrasyonlu baskısı sevgili Eren yazdığından beri aklımdaydı ama sanırım baskısı yoktu epeydir, geçtiğimiz günlerde bulunca alıp okudum. 

Yazarın otobiyografik öğeler de taşıyan, gizemli hikayesinde  yaz mevsimi için taşrada büyük bir ev kiralayan bir çift var. Doktor olan adam, yörenin sakinliğinin karısının hezeyanlarına fayda sağlayacağını düşünüyor ve kızkardeşini de ev düzeniyle ilgilenmesi için yanlarına alarak eve yerleşiyorlar. Fakat en üst katta kaldıkları odaya kaplanmış, yer yer parçalanmış ve dökülmüş, rutubet lekeleriyle dolu sarı duvar kağıdı ilk gördüğü andan itibaren kadının sinirlerine dokunuyor ve kağıdın desenlerinde yaşayan, canlı bir şeyler olduğuna inanmaya başlıyor..

Charlotte Perkins Gilman'ın kısa ama etkili, ürpertici hikayesini ve Maria Brzozowska'nın naif çizimlerini çok beğendim, hatta Delidolu Kitap'ın ciltli-resimli hikayelerinde başka neler var diye merak ettim. 



12 Eylül 2020 Cumartesi

GUREBAHANE-İ LAKLAKAN Ahmet Haşim


Basım Yılı: 2020 
Yayın Evi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları 
Sayfa Sayısı: 84

İş Bankası'nın özenli kapaklarıyla bastığı bu Türk Edebiyâtı Klasikleri'ne kayıtsız kalmak zor. Öte yandan yazarların günümüzde sıklıkla kullanılmayan, belki genç okuyucunun aşina olmayabileceği bazı kelimelerine sayfa altlarında minik bir sözlük yapmak yerine o güzelim ifadeleri değiştirmiş olmaları da hiç hoşuma gitmiyor. Sanki tercüme edilmiş bir kitap okuyor hissi uyandırdığını söyleyebilirim. 

'Nihayet' yerine 'son', 'ziya' yerine 'ışık' yazınca anlaşılırlığı kaç zerre artıyor merak ediyorum! Kim saklı tutulmanın ne demek olduğunu bilmez de korunma deyince 'aydınlanır' ki? 

Bu kitaplar yazarla yeni tanışacak kişiler için bir başlangıç olabilir belki ama Haşim'in kendi sesine, nesrini okurken bile geriden duyulan o harikulâde şiirine yazık etmemek için tam metin baskılarını da bulmak, mutlaka okumak gerek. 

Milli şuurun uyandırdığı iç kuvvetler henüz büyük felaketlerin çekiciyle dövülmemiş, bugünkü olgunluğunu bulmamıştı. Bu kuvvetler havai fişekler şeklinde, hayatın gecesinde renkli ateşlerden akan nakışlar çizdikten sonra dağılıp gidiyordu.. [sf 1]

Eskiden kendimize göre yaşayışımız, düşünüşümüz, giyinişimiz ve kendimize göre, dinden, ırktan ve ananeden hayat alan bir zevkimiz olduğu gibi, bu hayat tarzına göre de "saat"lerimiz ve "gün"lerimiz vardı. Müslüman gününün başlangıcını şafağın parıltıları ve sonunu akşamın ışıkları tayin eder. Madenden sağlam kapaklar altında korunan eski masum saatlerin yelkovanları yorgun böcek ayakları tarzında, güneşin sema üzerindeki seyriyle az çok ilgili bir hesaba uyarak, minenin rakamları üzerinde yürürler ve sahiplerini, zamandan yaklaşık bir doğrulukla haberdar ederlerdi. Zaman sonsuz bahçe ve saatler orada açan, kah sağa kah sola eğilen güneşten rengârenk çiçeklerdi. Yabancı saati düşkünlüğünden evvel bu iklimde, iki ucu gecelerin karanlığıyla simsiyah olan ve sırtı, muhtelif kırmızı, sarı ve lâcivert ateşleriyle yol yol boyalı, büyük bir canavar halinde, bir gece yarısından diğer bir gece yarısına kadar uzanan yirmi dört saatlik "gün" tanınmazdı. Işıkta başlayıp ışıkta biten, on iki saatlik, kısa, hafif, yaşanması kolay bir günümüz vardı. Müslüman'ın mesut olduğu günler, işte bu günlerdi; şerefli günlerin olaylarını bu saatlerle ölçtüler.

(...) Unutulan eski saatler içinde eksikliği en çok hasretle hatırlanan saat akşamın on ikisidir. Artık "on iki" solgun yeşil sema altında, ilk yıldıza karşı müezzinin Müslümanlara seslendiği, sokakların lâcivert bir sisle kaplandığı, ışıkların yandığı, sinilerin kurulduğu ve yarasaların mahzenlerden çıkıp uçuştuğu o dokunaklı ve titrek saat değildir. Akşam anlayışından koparak, kâh öğlenin sıcaklığında ve kâh gece yarılarının karanlığında varsayılan bir zamanı bildiren bu saat, şimdi hayatımızda renksiz ve şaşkın bir noktadır. Yeni saat, Müslüman akşamının mahzun ve şaşaalı dakikasını dağıttığı gibi, yirmi dört saatlik yabancı "gün"ün getirdiği geçim şekli de bizi tan âleminden uzak bıraktı. Başka memleketlerde, tan vaktini yalnız kırdan şehre sebze ve meyve getirenlerin ahmak gözleriyle mustariplerin şişkin kapaklar içinden bakan kırmızı ve perişan gözleri tanır. Bu zavallılar için tan vaktinin parıltıları, yeniden boyuna geçirilecek olan hayat ipinin kanlı ilmeğini aydınlatan bir ışıktır. Hâlbuki tan vakti, Müslüman için rüyasız bir uykunun sonu ve yıkanma, ibadet, neşe ve ümidin başlangıcıdır. Müslüman yüzü, kuş sesleri ve çiçek kokuları gibi tan vaktinin en güzel görünümlerindendir. Kubbe ve minareleri o alaca saatte görmemiş olan gözler, taşa en ilahi manayı veren o hayret verici mimariyi anlamış değillerdir. Esmer camiler, tan vaktinden itibaren semavi bir altın ve semavi bir çini ile kaplanır ve İslam ustalarının tamamlanmamış eserleri o saatte tamamlanır. Bütün mabetler içinde güneşten ilk ışık alan camidir. Bakır oklu minareler, güneşi en evvel görmek için havalarda yükselir. [sf 11-12]

O gün anladım ki kibar İngilizlerin, yeni terziden gelen elbiselerini uşaklarına giydirip eskitmeden kullanmamakta hakları varmış; meğer fazla süs, zenginliğe değil fukaralığa delalet edermiş. Şimdi pahalı kürklere sarılmış kadınlar ve göz kamaştırıcı kıyafette erkekler gördükçe, her tarafından iğrenç paçavralar sarkan bir dilenciye acır gibi acımak gerektiğini zannediyorum. [sf 80]

16 Ağustos 2020 Pazar

TATLI ÖLÜM Marion Chesney Beaton

Yayın Evi: Nemesis Kitap
Basım Yılı: 2019
Sayfa Sayısı: 228

İngiliz kır polisiyesi vâdeden, baş karakterinin adı da Agatha olan bu kitaptan biraz okuduğumda o kadar sıkıldım ki, öylesine atlayarak ilerleyip sona varmaya karar vermiştim. Fakat ortalarına geldiğimde -yine pek matah bir hali olmasa da- herhalde Agatha Raisin'in itici, kokoş, plaza kadını havalarının biraz değişmesiyle daha okunabilir bir kıvam aldığını farkettim, hikaye ivme kazandı ve o hızla da bitti zaten.

Agatha Raisin, hırslı, reklam işinde başarılı, orta yaşlı bir kadın. Hayatının temposundan sıkılıp şirketini devrediyor ve Carsely adında bir köye yerleşiyor. Issız taşrada yalnızlığını kırmak için bir şeyler yapması gerektiğini anladığında köydekilerin gözüne girmek için geleneksel kiş yarışmasına katılmaya karar veriyor. Londra'da iyi bir dükkandan alıp getirdiği ıspanaklı kişi yiyen jüri Bay Cummings-Browne öldüğünde yanlış bir şekilde istediği üne kavuşan Agatha, kaza sonucu gibi görünse de üzerine kalan bu ölümü araştırmaya başlıyor..

M.C. Beaton, Hamish Macbeth, Edwardian Murder gibi seri kitaplar yazmış ama en meşhur, eğlenceli polisiye serisi Agatha Raisin, 31 romandan oluşuyor. İlk kitabın sonuna doğru Agatha'ya ve Carsely'e alışmaya başlayınca acaba diğer kitapları daha iyi midir diye merak etmeye başladım ama Tatlı Ölüm ülkemizde -doğal olarak- pek de ilgi görmediği için diğer kitapların basımı yok, İngilizce düşünecek olsam da bu seriyi değil Flavia de Luce'u okurdum, çok daha şahane olurdu.

Kitapların Fransız ve İngiliz kapak tasarımlarından bazıları cidden harika, Türkçe'de de o halleriyle telifi alınmış olsa çok daha ilgi çekerlerdi diye düşünüyorum. Bu arada serinin tv dizisi çekilmiş, kitaba başlarken şöyle bir göz atmıştım, ışıl ışıl, yemyeşil, güzel kırsal görüntüleri vardı ama başroldeki kadın da kitaptakine tam uyduğundan o sırada izleyemedim. :)

Rahip evin alt katına inerken karısı kahve hazırlamak için mutfağa gitti. Agatha da etrafına bakınmaya başladı. Papaz evi cidden çok eski olmalı, diye düşündü. Pencere çerçeveleri ve kapılar eğimlenmiști. Burada kendi evindeki gibi halı döşeme yoktu ama eski ahşap zemin cilalanıp cam gibi yapılmıştı ve ortasında parlak renkli bir Iran halısı vardı. Küçük bir masanın üzerindeki kâseye çeşitli çiçek yaprakları doldurulmuştu. Bir başka masada bir vazo dolusu çiçek, pencerenin önündeyse saksılanmış sümbüller duruyordu. Agatha'nın üstünde oturduğu yıpranmış sandalyelerin minderleri kuş tüyündendi. Önündeki yeni görünen kahve sehpası şu Kendin Yap mağazalarından alınıp birleştirilmişti ve üstü dergiler ve gazetelerle doluydu. Bunların yanında bir de yeni başlanmış bir gergef işi duruyordu ve odayla bütünleşmişti. Tepesindeki alçak tavan yılların ve dumanın etkisiyle kararmıştı. Odadaki sümbül ve karışık çiçek yaprağı kokusuna lavanta ve odun ateşi kokusu eklenmişti. [sf 78]

  

30 Temmuz 2020 Perşembe

ÖLÜM OYUNU Agatha Christie

Yayın Evi: Altın Kitaplar
Basım Yılı: 1998
Sayfa Sayısı: 176

Ölüm Oyunu'nu okumayalı hayli zaman olmuş, çözümünü hatırlasam da diğer detayları zihnimde nispeten flulaşmış bir kitaptı. Linda'yı, üvey annesini ve ipuçlarını hatırlıyordum sadece.

Sahile bir köprü ile bağlı küçük bir adanın üzerine kurulmuş Korsan Roger Oteli'nin kumsallarından birinde işlenen cinayette, gözalıcı çekicilikte olan Arlena adındaki eski bir aktris öldürülür. Şüpheliler listesi kadının kocası, üvey kızı, erkek arkadaşı ve onun karısı başta olmak üzere uzayıp gitmektedir. O esnada otel müşterilerinden biri olan Hercule Poirot elbette olaya el koyacak ve çözüme ulaştıracaktır. 

Bu kitabın maalesef henüz tam baskısı yapılmadı, halen Gönül Suveren çevirisinden okuyoruz ama tabii onun da dili bir başka, tatlı, akıcı, okuması zevkli..

Ölüm Oyunu, Agatha Christie standartlarına göre orta karar, ne çok etkileyici, ne de bunaltan bir roman. Belki de tamamının yazlık bir mekanda geçmesi, o mevsimi seven biri için kitabı daha cazip kılabilir, bilemiyorum.

Poirot, 'Sizinki İngilizlere özgü bir çocukluk muydu?' dedi. 'Hem de nasıl! Hem de nasıl! Kırların ortasında eski bir ev.. atlar, köpekler.. yağmurda yürüyüşler.. şöminede yanan kütükler.. elma ağaçları.. parasızlık.. eski tüvit tayyörler.. her yıl düzeltilerek giyilen gece elbiseleri.. bakımsız bir bahçe.. sonbaharda açan kasımpatılar..' Poirot gülümsedi. 'O günlere dönmeyi mi istiyorsunuz?' Rosamund Darnley başını salladı. 'Bu mümkün değil ki..O günleri tekrar yaşamak isterdim ama.. başka şekilde..'[sf 20]

Yaşam önünde uzanıp gidiyordu. Arlena'nın varlığıyla zehirlediği karanlık günler. Linda zaman hakkındaki çocukça düşüncelerinden henüz kurtulamamıştı. Bir yıl, onun için yüzyıldan farksızdı. [sf 26]

Poirot mırıldandı. 'Rutubetli bir gündü. Rüzgar esti, yağmur yağdı. Sis çevreyi sardığı için burnumuzun ucunu bile göremedik. Ama bir de şimdi bakın. Sis dağıldı. Hava açtı. Gökte yıldızlar pırıl pırıl parlıyor.. Hayat da böyledir, madam..' [sf 42]


27 Temmuz 2020 Pazartesi

GÖKYÜZÜNDEN GELEN GRİ TÜY Dicle Keskinoğlu

Yayın Evi: İthaki Çocuk
Basım Yılı: 2019
Sayfa Sayısı: 40

'Durup ince şeyleri anlamaya vakti olmayanların' dünyasında oradan oraya süzülüp duran ve dokunduğu insanlara, hayvanlara veya şeylere ilham, yakınlık duygusu, neşeyle dolma, çekicilik gibi özellikler, haller getiren gri tüyün güzel hikayesi. 

Kurgudaki incelikli ve anlamlı akışa uygun, son derece şirin detaylarla bezeli, tatlı illüstrasyonlar yaparak kitabın diğer yarısını tamamlayan Nesibe Çelebi'nin çizimlerini de çok beğendiğimi söylemeliyim.

İthaki Yayınları'ndan zaten özensiz bir baskı beklenemez ama Gökyüzünden Gelen Gri Tüy, her yönüyle gerçekten sevilesi bir kitap olmuş.


26 Temmuz 2020 Pazar

SARMAŞIK GEZEGENİ Ayşe Sevim

Yayın Evi: Cezve Çocuk
Basım Yılı: 2020
Sayfa Sayısı: 29

İyi ve düzgün bir çocuk hikayesi kurgulamanın, büyüklerin okuyacağı dört başı mamur bir roman  yazmaktan çok daha zor olduğunu düşünüyorum. Zaten halihazırda çocuk kitapları okumaktan kaçınmayıp bilakis sevdiğimden, sevgili Ayşe Sevim'in Sarmaşık Gezegeni'ni o şirin kapağını görür görmez alıp okudum.

Zeytinyağı ile çalışan bir uzay gemisi yapmış Ninecik, yine bir gün araştırma yapmak için farklı bir gezegene gitmeye karar veriyor ve orada yaşadıkları da bu kitabın konusunu oluşturuyor. 

Kitabın hikayesi de çizimleri de çok tatlı gerçekten. İlham verici ve kültürel olarak besleyiciliğine özellikle gayret edilerek yazılmış olması ayrı bir kıymet katıyor. Gönül rahatlığıyla çocuklara verilebilecek, okunabilecek bir kitap olmuş.

27 Nisan 2020 Pazartesi

ŞAMPANYADAKİ ZEHİR Agatha Christie

Yayın Evi: Akba Yayınevi
Basım Yılı: 1964
Sayfa Sayısı: 239

İlk olarak Şampanyadaki Zehir adıyla, Gönül Suveren'in dramatik, etkileyici tercümesinden okuduğum kitapta eksiltilmiş sayfalar olduğunu farkedince Akba Polisiye Romanları Serisi’nden çıkan Nüveyre Gültekin çevirisini; Bir Kadeh Şampanya adıyla basılan kitabı almıştım. Bu çeviride, basıldığı dönem hasebiyle öyle güzel bir Türkçe, kuvvetli ve zarif, öyle güzel kelimeler kullanılmış ki adeta başka bir romanı okuyor gibi hissettim. Zaten ilk okuduğumdan bu yana o kadar uzun zaman olmuş ki katili de yanlış hatırlıyordum, ayrı bir heyecan verdi böylesi. 

Rosemary Barton, kendi doğumgünü partisinde kadehinde bulunan siyanürden zehirlenerek ölür. Son zamanlarda ağır bir hastalık da geçirmiş olan genç kadının depresyona girip intihar ettiği düşünülür fakat bu olaydan bir sene sonra kocası George, Rosemary'nin bir cinayete kurban gittiğine dair imzasız mektuplar almaya başlar. George, Rosemary'nın kızkardeşi Iris'in doğumgünü için küçük bir parti vererek, müteveffa karısının öldüğü o meş'um gecenin bir benzerini tertiplemeye karar verir..

Romanın merkezine Rosemary'nin hayatını yerleştirmiş gibi görünse de Agatha Christie’nin Sandra ve Stephen'ın ilişkisini daha büyük bir özen ve gerçekçilikle kurguladığını düşünüyorum. Rosemary'nin sinir bozucu halası Lucilla da keza öyle, gerçek hayatta çok net karşılık bulan biriydi. Albay Race'in vişne reçelinden isim bulma macerası, Little Prior'daki sayfiye evi, bir pars gibi çevik adımlarla danseden Anthony ve onun küçük sevgilisi, buzlar kraliçesi Iris..

Bir Kadeh Şampanya'dan bir dolu cümle yazdım aşağıya. Aslında bu alıntılar bir nev'i kitaptan aklımda kalan yerleri temsil ediyordu da diyebilirim. 

Nisan'ın bu son günlerinde Agatha Christie okumaya sevgili arkadaşım Deniz’le devam ediyoruz, instagramda #evdekalagathaoku etiketimizi kullanarak bize katılabilirsiniz.


Rosemary aptalın biri. Hep öyleydi zaten. Cennet kadar güzel ve tavşan kadar da ahmak. Erkeklerin hemen âşık olduğu ama sonunda terkettiği kadınlardan. Ama siz.. başkasınız. Bir insan size âşık olursa, sizden hiçbir zaman bıkmaz. [sf 46]

O akşam, Luxenburg gazinosunun pudra odasında Rosemary ne kadar da güzeldi! Beyaz kürk etolü omuzlarından aşağıya kaymıştı. Hastalıktan yeni kalkmış olmanın o solgun narinliği vardı üzerinde. Bu incelik ona bir masal prensesi güzelliği, elle dokununca dağılıverecekmiş hissini uyandıran bir peri füsunkârlığı veriyordu.. [sf 80]

Kötü hareketlerini maskelemek için güzel ve ulvi sebeplere dayanırlar insanlar, bilirsin. Merhametsiz olmak istedikleri vakit, 'dürüst davranmak zorundayım.' diyen insanlar vardır. Kendi kendilerine karşı o kadar riyakârdırlar ki, hayatlarının sonuna kadar her kötü hareketlerinin fedakârlık hislerinden sâdır olduğuna inanırlar. [sf 97]

'Rosemary'nin zamanında eve sık sık gelirdin.'
Anthony, 'O zaman durum başkaydı,' dedi.
Iris'in kalbine buzdan bir parmak dokundu sanki. 'Bugün buraya neden geldin? Bu taraflarda bir işin mi vardı?'
'Evet, çok önemli bir işim vardı. Yani sen, Iris. Sana bir soru sormak için geldim.'
O buzdan parmak kayboldu. Onun yerine Iris'in kalbi hızla çarpmaya başladı. 'Evet?'
Anthony onu süzüyordu. Bakışları ciddi, hatta sertti.
'Bana dürüst cevap ver, Iris. Sorum şu: Bana güveniyor musun?'
Iris şaşırdı. Daha başka bir soru beklemişti. Genç erkeklerin yüzyıllar boyunca kızlara sordukları o soruyu. [sf 103]

Sonra birdenbire yüzünün ifadesi değişti, ciddileşti. Iris'in yanındaki masada duran küçük vazoya bakıyordu. İçinde grimsi yeşil yapraklı, eflatun çiçekli bir dal vardı. Biberiyeydi bu. Ya da diğer adıyla -Rosemary-.
Anthony usulca, 'Bu mevsimde nasıl çiçek açmış bu?' dedi.
Iris, 'Sonbaharda hava ılık olduğu zaman,' diye cevap verdi, 'Bir iki çiçek açar..'
Anthony çiçeği alarak bir an yanağına dayadı. Gözlerini yarı kapamıştı. Şimdi Rosemary'nin altın saçlarını, daima gülen koyu mavi gözlerini ve ihtiraslı kırmızı dudaklarını görüyordu..
Adeta sohbet eder gibi: 'Artık aramızda değil..' diye mırıldandı.
'Kimden bahsediyorsun?'
'Kimden bahsettiğimi biliyorsun, sevgilim.. Rosemary.. Iris bence o senin tehlikede olduğunu biliyordu.' Dudaklarını güzel kokulu dala dokundurdu. Sonra da dalı pencereden dışarı attı. 'Güle güle, Rosemary.. Teşekkürler..'
Iris fısıldadı. 'Rosemary.. Anı demektir..' [sf 239]


17 Nisan 2020 Cuma

VİŞNE BAHÇESİ Anton Çehov

Yayın Evi: Türkiye İş Bankası Modern Klasikler
Basım Yılı: 2018
Sayfa Sayısı: 93


Anton Çehov'un uzun zaman önce okuduğum hikayelerinden sonra sanırım bir tiyatro piyesini ilk kez okudum.

Yazarın son oyunu olan Vişne Bahçesi, Paris'te har vurup harman savurduğu yılların ardından elinden çıkmak üzere olan son mülke, Rusya'daki büyük bir vişne bahçesinin içindeki çiftliğine dönen bir kadının ailesiyle beraber durumunu düzeltmek için cılız çırpınışlarını anlatıyor.

Vişne Bahçesi ile ilgili yazılarda eski, alışıldık düzenin yıkılıp artık yeni ve taşların yer değiştirdiği bir dönemin başlayacağını simgeleyen 'bahçenin el değiştirmesi', birbirini dinlemeden sadece kendileri için mühim şeylerden bahseden insanların gitgide bencilleşip içe döndüğüne vurgu yapan diyaloglarından söz ediliyor. Bu şekilde bakıldığında biraz daha anlam kazanan oyun, bir parça da olsa saf ve dokunaklı eski Rus Edebiyatı duygusallığına da sahip.
GAYEV
(Öteki pencereyi açar.) Bahçe baştan aşağı beyaza kesmiş. Unutmadın ya Luba? Bu uzun yol, uzatılmış bir kemer gibi, öylece dümdüz uzar gider. Ay ışığıyla aydınlanmış gecelerde pırıl pırıldır. Anımsıyor musun? Unutmadın ya?

L. ANDREYEVNA

Ah çocukluğum benim, o lekesiz yıllar! Bu odada uyur, buradan bahçeye bakardım, her sabah mutluluk da uyanırdı benimle. Bu bahçe o zamanlar da böyleydi tıpkı, hiçbir şey değişmemiş. [sf 22]

Benim tanıdığım aydınların büyük çoğunluğu hiçbir şey araştırmaz, hiçbir şey yapmaz ve şimdilik kıllarını bile kıpırdatmazlar. Kendilerini aydın diye adlandırırlar ya, hizmetçi kadını "sen" diye çağırır, köylülere hayvana davranır gibi davranırlar. Doğru dürüst öğrenim görmezler, ciddi hiçbir şey okumazlar, hemen hemen hiçbir şey yapmazlar, bilimin sadece sözünü ederler, sanattan pek az anlarlar. Hepsi ciddidir, hepsinin yüzünden düşen bin parçadır, ciddiyet konusunda hiçbiri burnundan kıl aldırmaz, durmaksızın felsefe yaparlar... Ama tüm bu aydınların gözleri önünde işçiler çok kötü beslenmekte, yastıksız uyumakta; tahta kurularının cirit attığı, leş kokulu, rutubetli, ahlaksızlığın hüküm sürdüğü tek göz odalarda otuz kırk kişi barınmaktadırlar. Nereye baksak karanlık, rutubet, ahlaksızlık... Ve çok açık bir şey ki, bizde tüm iyi konuşmalar, sadece ve sadece başkalarını ve kendimizi kandırmak içindir. Gösterin bana, üstünde o kadar çok ve sık çene çaldığımız çocuk yuvalarımız hani nerde? Nerde okuma salonlarımız? Sadece romanlarda rastlıyoruz bunlara. [sf 45]


Sakin olun sevgili dost. Kendinizi aldatmayın. Yaşamınızda hiç değilse bir kez olsun gerçeğin doğrudan doğruya gözlerinin içine bakın. [sf 60]


Uzun süre, yorgunluk nedir aklıma getirmeden çalışıp didindiğimde,düşüncelerim kuş gibi hafifler,mutlu olurum ve neden var olduğumu biliyormuşum gibi gelir bana. [sf 79]


Birlikte çeşit çeşit kitaplar okuyacağız... Öyle değil mi? (Annesinin ellerini öper.) Sonbahar akşamlarında okuyacağız, çok kitap okuyacağız; önümüzde yeni, olağanüstü güzellikte bir dünya 
açılacak... (Düş kurar.) [sf 83]


“Sanırım Anton Çehovla karşılaşan herkes, içinde ister istemez daha yalın, daha doğru, daha kendisi olma isteğini duyardı. Çehov hayatı boyunca hep kendi ruhsal bütünlüğü içinde yaşadı; her zaman kendisi olmayı, iç özgürlüğünü korumayı başardı. Başkalarının, özellikle daha kaba insanların, Anton Çehovdan beklediklerine hiç aldırmadı… Bu güzel yalınlığın içinde, kendisini de yalın, gerçek ve içten olan her şeyi sevdi ve kendine özgü bir güçle başkalarına da yalın olmayı öğretti.” Aleksey Maksimoviç Gorki
“Çehov bir sanatçı olarak, önceki Rus yazarlarıyla, Turgenyev, Dostoyevski veya benimle, mukayese bile edilemez. Çehov’un kendi biçimi var empresyonistler gibi. Bakarsanız adam hiçbir seçim yapmadan, eline hangi boya geçerse onu gelişi güzel sürüyor. Bu boyalar arasında hiçbir münasebet yokmuş gibi görünür. Ama bir de geri çekilip baktınız mı şaşırırsınız. Karşınızda parlak büyüleyici bir tablo vardır.” Leo Nikolayeviç Tolstoy

16 Nisan 2020 Perşembe

MÜREBBİYE Stefan Zweig

Yayın Evi: Türkiye İş Bankası Modern Klasikler
Basım Yılı: 2018
Sayfa Sayısı: 83

Stefan Zweig'in bu kitaptaki dört hikayesinden beni en çok etkileyen Geç Ödenen Borç oldu. Hatta bu hikayede Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu’ndan çok ufak bir tını da hissediliyor sanki ama hangisinin daha önce yazıldığına dair bir iz bulamadım.

Kitaba adını veren hikaye; Mürebbiye, esâsen yine Zweig'in incelikli ve dokunaklı üslûbunu yansıtıyor. Fakat son derece yetkin ve etkileyici bir kalemi olan bu yazarın öykülerinden dünya edebiyatında -bizim edebiyatçı yahut acemilerimiz de dahil- kendinden sonraki nesiller tarafından o kadar çok esinlenilmiş, buna benzer kurgular öyle çok yazılmış ki okuyucunun gözünde asıl hikaye ister istemez bir klişeye dönüyor.

Yaz Novellası, yaşlı bir adamın genç bir kızın tatilini güzelleştirmek bahanesiyle ona yazdığı mektuplarda inşa ettiği bir aşk hikayesinin belli bir zamandan sonra tahmin etmediği bir yola girmesini anlatıyor.

Kadın ve Yeryüzü, kitaptaki en boğucu, en hezeyanlı hikaye denilebilir. Yine bir otel, ailesiyle birlikte orada kalan genç bir kız ve havanın alev alev yanıp yağmura susadığı bir günün akşamında bu kızı kendi odasında bulan bir adamın gözünden anlatılanlar..

Tam kapıya varmışken, sanki bu sessiz istekle geri çağrılmış gibi birden onlara doğru dönüyor. Gözlerinde nemli ve bulanık bir ışık var. [sf 14]

Hafiften bunaltan bir sıcaklık vardı, ama boğucu değildi, yumuşak bir kadın kolu gibi zarifçe gölgelere yaslanıp insanın nefesini görünmez çiçeklerin kokularıyla dolduruyordu. [sf 20]

Macera hayalleri kurduğu kesindi. Bir genç kızın maviliğin içinde amaçsızca süzülen beyaz, uçarı bulutlara benzeyen hayallerini ve sonra akşamları bulutlar gibi daha sıcak renklere bürünen, önce pembe, ardından yakıcı bir kızıllıkla ışıyan o hayalleri kim bilebilirdi ki? Ona burada herşey olası görünecekti. [sf 23]

Gece ilerlemişti, bulutların örttüğü ay tuhaf, titrek bir ışık yayıyordu. Ağaçların arasından gölün solgun yüzeyi görünüyordu, dallara kıvılcımlar ve yıldızlar asılmış gibiydi. [sf 26]


Bana inanınız ki, bu yaşlardaki genç kızlar için okudukları şiirle­rin iyi mi kötü mü, sahici mi yoksa uyduruk mu olduğunun hiç önemi yoktur. 
Dizeler onlar için susuzluklarını dindiren kadehlerdir, içindeki şaraba dikkat etmezler, çünkü daha içmeden sarhoşturlar. [sf 29]

Genç bedenlerimizde budala kalplerimiz gümbür gümbür atıyordu, tiyatrodan çıktığımızda değişmiştik, büyülenmiş gibiydik. (...) Hayatımızdaki en önemli şey oydu artık. [sf 42]


Bütün bunlar çoktandır öylesine uzaklarda kalmış, üzeri öylesine başka yaşantılar, başka duygularla örtülmüştü ki. (...) İnsan kalbi öylesine acayip ki, bir zamanlar tüm aklıma egemen olan ve tüm ruhumu dolduran bu insanı onca yıl boyunca bir kez olsun aklıma getirmemiştim. [sf 44-45]


Koltuğumda donmuş gibi oturuyordum, ama ağlamıyordum - ağlayamayacak kadar ümitsizdim. İçimde bir şeyler buz kesiyor, sonra aniden yine içim dağlanıyordu. [sf 47]


Ay kırmızımsı bir pus hâresinin içinde iltihaplı bir göz gibi sarımtırak ışığıyla parlıyor, tarlaların üzerinde hayaletler gibi solgun bir buğu yayılıyordu. [sf 68]