20 Ocak 2011 Perşembe

ŞEKER PORTAKALI_Jose Mauro De Vasconcelos

Yayın Evi: Can Yayınları
Basım Yılı: 2001
Sayfa Sayısı: 207

Ölüm mukadder olmasa hayatın değeri ne olurdu? Sevgili Deniz, Virginia Woolf'un en sevdiğim kitabı Jacob'un Odası üzerine yazarken "Arka kapağı okuduğunuz an Jacob'un öleceğini öğreniyorsunuz. Bu duygu ile okumaya başladığınız için, içinize kocaman bir hüzün yerleşiyor. İlk sayfalarda çocukluğunu okuduğunuz bu gencin hayatına şahit olurken ölümüne nasıl adım adım yaklaştığını biliyorsunuz ama elinizden bir şey gelmiyor. Tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi. Öleceğimizi bile bile aşık oluyoruz, mutlu oluyoruz, deliler gibi eğleniyoruz, kahkahalarla gülüyoruz." demişti. Geçenlerde Şeker Portakalı'nı yeniden okurken onun bu sözlerini hatırladım sık sık, çünkü kitabın önsözünde adların sıralandığı bir "Ölülerime" ithaf bölümü var.  O kısmı okuyunca Vasconcelos'un kendi hikayesini anlattığı Şeker Portakalı bambaşka bir hal alıyor. Ablası Gloria 24 yaşında intihar etmiş ve çok sevdiği küçük kardeşi Luis de genç yaşta hayatını kaybetmiş. Bunları öğrendikten sonra Şeker Portakalı'nı okurken Gloria'nın minik Zeze'yi herkese karşı koruyup kollaması, Luis'in ona olan hayranlığı ve sevgisi daha fazla yüreğinize dokunuyor.

Arkakapak yazısında Jose Mauro de Vasconcelos oniki günde yazdığı kitabı için; "Onu yirmi yıldan fazla taşıdım yüreğimde." diyor. 48 yaşındayken, çocukluğuna dair bunca ayrıntıyı, duyguyu ve olayı böyle canlı bir dille yazabilmesi için hakikaten kitabın içinde bahsi geçtiği ölçüde çok kuvvetli bir hafızaya sahip olması gerek. Öyle güzel anlatıyor ki..

Şeker Portakalı'nın en sevdiğim tarafı, küçük bir çocuğun, Zeze'nin hikayesini anlatırken bunu sömürüye kaçmayan bir duygusallıkla yapmasının yanısıra hayli gerçekçi bir bakış açısıyla yansıtması. Aile içinde, kardeşler arasında olup bitenler, kavgalar-tartışmalar, iyilik ve kötülükler birbiri ardına sıralanıyor. Bazen birbirinden nefret ettiğini sanacak kadar şiddetli duygular hissetsen de aslında nasıl da derinden, sarsılmaz-kopmaz bağlarla sarılı olduğun anne-baban, abin, ablan ve kardeşlerin..

Brezilya'da çok çocuklu yoksul bir ailenin oğlu Zeze, kocaman bir yüreğe ve kabına sığmayan haşarı düşüncelerle dolu bir  kafaya sahip.  Onun hayatın kendisi gibi hüzün ve sevinçlerle dengelenen hikayesini mutlaka okumanızı tavsiye ediyorum.  Jose Mauro de Vasconcelos'un harikulade kitabı Şeker Portakalı'nın devamı için Güneşi Uyandıralım ve Delifişek kitaplarına da bakabilirsiniz.

EYYVAH EYVAH 2 [2011]



Perdeye yansıyanla kimyanız uyuşuyor, sizde müspet bir his uyandırıyorsa onun kuvvetli veya zayıf yönlerinin farkında olmanız bu hissi değiştirmiyor. Konu bir komedi filmiyse benzer bir mizah anlayışınız olması gerek onu sevmeniz için. 

Ata Demirer'in espri anlayışı, işin kolayına kaçarak küfür v.b. klişeleri peşpeşe kullanmak yerine seyircisine saygı duyan, oturup emek verilerek yazılmış metinler içerdiği için değer kazanıyor. Tek Kişilik Dev Kadro'su bu anlamda tam adına yakışır nitelikteydi. Oyuncu olarak yer aldığı birkaç filmin (Neredesin Firuze, Kısık Ateşte 15 Dakika, Osmanlı Cumhuriyeti) ardından hikayesini kendisi yazdığı Eyyvah Eyvah, 2010 yılında vizyona girdiğinde çığlık çığlığa bir tanıtım yapılmamasına aldırmadan ciddi bir izleyici kitlesi tarafından izlenmiş ve çok beğenilmişti. Her zamanki Ata Demirer şirinliğinde, hem tanıdık hem de yeniydi. 

İlk filmde, Çanakkale-Geyikli'de dedesi ve anneannesiyle yaşayan Hüseyin, babasını arayıp bulmak için İstanbul'a gidiyor ve  memleketten tanıdıkları olan terzi Ramiz'den yardım istiyordu. Bu esnada ünlü bar şarkıcısı Füruzan (Demet Akbağ)'la tanışıyor, onun da yardımıyla, birlikte türlü maceralar yaşadıktan sonra babasına kavuşuyor, film nihayete eriyordu. Görüp görebileceğiniz en sevimli mimiklere sahip baş karakter Hüseyin Badem'in hikayesinin Eyyvah Eyvah 2'de aynı komik aksiyonuyla devam ettiğini söyleyebiliriz. Konuya gelince.. 






18 Ocak 2011 Salı

GÜZEL SANATLARIN BİR DALI OLARAK CİNAYET_Thomas De Quincey

Yayın Evi: İletişim Yayınları
Basım Yılı: 2007
Sayfa Sayısı: 145

İsminden yola çıkan tüm önyargılarımı bir kenara bırakarak okumaya başladım kitabı.  Üç uzun denemeden ilk ikisindeki vicdanen kendini haklı göstermeye çalışarak teorilerini  (cinayetin işleniliş tarzında bulduğu estetik anlamı) anlatmasını dişimi sıkarak bitirdim ama üçüncüye sıra geldiğinde, cinayete övgüden çıkıp vahşetle işlenmiş cinayetleri betimlemeye dönüştü konu ve midem bulanmaya başladı.

Borges ne denli övgüler dizerse dizsin hakkında, Thomas De Quincey sapkın fantezilerini ahlaken kabul edilebilir şekilde anlatmaya çalışan bir uyuşturucu bağımlısından öteye gidemiyor bu kitap bağlamında. Şimdilerde sıradışı insanlar için yüceltme anlamıyla kullanılan "anormal"liğin de bir sınırı olmalı. Başka canlara kastetmenin, kanın ve şiddetin zevkini ballandıra ballandıra anlatmanın hiçbir mazur görülecek tarafı yok. Durup durup "Ben bunları tasvip etmiyorum aslında" demek pisliği temizlemiyor.
Kitabı dediğim gibi tiksintiyle bitirdim. Böyle bir sanat ve estetik anlayışını kesinlikle kabul etmiyorum.  

SENİ O KADAR ÇOK SEVDİM Kİ / IL YA LONGTEMPS QUE JE T'AİME [2008]


Yalnızca ismi çok etkileyici olduğu için izlediğim bir filmdi. "Uzun zaman hapis yatmış bir kadının dışarı çıktıktan sonra kızkardeşinin yanına gidişi ve hayata tutunma çabaları" diyerek özetleyebileceğimiz filmde yerine hiç oturmayan çok nokta vardı (kadının işlediği suç, nedeni, bu nedeni kimseye açıklamaması v.b.) İnanılmaz derecede iç sıkıcıydı. Durağan filmlerle hiçbir alıp veremediğim olmamıştır şimdiye kadar ama bu defa filmi hayli manasız ve hissiz buldum açıkçası.

"Seni O Kadar Çok Sevdim Ki" nin aklımda kalan tek güzel yanı, evdeki kütüphanede oturup bütün gün kitap okuyan ve hiç konuşmayan yaşlı adamdı ancak o da çok kısa sürelerde görünüp kaybolduğu için filmi izlemeye değecek bir unsur değildi maalesef :) Vakit kaybetmemenizi tavsiye ediyorum.

17 Ocak 2011 Pazartesi

GÖZLERİNDEKİ SIR / EL SECRETO DE SUS OJOS [2009]



"söylenmemiş aşkın güzelliğiyledir kağıtlarda yarım bırakılmış şiir.."
Gecenin bir vakti aniden uyanan Benjamin Esposito başucunda duran deftere tek bir sözcük karalar; "Korkuyorum.." 
Emekli bir sorgu müfettişi olan Benjamin, 25 yıl önce üzerinde çalıştığı bir tecavüz-cinayet vakasını roman olarak kaleme almaktadır. Olayın ayrıntıları zihninde aydınlandıkça, içinde uzun zaman önce kilitleyip kapadığı başka bir büyük sır gitgide açığa çıkmaya başlar; sorgu hakimi Irene Menendez Hastings'e olan tutkusu.. Birlikte çalışırken, genç kadının tüm yüreklendirmelerine rağmen Benjamin, ona açılmaktan hep korkmuş, nihayetinde Irene başka biriyle nişanlanmış ve ayrılmışlardır.
Aradan geçen uzun zamandan sonra sevdiği kadının bulunduğu şehre geri dönen Esposito hem cinayetten kısa süre sonra yakaladığı halde salıverilen katilin, hem de kalbinde yıllarca gizlediği aşkın izindedir şimdi. Hayatının şiirinde eksik kalan harfleri tamamlayabilecek midir? 


Sırlar ve tutkular üzerine hayli dramatik, bir o kadar esprili, nefis bir şekilde çekilmiş ve kurgulanmış bir film, "Gözlerindeki Sır". 2010 yılında kazandığı en iyi yabancı film oskarını tam manasıyla hakeden Arjantin/İspanya yapımı filmin gözleriyle merâmını anlatabilme becerisine sahip başrol oyuncuları Ricardo Darin (Benjamin) ve Solledad Villamil'in (Irene) uyumundan etkilenmemek mümkün değil. Hikayenin ikinci katmanındaki dehşetli intikam olgusunu ete kemiğe büründüren Pablo Rago (Richardo Morales) ve Javier Godino (Isodore Gomes) de gerçekten başarılı bir oyun sergiliyorlar.
Psikolojik gerilim ve gizem filmlerinden hoşlanıyorsanız mutlaka izlemenizi tavsiye ediyorum.

16 Ocak 2011 Pazar

HERCULE'ÜN ON İKİ GÖREVİ_Agatha Christie

Yayın Evi: Altın Kitaplar Yayınevi
Basım Yılı: Nisan 2009
Sayfa Sayısı: 331

Agatha Christie'nin kurgulama dehasının bir ürünü olarak bu kitap, adaşı meşhur mitolojik kahraman Hercule'ün oniki görevinden esinlenen sevgili Poirot'muzun çözdüğü olaylardan oluşuyor. Hercule Poirot'nun emekli olup kabak yetiştirmeye (!) karar verdiği bir dönemde onu ziyarete gelen arkadaşı Dr. Burton'la yaptığı bir konuşma onu mitoloji okumaya yöneltiyor ve dedektifimiz karşılaştığı efsanevi karmaşadan pek hoşlanmasa da belli bir düzen doğrultusunda oniki göreve sadık kalmaya karar veriyor.

Modern apartmanındaki yalın, düzenli, titizlikle ısıtılmış kare* odasında koltuğuna oturup yunan mitolojisi okuyan ve kendi kendine düşünen Hercule Poirot'nun mırıltılarını dinlemekten şahane ne olabilir?

Antik Herkül'e verilen görevleri simgesel olarak karşılayan hikayelerden tamamını büyük bir zevkle okusam da içlerinden bazıları vardı ki hakikaten harikuladeydi;

Esasen bir cinayet öyküsü olmayan Arkadia Geyiği içerdiği dramatik anlatımla, Augias'ın Ahırları su yataklarını değiştirme esprisiyle ve Stymphalia'nın Kuşları tekinsiz havasıyla çok etkiledi beni. Hydra Ejderi'nin simgelediği olgu tam yerindeydi. Geryoneus'un Sığırları "sığır gibi güdülmek" tabirini çok güzel karşılarken, Bayan Carnaby'inin zaman zaman kendini kaybedip sürü psikolojisine kapılıvermesiyle çok eğlendim. Hesperidlerin Elmaları'daki altın kadehin el değiştirmeleri bir parça kafamı karıştırsa da anlamlı bitişiyle hoş bir his bıraktı diye düşünüyorum.

Son hikaye Kerberos'un Yakalanması, Agatha Teyze'mizin ifadesiyle yazarken onu en çok zorlayan öykü olmuş kitapta. Klasik yumuşak tarzının biraz dışında kalan, Cehennem adında bir gece kulübü ve onun kapısında bekleyen Kerberos adlı kocaman siyah bir köpekle ilerleyen hikaye Hercule Poirot'nun bildiğimiz tek flörtü Kontes Vera Rossakoff'u da içermesi açısından hem güzel hem de dehşetli bir atmosfere sahip. İşin ilginç tarafı Agatha Christie aynı isimle, yine Kontes Vera'yı kullandığı başka bir hikaye daha yazmış ve saklamış. John Curran'ın Agatha Christie'nin Gizli Defterleri'nde yayınladığı bu hikaye, yine Kerberos'un Yakalanması adını taşıyor fakat tamamen farklı bir konudan bahsediyordu.

Kitabı okurken sık sık Agatha Christie'nin tam okumak istediğim türden hikayeler yazdığını, böylece beni nasıl mutlu ettiğini düşündüm. Zaten içinde Hercule Poirot olup da beğenmediğim kitabı çok nadirdir. Hercule'ün On İki Görevi de bu istisnalardan biri olmadı. İçinde, her hikayenin başında bulunan mitolojik özetlerde kullanılan, Yunan alfabesini andıran yazıtipinin ayrıca hoşuma gittiğini de ekleyeyim. Sıcak tonlarda esrarengiz ve hoş bir kapağı olan, bu tombul kitabı çok sevdim. :)

Not:  Kitabı aynı dönemde okuduğumuz Kitap Kulübü üyesi arkadaşlarıma ve mitolojiyle yakından ilgilenen ve benim gibi Agatha Christie'yi çok seven canım arkadaşım Deniz'e teşekkür ediyorum. Birlikte okumak güzeldi.  :)

15 Ocak 2011 Cumartesi

AYAZDA BİR YÜREK / UN COEUR EN HİVER [1992]


Hayatını 27 yaşında bir düelloda kaybetmiş, ikinci romanını tamamlayamadan ölüp gitmiş Rus şair Lermontov'un hikayesinden okumuş olsaydım belki daha fazla anlar ve severdim Ayazda Bir Yürek filmini. Ama bu, sadece görüntüde akıp geçen haliyle çok da fazla iz bırakmadı bende. 

Edebiyatta ve sinemada defalarca tekerrür etmiş bir üçgen üzerine kurulu hikaye; bir kadın ve biri ona aşık olan, diğeri aşık olduğu iki adam. Camille (Emmanuelle Beart) bir keman virtüözü, kocaman güzel gözleri olan genç bir kadın. Kendinden yaşça bir hayli büyük olan sevgilisi Maxime (Andre Dussollier), bir keman ticarethanesinin sahibi, dışa dönük ve sosyal bir adam. Maxime'in ortağı keman yapımı ve tamirinde usta Stephane (Daniel Auteuil) ise, arkadaşının aksine içe kapanık, sakin ve mesafeli biridir. Camille, Stephane'a aşık olur ve Maxime'den ayrılır. Fakat sevgisini önüne serdiği Stephane, onun aşkına karşılık verecek midir?

Fransız yönetmen Claude Sautet'in yetmiş yaşlarındayken senaryosunu yazarak çektiği Ayazda Bir Yürek, müzik duyarlılığı yüksek bir film. Uzun keman dinletileri ve manalı bakışmaların haricinde bilhassa Stephane'ın iç dünyasına dair çok fazla bulgu içermiyor. Onun konservatuardan ayrıldığını öğreniyor ve duygusal beklentileri olan ilişkilerden kaçındığını anlayabiliyoruz sadece. Öyle sukunetli bir hali var ki, Stephane'ın "ayazda" oluşundan memnuniyet duyduğu izlenimi oluşuyor seyircide. Camille de adamın kapalı bir kutu gibi görünen, anlaşılamayan iç dünyasından etkileniyor gibi. Maxime ise "iyi adam" olarak üzerine düşeni yapıyor ve çekiliyor aralarından.

Köprüdeki Kız filmindeki performansını çok beğendiğim Danielle Auteuil, tutuk-donuk ve gizemli Stephane'ı ustalıkla canlandırırken, Emmanuelle Beart tartışmasız güzelliği ve hüzünlü bakışlarıyla seyirciyi etkisi altına alıyor. Ödüllü yardımcı oyuncu Andre Dussollier ise filmin en hayat dolu karakteri olarak göze çarpmakta. 



Not: Filmle ilgili daha duygusal ve ayrıntılı bir yorum, güzel bir yazı için Uğur Kökden'in Adam Sanat dergisindeki incelemesi ni okuyabilirsiniz.


14 Ocak 2011 Cuma

CRACKS [2009]


Franklyn'deki rolünü çok beğendiğim Eva Green için izlediğim bir film. Muhafazakar denilebilecek bir yatılı kız okulunda öğretmenlik yapan Bayan G (Eva Green) ve bir grup kız öğrencisinin hikayesi. Son dönemin popülerliği dayatılmaya çalışılan ilişki tarzlarının mevcut olduğu filmin herhangi bir artısı yoktu. Sadece kır görüntüleri, Eva Green'in havalı-soğuk halleri ve kızların düzenlediği gece partisi güzeldi. 

Modern bir "Ölü Ozanlar Derneği" olmaya çalışmış ama yeterli malzemesi olmadığı için sınıfta kalmış bir film diyebiliriz. Okula sonradan gelen İspanyol öğrenci (Maria Valverde)nin yaşadıkları da dahil olmak üzere şimdiye kadar çok kullanılmış öğelerden oluşuyordu. Bir avuç suda fırtına koparmaya çalışmış ama başaramamışlar doğal olarak. 

Sanat yönetmenliği ve kostüm tasarımlarına dair fotoğraftan fikir edinebilirsiniz. Bu açıdan gayet başarılı olduğunu ifade etmek lazım. Yine de Cracks, izlenilmediğinde çok şey kaybedilmeyecek türden bir yapım. 

   

9 Ocak 2011 Pazar

BAŞKA DİLDE AŞK [2009]





Sahip olduğu şiirselliği bir hiç uğruna yok eden filmdir kendileri. Hikayesi, oyuncuları, mekanları, havası herşeyi yerli yerinde ve hoş ilerlerken sosyal mesaj verme kaygısına düşmeseydi zihnimde çok daha güzel yer edecekti sanıyorum. Maalesef eylem sahneleri inandırıcılıktan da estetikten de uzak çekilmiş.

"Dinleyip konuşarak yaptığı bir işi var Zeynep'in (Saadet Işıl Aksoy). Onur (Mert Fırat) ise bir kütüphanede sessizlik içinde çalışmakta. Ortak bir arkadaşlarının nişanında tanışır, aşık olurlar. Ve ulaşmak istedikleri mutlulukla birlikte başlar sorunlar.."

Senaryo yazımında da emeği bulunan Mert Fırat hayli doğal bir oyun çıkarırken, Saadet Işıl Aksoy için aynı şeyi söylemek pek mümkün değil, "ne yapmam gerektiğini bilmiyorum" der gibi boş boş bakıp, sarsakça dolaşıyor filmde çok zaman. 

Yine de Başka Dilde Aşk, bütününden ziyade ayrıntıları ve anları ile etkisi altına alıyor seyircisini. Onur'un evi, duvarda asılı karatahta, Zeynep'in şaşkın-şirin bakışları, travma geçirmiş komşuları, Louis Aragon'un  şiiri ve benzerleriyle..



Elsaya Şiirler / Louis Aragon 


sana büyük bir sır söyleyeceğim zaman sensin 
zaman kadındır gönlü çelinsin ister zaman
hep okşansın diz çökülsün hep 
dökülmesi gereken bir giysi gibi ayaklarına 
taranmış 
bir upuzun saç gibi zaman 
soluğun buğulandırıp sildiği ayna gibi 
zaman sensin uyuyan sen şafakta ben uykusuz seni beklerken 
sensin gırtlağıma dalan bir bıçak gibi 
ah bu söyleyemediğim işkencesi hiç geçmeyen zamanın 
bu durdurulmuş zamanın işkencesi mavi çanaklarda kan gibi 
bu göz susuzluğundan sen yürürken odada 
bense bilirim büyüyü bozmamak gerektiğini 
daha beter seni kaçak 
seni yabancı bilmekten 
aklın ayrı bir yerde gönlün ayrı bir yüzyılda kalmaktan 
tanrım ne ağırdır sözcükler asıl demek istediğim bu 
hazzın ötesinde taşındı sevgim hiçbir zararın erişemeyeceği yerde bugün 
sen ki benim saat-şakağımda vurursun 
boğulurum soluk alıp vermesen 
tenimde bir duraksar ve yerleşir adımın 
sana büyük bir sır söyleyeceğim her söz 
dudağımda bir dilenen zavallı 
acınacak birşey ellerin için kararan birşey bakışının altında 
işte bu yüzdendir sık sık seni seviyorum deyişim 
boynuna takabileceğin bir tümcenin o parlakca kalp kristali 
kaba konuşmamdan gücenme benim bu konuşma 
ateşte şu tatsız cızırtıyı çıkaran sudur o kadar 
sana büyük bir sır söyleyeceğim bilmem ben 
sana benzeyen zamandan söz açmayı 
bilmem senden söz açmayı bilir görünürüm 
tıpkı uzun bir süre garda 
el sallayanlar gibi gittikten sonra trenler 
bilekleri sönerken yeni ağırlığından gözyaşlarının 
sana büyük bir sır söyleyeceğim korkuyorum senden 
korkuyorum yanın sıra gidenden pencerelere doğru akşam üzeri 
el kol oynatışından söylenmeyen sözlerden 
korkuyorum hızlı ve yavaş zamandan korkuyorum senden 
sana büyük bir sır söyleyeceğim kapat kapıları 
ölmek daha kolaydır sevmekten 
bundandır işte benim yaşamaya katlanmam 
sevgilim.


Louis ARAGON




7 Ocak 2011 Cuma

BÜTÜN HİKAYELERİ-3_Haldun Taner

Yayın Evi: Bilgi Yayınevi
Basım Yılı: Eylül 2006
Sayfa Sayısı: 184

Kütüphanede Haldun Taner'in kitaplarını ne zaman karıştırsam hemen okuma isteği uyanır içimde, Türkçesinin güzelliği beni alıp götürürdü. Fakat düzen tutkunu olduğum bir döneme rastgelmiş olduğundan, onbeş-yirmi kitap sonrasına kadar ödünç alıp okuyacaklarımın listesi varken elimde, Haldun Taner'e ulaşamaz, kitaplarına bakar bakar geri bırakırdım.

Geçenlerde Sabahattin Ali'yi okuduktan sonra yazarın, yeğenimden ganimet hikaye kitabına şöyle bir bakayım dedim. Ne olduğunu anlamadan birkaç hikaye birden okumuşum.

Haldun Taner'in dili öyle saf ve akıcı ki, hikayelerinin kolaylıkla yazıldığı yanılgısına kapılıyorsunuz anlatısında gezinirken. Halbuki  cümlelerinde öyle bir yalınlığa ulaşabilmek her yazarın harcı değil.

Genellikle eşyayla özdeşleşen insan üzerine hikayelerdi bu kitapta toplananlar. Hemen hemen her birinde bir cismani temel motif vardı. Hikaye anlattığını hissettiren kurguları da ilginç geldi bana. Meselâ İznikli Leylek hikayesinin son cümlelerine bakalım;
"Halbuki ben, şu hulyalı İznik sabahı, yere sırtüstü yatıp masmavi gökyüzüne bakarak kafama üşüşen hayallere geçit resmi yaptırmak, sonra da hasırın üzerine bağdaş kurup yaralı leyleğin hikayesini yazmak istiyordum."
Bu cümleleri söyleyen yazarın, onu çoktan yazmış oluşundaki ironiyi seviyorum.

Kişisel ilgilerimin dışında kaldığı için diğerleri gibi merak duymadığım; futbol hikayesi Ases ve bir köpeğin dolaşırken gördüklerini anlatan Sancho'nun Sabah Yürüyüşü hariç hikayelerin tamamını zevkle okudum.    Onikiye Bir Var ve Ayak isimli hikayeler konularının ilginçliğiyle, Bayanlar 00 ile 45 Marka Seksapil ise konudan ziyade sunuluş şekilleriyle sınıfı geçti ama..

Biraz uzun sayılabilecek bir son hikaye mevcut kitapta, Gülerek Ölmek. Hikayenin, baş karakterinin Agatha Christie üzerine yaptığı yorum ve Hercule Poirot alıntısı gözönüne alındığında kitapta açıkara favorim olduğunu söylememe gerek yok sanırım. :)

Bütün Hikayeleri-3 kitabının arka kapak yazısını hikayeleri okuyup bitirdikten sonra gördüm. Kendi adıma, yazarın bu kitabı üzerinden hareketle, kurdukları her cümleye aynen katılıyorum;

"Haldun Taner, gerek oyunları, gerek hikayeleriyle edebiyatımızda önemli dönemeçlerin yapıtaşı olmuş bir usta. Türk ve Batı kültürünü çok iyi inceleyerek bir senteze varması, sanatının özünü oluşturan dil egemenliği, alışılmamış ve ender konular üzerine yoğunlaşması, eserlerindeki sağlam yapı ile kurgu düzeni ve derin kültür hazinesi, onu türk edebiyatının en önemli yazarlarından biri yapmıştır."

Bilhassa kültürel sentezlerle bakış açısını genişletmesi, farklı-modern edebiyatlardan beslenmesi yazarın dilinde çok güzel hayat buluyor. Gereğinden fazla karamsar, umutsuz davranıp okuyucusunu üzmemesi ayrıca takdir edilesi.

Bütün bu güzel hasletleri hasebiyle, Haldun Taner'in diğer hikayelerini ve tiyatro oyunlarını da okumak niyetindeyim. Benim gibi anadilinin edebi lezzetlerini sevenlere edebiyatımızın bu müstesna kalemini muhakkak tatmalarını tavsiye ediyorum.






 

4 Ocak 2011 Salı

BLACK SWAN [2010]


"Ey güzel kuğu.. Beyaz, bembeyaz kanatlı kuğu.. Sevgili güzel kız.. Her zaman yapayalnız.. Ne yerim var, ne evim.. Ne karada, ne denizde.. Belki de senin kalbinde.."

Gri ve uçuk pembe, bir çimdik nil yeşili rengine takılıp kalınca makyajı, tekniği, anlattığı buharlaşıyor. Ruhunun  her parçasını bir başka kadından soran şapşal bir küçük kuğunun hikayesi altı üstü. Değil. Renk işte. Mat, donuk, soğuk renkler.. Büyük harfle söylense de siyah ve beyaz değil önemli olan. 

Perdelenen ayakları, tırnaklarıyla kesip çıkardığı kanatları nereye götürüyor Nina'yı? Başını döndüren, aynaları, resimleri dile getiren şey bu kadar mı mühim? 

Yarı karanlık görüneni hayâl tamamlayınca can yakıyor, çarpıyor. Hayâl, bizzat kendi hayâli.. Birkaç eğreti çizgiden müteşekkil cismini görünce.. Alenen yüzüne vurmayınca mı birikiyor zehri?


2 Ocak 2011 Pazar

KUYUCAKLI YUSUF_Sabahattin Ali

Yayın Evi: Yapı Kredi Yayınları
Basım Yılı: Ocak 2008
Sayfa Sayısı: 220

Sabahattin Ali bazı hikayelerini ve şiirlerini beğendiğim, ismini de sıklıkla duyduğum, Türk Edebiyatı'nın klasik kalemlerinden. Bilhassa "Kürk Mantolu Madonna"sının methini öyle çok gördüm ki, Kuyucaklı Yusuf'tan sonra okumak niyetindeydim fakat..

Bu kitap, bir dönem Türk klasiklerini peşpeşe okurken gelip içime çöreklenen sıkıntının geri gelmesine sebep oldu. Yaban, Bir Kadın Düşmanı, Bir Ölünün Defteri v.b. kitaplarda da benzeri bir usanç hasıl olmuştu. O histen dolayı yazarın Türkçe'yi kullanışındaki ustalığı da göremez oluyorum bir süre sonra.

Bu sebepsiz bir sıkılma hali değil elbette. Fazlasıyla uzamış tasvirler, yerine oturmayan diyaloglar, şaşkın roman karakterleri, daima bir ahlaksızlığa meyilli kadınlar, sanki defalarca yazılmış bir kitabı az değişiklikle yeniden önüme sunmuşlar gibi hissediyorum böyle kitapları okurken.

Muhakkak ki bazı yazarları kurgudaki ustalığı, bazısını anlattığı hikaye, kimisini kıvrak dili, bazılarını da size verdiği duygu veya düşünceler dolayısıyla seversiniz. Sabahattin Ali'nin Kuyucaklı Yusuf'una gelince onun hikayesi kısaca;

"Annesi ve babası bir cinayete kurban giden Yusuf, ona acıyarak evine alan kaymakam Salahattin Bey'in yanında büyür. Bu esnada Salahattin Bey'in kızı Muazzez'le aralarında kuvvetli bir bağ oluşur. Kasabanın eşrafından Muazzez'i isteyenler çıktığında, Yusuf genç kızı kaçırır ve evlenirler. Onları yeniden babaevine çağıran ve affeden Salahattin Bey öldüğünde maddi durumları sarsılmaya başlar. Yeni gelen kaymakam Yusuf'a civar köyleri dolaşarak yapılan bir tahsildarlık işi verir. Muazzez'in annesi, ezelinden beri tamahkar bir kadın olan Şahende, damadının evden uzaklaşmasını fırsat bilerek kızıyla birlikte işret alemlerine gitmeye, kasabanın ileri gelen adamlarını evinde ağırlamaya başlar. Yusuf onbeş günde bir uğradığı evinde olup bitenin uzun zaman farkına varmaz. Karısının halinden şüphelenmeye başlamasının ardından, eve döndüğünde yapılan alemin tam ortasına düşer ve silahına davranır.."

Gayet kolayca kurulabilecek, sık görülen bir roman akışı ve Sabahattin Ali, fikrini "Sanat, insana insanı ve hayatı ve bunların mânâsını öğretmekle muvazzaftır." diye ifade eden bir yazar olarak, yazınının içerdiği toplumsal öğreti kaygılarıyla maalesef boğuyor okuyucusunu. Kuyucaklı Yusuf üzerinden konuşursak durum bu. Zamanları aşıp ölümsüzleşebilmesi için gerekenin çok azına sahip. 100 Temel Eser içerisinde bulunması, gerçeği değiştirmiyor bana göre.

1 Ocak 2011 Cumartesi

KÜTÜPHANE Bir Başka Labirent Öyküsü_Enis Batur

Yayın Evi: Sel Yayıncılık
Basım Yılı: Mart 2008
Sayfa Sayısı: 71

Yazarın en olmayacak kitabını seçip okumaya başlamak konusunda özel(!) bir yeteneğe sahibim gibi görünüyor. Gerçi bu kitabı sırf ismi yüzünden istemiştim. Adında kütüphane geçen her türlü kitabı edinesim var zira.

Dergilerde yayınlanan birkaç yazısından ötesine henüz vakıf olamadığım, esasen külliyatı bir hayli kabarık biri Enis Batur, sıkı okuyucularının ifade ettiğine göre anlaşılması biraz güç fakat büyüleyici bir anlatımı olan enteresan bir yazar. Onun cümlelerindeki gizem beni de etkiler daima ve yeraltından sesleniyormuş gibi duran satırlarıyla her karşılaştığımda onu okumam gerektiğini düşünürdüm. Niyetim Doğu-Batı Divanı gibi daha bilinen kitaplarından birini okumaktı ancak Kütüphane, seçtiğim bir çeşit hediye olarak gelince onbeş dakikalık bir otobüs yolculuğunda yutuverdim kendisini.

Bembeyaz, incecik, bağlantılı kitap ayracına sahip, içinde çeşitli dönemlere ait kütüphanelerin fotoğraflarını barındıran, zarif görünümlü bir kitap bu. Enis Batur'un yitirdiği kütüphanesinin anılarıyla başlayıp, yakılan ve yağmalanan eski büyük kütüphanelerden devamla, Borges'in Haziran 1968 şiirini anımsatan bir eda takınıp, kitaplık düzeninin sahibi olan kişiyi ele verişinden bahsederek ilerliyor.

Meselâ kendi kütüphanesine dair "dev bir kum saati" imgesi oluşturduğu bölümde diyor ki;

"Üst bölümden ağır ağır aşağıya akan işaretler bana doluyor, durmadan yeni kitaplarla beslenen üst bölüme baktıkça onlara vaktim kalmayacağını görüyor, anlıyor, biliyor olmam bir şeyi değiştirmiyor : Bu tükenmez kumlu saat, Kum Kitabı gibi sonsuz tek bir kitap olabilir gerçekten de."

Bu bahsettiği şey, okunacak listeleri gitgide kabaran bizim gibi kitap düşkünlerinin yakından aşina olduğu bir halin imgelemesi. Ne güzel tarif etmiş. Yakın bir zamanda değilse de Enis Batur'un diğer kitaplarına bakmam gerektiği anlaşılıyor.

Kütüphane Bir Başka Labirent Öyküsü ise kitap, kitaplık ve kütüphanelere dair yazıları okumaktan zevk alanların hoşlanacağı türden bir küçük fasikül. Bakmanızda fayda var diyorum.


Haziran 1968

altından bir akşam
ya da altından bir akşam diye simgelenecek bir sessizlikte
adamın biri kitaplarını diziyor
boş bekleyen raflara
parşömeni deriyi kumaşı duyarak
bir de alışkanlığın beklentisini
ve sağlanmış düzenin getireceği doyumu
stevenson ile öbür iskoç andre blanc
her nasılsa sürdürecekler burada
araya giren okyanuslar ve ölümle bölünmüş keyifli söyleşiyi
alfonso rees de sevinecek elbet
virgilius’un yakınında durmaktan
bir kitaplık düzenlemek eleştiri sanatına girişmektir
sessizce alçakgönüllülükle

gözleri kör adam bir daha okuyamayacağını biliyor
tuttuğu güzelim ciltleri
onların yardımının dokunamayacağını da
sonunda kendini aklayabilecek kitabı yazmasına
ama bu akşam ola ki altındandır
gülümsüyor garip yazgısına
ve o özel mutluluğu duyuyor
bildiklerimizden aldığımız ve sevdiklerimizden


Jorge Luis Borges