ONE FLEW OVER THE CUCKOO'S NEST [1975]
{Guguk Kuşu}
Yedinci sanatla biraz da olsa ilgisi bulunan hemen herkesin bildiği bu film üzerine hiç keşfedilmemiş bir şey yazma kaygısında değilim, sadece bende uyandırdığı duyguyu aktarmak niyetim. Çekildiği döneme göre bir hayli yenilikçi olan ve pek çok yıldız oyuncu doğurmuş Guguk Kuşu'nu izlemeye başladığımda beklentilerim normalin biraz üzerinde olmasına rağmen hayalkırıklığına uğramadım. Ruh tahlilleri barındıran bir roman metni üzerinden filme alınmış olmasının getirdiği hafif belirsizlik haricinde nefis bir filmdi. Kitaptaki karakterlerin ne düşündüklerine dair sayfalarca yazılan açıklamalar, iş sinemaya geldiğinde onlar hakkında edilen birkaç cümleyle geçiştirilmek zorunda, bunda bir beis yok, elbette. Senarist kısaltır, yönetmen keser ve seyirci de zihninde tamamlar. Veya çok bayıldıysa filme, alır eline kitabı okur diyerek anlatılan hikayeye geçelim.
5 Oscar ödülü almış, kült filmlerden addedilen Guguk Kuşu'nun lokomotifi, Jack Nicholson'ın canlandırdığı Randle Patrick McMurphy karakteri. Çeşitli suçlardan hüküm giyerek hapse giren McMurphy'nin, akıl hastanesine nakledilirse, oradan daha kolay kaçabileceğini düşünüp kendisine deli süsü vererek, çıkış yolu olarak gördüğü tımarhaneye gelmesiyle başlıyor film. Bu deli olmasa da çılgın adam, tahmin edebileceğimiz üzere, bulunduğu yerde rahat duramayacağı için temeli isyana dayanan bir dizi etkinlik, gönüllü-gönülsüz akıl hastası olan arkadaşlarıyla birlikte onu beklemektedir.
Kuralları sorgulayan,değiştirmeye yahut en azından aşmaya çalışan McMurhpy, derhal koğuşun başhemşiresi Rathced'a tosluyor tabii. Louise Flethcer, bu otorite rolünde sinir olunası derecede başarılı bir oyun çıkarıyor. Hemşire Ratched, hastaların üzerinde etkisini kanıtlamaya çalışırken bir yandan da onlardan gizliden gizliye korkuyormuş gibi. Onun bu hali, sağlıklı ve hastalıklı aklı birbirinden böyle kalın çizgilerle ayırma çabası, bir çeşit yadsıma mekanizması belki de. Kendini soyutlamak isterken kaskatı kesilmiş haliyle çok gerçek görünüyor ve hastalığa çok yakın aslında.
Hedefe, totaliter rejim abidesi bu hemşireyi koymuş filmin yönetmeni Milos Forman. Çekoslovak asıllı usta sinemacının, her türlü kontrol mekanizmasına karşı öfkeyle dolu olmasının altında çocukken anne ve babasını Nazi toplama kamplarında yitirmesinin etkisi büyük olsa gerek. Başkaldırıyı en çarpıcı şekilde anlatabileceği, bir çeşit "deliliğe övgü" filmi yapmakta herhangi bir sakınca görmemiş.
Yine de içerdiği tüm travmalara karşın Guguk Kuşu kasvetli bir film olmaktan çok uzak. Bunda Jack Nicholson'ın kıvrak zekasını oyununun her zerresine işlemesinin etkisi çok büyük. Öyle jest ve mimiklerle, öylesine eğlenceli bir hali var ki, bir akıl hastanesinde olabileceğinden çok daha fazla umut saçıyor çevresine. İri kıyım, kızılderili arkadaşı Şef Bromden'a basket oynamayı anlattığı sahne, koğuştakilerin bindiği gezi otobüsünü kaçırıp tekneyle açılmaları, hastanede verdiği gece partisi ve daha niceleri.. Sevimli kaçık McMurphy, film boyunca ele avuca sığmaz halleriyle izleyiciyi gülümsetmeyi gayet iyi başarıyor. Terapilerden birinde, akıl hastanesinde kalan bazı hastaların, kendi istekleriyle orada olduğunu öğrendiğinde verdiği tepkiler de ayrıca çok nefisti.
Jack Nicholson'ın yanısıra Danny De Vito, Christopher Lloyd gibi bu filmden sonraki kariyerlerinde de kendilerini kanıtlamış oyunculardan bahsederken, Guguk Kuşu'nun en trajik rollerinden birini üstlenmiş, Brad Dourif'i de (Billy Bibbit) unutmamak gerekiyor diye düşünüyorum. Bilhassa filmin sonlarına doğru, Hemşire Ratched'ın keskin sorularına kendinden emin, kekelemeden cevap verişinin ardından, kadının, annesinden bahsetmesiyle tamamen altüst olan ruh hali görülmeye değerdi.
Guguk Kuşu'nun nahif hikayesi, sağlam oyuncu kadrosuyla bütünleşince ortaya izlenilesi bir film çıkmış. Bittiğinde yüzünüze yarı hüzünlü bir gülüş armağan eden bu güzel film, bulunduğu yeri ve aldığı övgüleri hakediyor. Benim gibi geç kaldıysanız, mutlaka izleyin diyorum.
{Bu yazı 05.05.2010 tarihinde www.sivrisinema.com adresinde yayınlanmıştır.}
Yedinci sanatla biraz da olsa ilgisi bulunan hemen herkesin bildiği bu film üzerine hiç keşfedilmemiş bir şey yazma kaygısında değilim, sadece bende uyandırdığı duyguyu aktarmak niyetim. Çekildiği döneme göre bir hayli yenilikçi olan ve pek çok yıldız oyuncu doğurmuş Guguk Kuşu'nu izlemeye başladığımda beklentilerim normalin biraz üzerinde olmasına rağmen hayalkırıklığına uğramadım. Ruh tahlilleri barındıran bir roman metni üzerinden filme alınmış olmasının getirdiği hafif belirsizlik haricinde nefis bir filmdi. Kitaptaki karakterlerin ne düşündüklerine dair sayfalarca yazılan açıklamalar, iş sinemaya geldiğinde onlar hakkında edilen birkaç cümleyle geçiştirilmek zorunda, bunda bir beis yok, elbette. Senarist kısaltır, yönetmen keser ve seyirci de zihninde tamamlar. Veya çok bayıldıysa filme, alır eline kitabı okur diyerek anlatılan hikayeye geçelim.
5 Oscar ödülü almış, kült filmlerden addedilen Guguk Kuşu'nun lokomotifi, Jack Nicholson'ın canlandırdığı Randle Patrick McMurphy karakteri. Çeşitli suçlardan hüküm giyerek hapse giren McMurphy'nin, akıl hastanesine nakledilirse, oradan daha kolay kaçabileceğini düşünüp kendisine deli süsü vererek, çıkış yolu olarak gördüğü tımarhaneye gelmesiyle başlıyor film. Bu deli olmasa da çılgın adam, tahmin edebileceğimiz üzere, bulunduğu yerde rahat duramayacağı için temeli isyana dayanan bir dizi etkinlik, gönüllü-gönülsüz akıl hastası olan arkadaşlarıyla birlikte onu beklemektedir.
Kuralları sorgulayan,değiştirmeye yahut en azından aşmaya çalışan McMurhpy, derhal koğuşun başhemşiresi Rathced'a tosluyor tabii. Louise Flethcer, bu otorite rolünde sinir olunası derecede başarılı bir oyun çıkarıyor. Hemşire Ratched, hastaların üzerinde etkisini kanıtlamaya çalışırken bir yandan da onlardan gizliden gizliye korkuyormuş gibi. Onun bu hali, sağlıklı ve hastalıklı aklı birbirinden böyle kalın çizgilerle ayırma çabası, bir çeşit yadsıma mekanizması belki de. Kendini soyutlamak isterken kaskatı kesilmiş haliyle çok gerçek görünüyor ve hastalığa çok yakın aslında.
Hedefe, totaliter rejim abidesi bu hemşireyi koymuş filmin yönetmeni Milos Forman. Çekoslovak asıllı usta sinemacının, her türlü kontrol mekanizmasına karşı öfkeyle dolu olmasının altında çocukken anne ve babasını Nazi toplama kamplarında yitirmesinin etkisi büyük olsa gerek. Başkaldırıyı en çarpıcı şekilde anlatabileceği, bir çeşit "deliliğe övgü" filmi yapmakta herhangi bir sakınca görmemiş.
Yine de içerdiği tüm travmalara karşın Guguk Kuşu kasvetli bir film olmaktan çok uzak. Bunda Jack Nicholson'ın kıvrak zekasını oyununun her zerresine işlemesinin etkisi çok büyük. Öyle jest ve mimiklerle, öylesine eğlenceli bir hali var ki, bir akıl hastanesinde olabileceğinden çok daha fazla umut saçıyor çevresine. İri kıyım, kızılderili arkadaşı Şef Bromden'a basket oynamayı anlattığı sahne, koğuştakilerin bindiği gezi otobüsünü kaçırıp tekneyle açılmaları, hastanede verdiği gece partisi ve daha niceleri.. Sevimli kaçık McMurphy, film boyunca ele avuca sığmaz halleriyle izleyiciyi gülümsetmeyi gayet iyi başarıyor. Terapilerden birinde, akıl hastanesinde kalan bazı hastaların, kendi istekleriyle orada olduğunu öğrendiğinde verdiği tepkiler de ayrıca çok nefisti.
Jack Nicholson'ın yanısıra Danny De Vito, Christopher Lloyd gibi bu filmden sonraki kariyerlerinde de kendilerini kanıtlamış oyunculardan bahsederken, Guguk Kuşu'nun en trajik rollerinden birini üstlenmiş, Brad Dourif'i de (Billy Bibbit) unutmamak gerekiyor diye düşünüyorum. Bilhassa filmin sonlarına doğru, Hemşire Ratched'ın keskin sorularına kendinden emin, kekelemeden cevap verişinin ardından, kadının, annesinden bahsetmesiyle tamamen altüst olan ruh hali görülmeye değerdi.
Guguk Kuşu'nun nahif hikayesi, sağlam oyuncu kadrosuyla bütünleşince ortaya izlenilesi bir film çıkmış. Bittiğinde yüzünüze yarı hüzünlü bir gülüş armağan eden bu güzel film, bulunduğu yeri ve aldığı övgüleri hakediyor. Benim gibi geç kaldıysanız, mutlaka izleyin diyorum.
{Bu yazı 05.05.2010 tarihinde www.sivrisinema.com adresinde yayınlanmıştır.}