30 Nisan 2010 Cuma

ONE FLEW OVER THE CUCKOO'S NEST [1975]


ONE FLEW OVER THE CUCKOO'S NEST [1975] 
{Guguk Kuşu}


Yedinci sanatla biraz da olsa ilgisi bulunan hemen herkesin bildiği bu film üzerine hiç keşfedilmemiş bir şey yazma kaygısında değilim, sadece bende uyandırdığı duyguyu aktarmak niyetim. Çekildiği döneme göre bir hayli yenilikçi olan ve pek çok yıldız oyuncu doğurmuş Guguk Kuşu'nu izlemeye başladığımda beklentilerim normalin biraz üzerinde olmasına rağmen hayalkırıklığına uğramadım. Ruh tahlilleri barındıran bir roman metni üzerinden filme alınmış olmasının getirdiği hafif belirsizlik haricinde nefis bir filmdi. Kitaptaki karakterlerin ne düşündüklerine dair sayfalarca yazılan açıklamalar, iş sinemaya geldiğinde onlar hakkında edilen birkaç cümleyle geçiştirilmek zorunda, bunda bir beis yok, elbette. Senarist kısaltır, yönetmen keser ve seyirci de zihninde tamamlar. Veya çok bayıldıysa filme, alır eline kitabı okur diyerek anlatılan hikayeye geçelim.


5 Oscar ödülü almış, kült filmlerden addedilen Guguk Kuşu'nun lokomotifi, Jack Nicholson'ın canlandırdığı Randle Patrick McMurphy karakteri. Çeşitli suçlardan hüküm giyerek hapse giren McMurphy'nin, akıl hastanesine nakledilirse, oradan daha kolay kaçabileceğini düşünüp kendisine deli süsü vererek, çıkış yolu olarak gördüğü tımarhaneye gelmesiyle başlıyor film. Bu deli olmasa da çılgın adam, tahmin edebileceğimiz üzere, bulunduğu yerde rahat duramayacağı için temeli isyana dayanan bir dizi etkinlik, gönüllü-gönülsüz  akıl hastası olan arkadaşlarıyla birlikte onu beklemektedir. 


Kuralları sorgulayan,değiştirmeye yahut en azından aşmaya çalışan McMurhpy, derhal koğuşun başhemşiresi Rathced'a tosluyor tabii. Louise Flethcer, bu otorite rolünde sinir olunası derecede başarılı bir oyun çıkarıyor. Hemşire Ratched, hastaların üzerinde etkisini kanıtlamaya çalışırken bir yandan da onlardan gizliden gizliye korkuyormuş gibi. Onun bu hali, sağlıklı ve hastalıklı aklı birbirinden böyle kalın çizgilerle ayırma çabası, bir çeşit yadsıma mekanizması belki de. Kendini soyutlamak isterken kaskatı kesilmiş haliyle çok gerçek görünüyor ve hastalığa çok yakın aslında. 


Hedefe, totaliter rejim abidesi bu hemşireyi koymuş filmin yönetmeni Milos Forman. Çekoslovak asıllı usta sinemacının, her türlü kontrol mekanizmasına karşı öfkeyle dolu olmasının altında çocukken anne ve babasını Nazi toplama kamplarında yitirmesinin etkisi büyük olsa gerek. Başkaldırıyı en çarpıcı şekilde anlatabileceği, bir çeşit "deliliğe övgü" filmi yapmakta herhangi bir sakınca görmemiş.


Yine de içerdiği tüm travmalara karşın Guguk Kuşu kasvetli bir film olmaktan çok uzak. Bunda Jack Nicholson'ın kıvrak zekasını oyununun her zerresine işlemesinin etkisi çok büyük. Öyle jest ve mimiklerle, öylesine eğlenceli bir hali var ki, bir akıl hastanesinde olabileceğinden çok daha fazla umut saçıyor çevresine.  İri kıyım, kızılderili arkadaşı Şef Bromden'a basket oynamayı anlattığı sahne, koğuştakilerin bindiği gezi otobüsünü kaçırıp tekneyle açılmaları, hastanede verdiği gece partisi ve daha niceleri.. Sevimli kaçık McMurphy, film boyunca ele avuca sığmaz halleriyle izleyiciyi gülümsetmeyi gayet iyi başarıyor. Terapilerden birinde, akıl hastanesinde kalan bazı hastaların, kendi istekleriyle orada olduğunu öğrendiğinde verdiği tepkiler de ayrıca çok nefisti. 


Jack Nicholson'ın yanısıra Danny De Vito, Christopher Lloyd gibi bu filmden sonraki kariyerlerinde de kendilerini kanıtlamış oyunculardan bahsederken, Guguk Kuşu'nun en trajik rollerinden birini üstlenmiş, Brad Dourif'i de (Billy Bibbit) unutmamak gerekiyor diye düşünüyorum. Bilhassa filmin sonlarına doğru, Hemşire Ratched'ın keskin sorularına kendinden emin, kekelemeden cevap verişinin ardından, kadının, annesinden bahsetmesiyle tamamen altüst olan ruh hali görülmeye değerdi.


Guguk Kuşu'nun nahif hikayesi, sağlam oyuncu kadrosuyla bütünleşince ortaya izlenilesi bir film çıkmış. Bittiğinde yüzünüze yarı hüzünlü bir gülüş armağan eden bu güzel film, bulunduğu yeri ve aldığı övgüleri hakediyor. Benim gibi geç kaldıysanız, mutlaka izleyin diyorum.  


{Bu yazı 05.05.2010 tarihinde www.sivrisinema.com adresinde yayınlanmıştır.}   
  







27 Nisan 2010 Salı

MURDER ON THE ORİENT EXPRESS [1974]


MURDER ON THE ORİENT EXPRESS [1974]
{Doğu Ekspresinde Cinayet}


Okuyucunun zihninde çektiği film, hiçbir zaman perdede görünenle örtüşmez.
Bunu bile bile izlemeye başladım  Agatha Christie'nin meşhur kitabından
filme alınmış Doğu Ekspresinde Cinayet'i.
Tahmin ettiğim kadar büyük bir hayalkırıklığına uğramadım
ama kitabı birkaç yerde, ufak da olsa değiştirdikleri için sinir oldum.
Gerçi Agatha Teyze'miz senaryoyu onayladıktan sonra
bu konuda bize bir şey demek düşmez diyerek filme dönelim.

***

Doğu Ekpresinde Cinayet, inanılmaz bir oyuncu kadrosuna sahip,
enteresan bir film aslında. Küçük görünen rollerde bile
sağlam oyuncular rol almış ve birebir sahneleri bu açıdan mükemmel hale getirmiş.

Kontes Andrenyi rolünde Jacqueline Bisset, seyircinin başını döndürecek derecede güzel,
tasviri yapılan badem şekli gözlerdeki büyülü bakışların ve zerafetin ete kemiğe bürünmüş haliydi.
{Filmde giydiği nefis kostümlerden birini yazının altında görebilirsiniz.}

Ingrid Bergman, koyun tavırlı misyoner kadın kılığında
öyle göz alıcı, öyle sahiciydi ki, onun bulunduğu sahneler bitsin istemedim izlerken.
Hele o tuhaf aksanı yapış şekli, çatpat ingilizcesi gerçekten görülmeye değerdi.

Sean Connery, Anthony Perkins, Vanessa Redgrave ve ismini sayamadığım
daha birçok müthiş oyuncular..

Elbette ki baş kahraman, sevgili Hercule Poirot'yu canlandıran
Albert Finney de gayet iyiydi. Kedi gibi yemyeşil gözleri,
özenle kıvrılmış bıyığı, yumurta biçimindeki kafasıyla
Hercule'e büyük ölçüde uygundu.
Yalnız biraz fazla kasılmış bir hali vardı ki
bana Charlie Chaplin yahut Lorel ile Hardy
filmlerindeki karakterleri anımsattı.

***

Film, hareketli gazete kupürleri diyebileceğimiz, bize geçmişe dair bilgi veren
sahnelerle açılıyor. Trende işlenecek cinayetin sebebi burada açıklanıyor ki,
bu normalde kitabın orta kısımlarında geçmekte.

Bu anlatımın ardından İstanbul Boğazı'nı vapurla geçen Hercule Poirot'yu görüyoruz.
Ünlü dedektif, filmde adı geçmeyen Beyoğlu Pera Palas otelinde
bir gece konakladıktan sonra Sirkeci Gar'ından Doğu Ekpresi'ne binecek.
Burada otelin yemeklerinden şikayetle başlayan Türk'lere hakaret silsilesine
bir anlam veremedim açıkçası. Daha sonra peronda dilenci ve yılışık satıcılardan
oluşan bir grup yolcuları taciz ediyor. Filmin sonlarına doğru,
Prenses Dragomiroff bir tanıdığının kızından bahsederken açıkça
"Kaba saba bir Türk'le evlenmişti." cümlesini de kurunca tavır kesinleşmiş oldu.
Yönetmenin bu anlamda taraflı bir tutumu vardı ki, tuhaftı.

Bu aşağılamaların haricinde, istasyon sahnelerinde başka amatörlükler de vardı.
Arabistan kıyafetleri giymiş birkaç adam ve kadından müteşekkil bir topluluk
komik bir şekilde önce sol tarafa, birkaç kare sonra görünüp
aynı şekilde sağa doğru gidiyorlardı ki, ayarlı oldukları birkaç kilometre öteden anlaşılıyordu.
Sanki biri kurup bırakmıştı onları oraya, öyle iğreti görünüyorlardı  :)

Perondaki tüm bu karışıklıklardan sonra
Doğu Ekspresi içlerinde ünlü Hercule Poirot'nun da olduğu
tüm yolcularını alıp hareket ediyor ve yolculukla birlikte
asıl hikaye de başlamış oluyor böylece.

Trende ilk gece akşam yemeği yendikten sonra
sevimli dedektifimizin yatma hazırlıklarını yapması görülmeye değer.
Saçlarına düzenli tutucu, özel bir file geçiriyor,
bıyıklarını ayrıca bir bandajla korumaya alıyor, ellerine kremini sürüp,
eldivenlerini taktıktan sonra yatıyor.
Ama gece boyunca çalan kompartıman zilleri,
yolcuların istekleri, bağırmaları, kabusları yüzünden uzunca bir süre uyuyamıyor kendileri.

Ertesi sabah uyandıklarında, Hercule'ün birkaç kompartıman ötesinde
meydan okurcasına bir cinayet işlenmiş,
zengin ve yaşlı bir adam olan Ratchett 12 yerinden bıçaklanarak öldürülmüştür.
Bu sırada tren Yugoslavya'da seyrederken, kar yüzünden yolun tıkanmasıyla
durmak zorunda kalmıştır. Yardım gelip yol açılana kadar Poirot,
tren şefi arkadaşının ricasını kabul ederek soruşturmaya başlar,
tüm yolcularla ve vagon personeliyle konuşur, cinayeti çözer.

Herkesi yemekli vagonda bir araya toplayıp çözümü anlattığı
son bölümdeki geri dönüşlerden birinde, Ratchett'a ait bir bayılma sahnesi vardı.
Bir insan ancak bu kadar dramatik bir şekilde yatağa düşer herhalde,
şimdiye kadar bundan daha teatral bir jest görmedim desem yeridir,
içimden bir hayli güldüm o kısma.

***

Nihayetinde, Polisiyenin Kraliçesi'ni okumuş olun veya olmayın
bu filmden keyif almanız mümkün.
Özellikle 70'lerin atmosferinden hoşlanıyorsanız

Doğu Ekspresinde Cinayet'i mutlaka izleyin diyorum. 

{Bu yazı 29.04.2010 tarihinde www.sivrisinema.com adresinde yayınlanmıştır.}