Basım Yılı: 2020
Sayfa Sayısı: 56
Edebiyata meraklı hemen herkes gibi; Balzac'ın okumadığım romanı birkaç taneyi geçmese de, daha önce hiçbir hikayesini okuduğumu hatırlamıyorum. Hatta Picasso, Cezanne, Henry James gibi isimleri de derinden etkilemiş, eserlerine yansımış bu uzun hikayesi; Gizli Başyapıt'tan yakın zamana kadar haberim bile yoktu.
17. yüzyıl Paris’inde, genç ressam Nicholas Poussin, hayranı olduğu bir resim ustasını; François Porbus'u görmek isteyerek evine gelir, kapıda tereddüt ile dururken yaşlı bir adamın ardından gelişiyle birlikte içeri girerler. François, tuhaf kılıklı, şeytani görünümlü ihtiyara büyük bir hürmet gösterir, adamsa onun üzerinde çalıştığı tabloyu eleştirerek fırçayı eline alır ve onlara ayaküstü bir sanat dersi verir.
Dahi bir sanatçı olan Franhofer, on senedir kimseye göstermediği bir yapıt üzerinde çalışmaktadır. Resminde gerçekliğe ve kusursuzluğa ulaşmak arzusuyla yanmakta ise de buna bir türlü muvaffak olamamıştır. Çırak ve kalfa, tüm imkanlarını 'Usta'nın önüne serecek ve o gizemli eserini tamamlamasına yardım edecekler fakat sonuç hiç de beklenildiği gibi olmayacaktır..
Eleştiri yazılarında ve önsözünde çılgınca övülmesini anlayabiliyorum, etkileyici bir hikaye, sıradışı bir sanatçının; Zweig'in deyişine göre bizzat Balzac'ın arayışlarının öyküsü bu ama biraz fazla uzatılmış sanki. Bir de zavallı Gilette'i harcamaya ne gerek vardı?
Resminizde yaşamın görüntüsü var; ama ondan taşan şeyi, zarfın üstünde uçuşan o bulutsu, o ne idüğü belirsiz, belki ruhun ta kendisi olan şeyi dışavuramıyorsunuz; Tiziano‘nun ve Raphaello‘nun yakaladığı o yaşam çiçeğini tutamamışsınız. Vardığınız bu uç noktadan yola çıkarak çok iyi resimler yapılabilir belki; ama çabuk yoruluyorsunuz. [sf 28]
Konuşurken resmin her köşesine dokunuyordu tuhaf ihtiyar: fırçasını kimi yere iki, kimi yere yalnızca bir kez değdiriyor ama bu dokunmalar tamı tamamını yerini buluyor ve sanki yeni, ışıklar içinde bir tablo çıkıyordu ortaya. [sf 31]
Doğa, birbirinin içine giren yuvarlaklıklardan oluşur. Sözcüğün gerçek anlamıyla desen yoktur! Gülmeyin genç adam. Bu söz size ne kadar tuhaf gelirse gelsin, günün birinde nedenlerini kavrarsınız. Çizgi, ışığın nesneler üstündeki etkisini vermek için insanoğlunun bulduğu bir yöntemdir; ama doğada çizgi yoktur, orada her şey doludur. Nesnelerin kabardısını ortaya çıkartırken desen çizeriz biz, yani nesneleri bulundukları ortamdan ayırırız; bedene görüntüsünü, yalnızca gün ışığının dağılımı verir. Bu yüzden çizgilerin kesinleşmesini istemedim; çevre çizgileri üstüne bir sarışın ve sıcak ara tonlar bulutu yaydım; öyle ki çevre çizgilerinin zeminle buluştuğu kesin noktayı parmakla göstermek olanaksız hale geldi. Böyle bir çalışma, yakından bakıldığında pamuksu, kesinlikten uzak bir görünüm sergiler ama iki adım geri çekilindiğinde her şey durulur, güçlenir, birbirinden ayrılır. Beden dönmeye, biçimleri öne çıkmaya başlar; çevresindeki hava akımı duyumsanır. Ne var ki, daha hoşnut değilim, kuşkularım var. Belki de tek bir çizgi bile çizmemek ve bir figürü ortasından başlayıp önce en aydınlık çıkıntıları ele almak, sonra da en koyu yerlere geçmek en doğrusu. [sf 36]
Gilette'in dudaklarında uçuşan gülümseme de bu tavan arasına bir altın ışıltısı saçıyor ve göğün parlaklığıyla yarışıyordu. Güneş her zaman açmıyordu ama o hep oradaydı; kendini bütünüyle aşkıma vermiş, mutluluğuna olduğu kadar acısına da bağlanmıştı ve sanatı ele geçirmeden önce sevda işinde kabına sığamayan bu üstün yeteneği varlığıyla avutuyordu. [sf 41]