Basım Yılı: Şubat 2016
Sayfa Sayısı: 90
Görünürde sıkıcı, metaforlarını çözmeye başladığınızda hayranlık uyandıran bir hikaye olarak bahsedilen, Murakami'nin ilginç öykülerinden biri.
Uyku, birdenbire uyuyamaz hale gelen fakat günler geçmesine rağmen bununla ilgili hiçbir sıkıntı hissetmeyen evli, çocuklu bir kadının hayatından bir kesiti anlatıyor.
Yemek hazırlama sahneleri, tekdüze evlilik hayatı v.b. yanlarıyla bana biraz Zemberekkuşu'nun Güncesi'ni hatırlattı.
Artık uyuyamaz hale geldiğim ilk geceyi çok net hatırlıyorum. O gece kötü bir rüya gördüm. Çok karanlık, insanın tenine yapışıp kalan bir rüya. Rüyanın içeriğine varana kadar anımsamıyorum. Hatırladığım, telimde bıraktığı uğursuz dokunuş hissiydi. Bir rüyanın en önemli yerinde uyandığım. Rüyanın içerisinde biraz daha kalacak olursam, geri dönmem mümkün olmayacağı tehlikeli noktada, gizli bir el tarafından geri çekilivermiş gibi, gözlerimi aniden açıverdim. Uyandıktan sonra bir süre sesli sesli soluk alıp verdim. Ellerim, ayaklarım uyuşmuş, doğru düzgün hareket etmiyordu. Bir süre kımıldamadan durdum. Sanki bir mağaranın boşuna asılı duruyor gibiydim. Yalnızca kendi soluklarım yankılandı durdu. [sf 25]
Acaba en son ne zaman bir kitabı baştan sona okuyabildim? Bir de, acaba hangi kitaptı okuduğum? Ne kadar düşündüysem de o son kitabın adı aklıma gelmedi. İnsanın yaşamı nasıl oluyor da böylesine değişip, tam tersi bir hal alabiliyor, dedim içimden. Bir zamanlar tutkuyla, durmaksızın kitap okuyan o eski ben nereye gitmişti acaba? O yılların, o anormal denebilecek şiddetteki tutkunun anlamı neydi benim için? [sf 40]
Koltuğa oturup, kaldığım yerden Anna Karenina’yı okumaya başladım. Tekrar okuyunca anladım ki belleğimde Anna Karenina'da anlatılanlarla ilgili neredeyse hiçbir şey kalmamıştı. Karakterleri, sahneleri, neredeyse hiç anımsamıyordum. Tamamen farklı bir kitap okuduğum hissine kapıldım. Ne tuhaf, dedim içimden. İlk okuduğumda çok etkilendiğimden şüphem yoktu, ama sonuçta, aklımda hiç yer etmemişti. Yaşamış olmam gereken duygulanımlar, içimi titreten, kabaran hisler belli ki tamamen silinip gitmişti. [sf 45]
Kocamın uykuya daldığından emin olunca, oturma odasındaki koltuğa oturup kitabımı açıyordum. İlk bir hafta boyunca Anna Karenina‘yı üst üste üç defa okudum. Tekrar tekrar okudukça yepyeni şeyler keşfediyordum. Bu dev roman çok farklı keşifler, çok farklı gizemlerle doluydu. İçiçe geçirilmiş kutular gibi, dünyanın içinde küçük başka bir dünya, o küçük dünyanın içinde daha da küçük dünyalar vardı. Dahası bu dünyalar birbirine geçmiş halde başlı başına bir evreni oluşturuyordu. Bu evren kadim zamanlardan beri oradaydı ve okurun keşfetmesini bekliyordu. Bir zamanlar ben, bu evrenin hepi topu küçük bir kırıntısını kavrayabilmiştim. Fakat artık, net olarak görüyor ve anlıyordum. Tolstoy adlı yazarın orada ne anlatmaya çalıştığını, okurların bu kitaptan ne kapmasını istediğini, vermeye çalıştığı mesajı nasıl da organik bir şekilde kristalleştirerek bir roman haline getirdiğini ve bu romandaki nelerin sonuçta yazarın ötesine geçtiğini… Artık görebiliyordum. [sf 70]
Hangi istasyona ayarladıysam, hepsi can sıkıcı Japonca rock müzikler çalıyordu yalnızca. İnsanın dişlerin çürütecek kadar tatlı sözlerle dolu vıcık vıcık aşk şarkıları.[sf 84]
Tamamen kadının yaşantısıyla ve onun getirdiği psikolojiyle ilgili. Severek okumuştum.
YanıtlaSilÖlüm, kabir v.b metaforları çözülmeye başlandığında okuması daha ilginç hale geliyor denen bir hikaye ama o kadar derinlemesine analiz edecek kadar beğendiğimi söyleyemem.
Sil