Yayın Evi: Ayrıntı Yayınları
Basım Yılı: 2014
Sayfa Sayısı: 285
Murdoch romanları arasında, son derece kasvetli bir atmosfere sahip olmasına rağmen en hızlı okuduğum bu kitaptı.
Romanın neredeyse tamamı bir evin içerisinde geçiyor ancak o bildik, sıcak, huzurlu evlerden biri değil bu. Papaz Carel ve onun şeytani karakterinin etkisi altına girmiş ev halkından müteşekkil; kardeşi öldüğü için himayesine aldığı yeğeni Elizabeth, kızı Muriel ve sadık hizmetçisi Pattie ile kurduğu tekinsiz, karanlık, küçük bir dünya.
Melekler Zamanı, adını aldığı önermenin gülünçlüğü haricinde ilginç bir akışı olan, derin bir keder duygusuna garkolmuş bir roman. Kimseye bilhassa önereceğim bir kitap değil ama edebi anlamda yetkin olduğunu söyleyebilirim.
Lambaların ışığı onun üzerinden sofra örtüsünün dik İrlanda ketenine vurmuştu;
ketenin beyazlığı üzerinde dört yapraklı yonca desenlerinin belli belirsiz altını
ışıyordu. Peynir tekerlekleri gibi koskocaman, kat kat bir vişneli pastanın kesilmiş
olduğu yerden, yumuşacık, kremalı içi gözüküyordu. Fırında kızarmış tuzlu çörekler, üzerlerindeki
erimiş tereyağının ağırlığıyla baygın düşmüşlerdi. Yapımcısının, nadideliğini belirtmek
ve pahalılığını bağışlatmak için “Erik Çatnisi” diye pazarladığı yeşil erik reçeli,
Waterford camından yapılma bir tabağın içinde ışıltılı ve kaygan bir dağ oluşturmuştu,
çaydanlık şimdi doldurulmuştu ve sıcak suyla Hint çayının keskin duru kokusu Marcus’u
sofraya buyur ediyordu. Marcus oturdu. [sf 14]
Şiiri sahiden iyi miydi? Muriel merak ediyordu, insan kendi yazdıklarının
niteliğini gerçekten kestirebilir miydi? Muriel bilmez değildi; sanatçı için
“niyet“in altın ışığı çok zaman, gerçekleşen eserin üzerine vurur ve ortaya
çıkmış olan şeyin çizgilerini bu yanar döner aydınlığın içinde seçmek zorlaşır.
Kimi zaman Muriel çalışmalarının iyi olduğunu, daha da önemlisi, yolunu tutturmuş,
bir teknik oluşturarak gelişmeyi öğrenmiş olduğunu hissediyordu. Rastgele esinleri
kâğıda döken bir amatör olmaktan çıkmıştı artık. Marangozlar, ayakkabıcılar
gibi saatlerce, düzenli olarak çalışmayı öğrenmişti. En güzel dizelerini, bozmak
korkusuyla titremeksizin söküp yeniden örebiliyordu. Hatta imgelerin büyülü
uçurtmalar gibi çıkıp geldikleri o karanlık bölgelere ufaktan söz geçirmeye bile
başlamıştı. Derken, kimi zaman da, belirli hiçbir neden olmaksızın, her şey toza
ve küle dönüşüyordu. O zaman kıyamete değin çalışsa boşuna, hiçbir sonuç
alamıyordu. [sf 118]
Babasının varlığı üzerinde bedensel bir baskıydı, düşünce değil de maddeymiş
gibi içini daraltıyordu. Carel’i yüklenmiş ve bu yükün ağırlığıyla diz üstü çökmüştü
sanki. Bu ağırlık bir kalksaydı omuzlarından, merhametli bir çekim gücü onu kurtarabilseydi!
[sf 162]
Muriel hâlâ ayakta duruyordu; mendiliyle yüzünü sıvazlayarak karların hiç
aralıksız yere inmesini seyrediyordu. Kar havayı doldurmuştu; artık ayrı ayrı
tanelerden oluşmuşa değil de pencerenin dışında usul usul sallandırılan
kocaman, beyaz, tüylü bir battaniyeye benziyordu. Kapı gene açıldı ve masaya
konulan kahve tepsisinin şıkırtısı duyuldu.
“Göçmenlere benziyorsun, çocuğum! Lütfen otur da nasıl olduğunu anlat bana.
Son mektubuma karşılık vermen gerekirdi, öyle değil mi ya? Nezaket göstermiş
olurdun.”
“Bağışlayın,” dedi Muriel. Ocağın başına yaklaştı, oturdu. “Öyle... keyifsizim
ki Londraya geleli beri.” Bunu söylememesi gerekirdi. Tam Norah’nın duymak
istediği şeydi bu.
Norah uzun bir an Muriel’i süzerek sessiz durdu. Sonra, “Bana her şeyi anlatsan
iyi olacak, sanırım,” dedi.
Muriel gözlerini Shadox’un oturma odasında dolaştırdı. Aynen anımsadığı
gibiydi. Şöminede gür bir kömür ateşi yanıyor ve büyük, pirinç saplı ocak
maşalarının üstüne ışık kıvılcımları serpiyordu. Şöminenin üzerine zarif çiçek
desenli, pırıl pırıl beyaz, lekesiz porselen fincanlar dizilmişti. İki girintide
beyaz boyalı ahşap kitap rafları vardı. Norah’nın kitapları, hâlâ üzerlerinde duran
kâğıt kaplarıyla, tıpkı porselenleri gibi düzgün, pırıl pırıl ve renkli duruyordu.
Koltukların çiçekli çinz örtüleri solunca tatlı, uçuk renkler almışlardı.
Duvarlarda çağdaş Fransız üstatlarının çok güzel reprodüksiyonları asılıydı.
Duvar kâğıdı minicik gül örnekliydi. Muriel bütün bunları, kendini de şaşkınlığa
düşürten bir ferahlık duyusuyla içine sindirdi. [sf 170]
Hâlâ Eugene’i düşünebiliyor olması Muriel’i hem şaşırttı hem de rahatlattı. İyi
yürekli ve zararsız olduğu için Eugene hâlâ el altında ve özgürdü, Muriel’in mutsuzluğunun
batağının dışında kalıyordu. Ama daha da kesin bir biçimde gerekli bir varlık
olup çıkmıştı. Carel’i dengeliyen bir ağırlık, siyah figüre karşı beyaz figür.
Muriel gene gidip ona herşeyi anlatmayı aklından geçirdi, hatta hayalinde onunla
bir çok konuşma yaptı ve büyük avuntu buldu. [sf 218]
Pattie de şimdi silik geliyordu ona, sanki o da çok uzak bir zaman dilimine
aitmiş gibiydi. Eugene onu düşünmenin vereceği acıya karşı kendini çoktan
yalıtmış, kapatmıştı. Bu acı başka bir yerde, ayrı olarak sürüyordu ama şimdi
onun bedeniyle duyumsadığı tek şey hüzündü. Pattie’yi, kendisi gibi ayrık biri
olduğu için sevmişti. Ama onun ayrıklığı çok başka bir türdendi. Onlar
birbirlerinin gereksinmelerine cevap veremezlerdi aslında. Kendisi Pattie’yi
geçmişine alamazdı, oysa varlığı geçmişinden ibaretti, çocukluğunun
bulantısının çevresinde oluşmuş olan şu abus yumurta. Eugene Pattie’yi içine
alıp tutamazdı nasılsa. Çok geçti, artık, kimseyi içine alıp tutamazdı o. Zamanla
Pattie’yi bağışlardı elbet, yola gelirdi, hiç değilse onu anlamaya çalışırdı. Ne
var ki Pattie ansızın çıkıp gittiği zaman Eugene bir bakıma rahatlamış ve çok
geçmeden bu durumu kaçınılmaz olarak görmeye başlamıştı. Pattie’nin temsil
ettiği mutluluksa onun için tehlikeli bir şeydi artık. Yaşlanmak demek mutluluğa
ve üzgünlüğe, olaylarla durumların değil, bilinçle duyguların yol açtığını öğrenmek demektir. Eugene üzgün bir adamdı ve asla başkaları için mutluluk
üretemiyecek, sıradan insanlar gibi bir evde yaşayamayacaktı. [sf 284]
Okumadığım bir kitap, sayende merakım arttı Biblio’cum teşekkür ederim paylaşımına:)
YanıtlaSil
SilOkuduklarım içinde en acaibi buydu Eren’cim, senin yazını da merakla bekleyeceğim ☺️