Yayın Evi: Altın Kitaplar
Basım Yılı: 2009
Sayfa Sayısı: 525
1943 yılında basılmış bu kitap, ilkgençliğimde Genç Kızlar romanı ile birlikte o kadar popülerdi ki, sahaflarda, kitapçılarda defalarca gördüğüm, bahsini duyduğum halde niçin okumamıştım, bilmiyorum. Aslında bulüğ çağında okunduğunda beğenilebilecek bir kitap olduğunu, 'O zamanlar okusaydım severdim.' diyeceğimi bilsem de bu eksiği gidermek istedim.
Francie girip de kapıyı, kütüphanelerde yapılması geldiği üzere, usulcacık kapadıktan sonra çabucak, kütüphane memurunun yazı masasının ucunda duran ufak, sarıya çalar kahverengi vazoya baktı. Bu, mevsimi bildiren bir vazoydu. İçinde kışın bir iki dal it üzümü, Aralık sonunda da pırnal meşesi bulunuyordu. Francie vazoda kedi tırnağını gördüğü zaman, yerler karla örtülü olsa bile, baharın geldiğini anlardı. Ya bugün, 1912 yazının bu cumartesi gününde vazoda ne vardı? Bakışlarını yavaş yavaş vazodan ince yeşil saplara, küçük yuvarlak yapraklara kaldırdı ve Latin çiçeklerini gördü. Kırmızı, sarı altın rengi ve fildişi gibi beyaz. Bu nefis manzarayı görür görmez karnına bir ağrı saplandı. Bu bütün hayatınca anımsanacak bir olaydı.
Büyüdüğüm zaman, diye düşündü. Böyle kahverengi bir vazo alacağım ve Ağustos sıcağında içine Latin çiçekleri dolduracağım.
Elini cilalı masanın ucuna koydu. Bu masaya dokunmak hoşuna giderdi. Yeni açılmış kalemlerin düzgün dizisine, dört köşeli temiz, pembe kurutma kağıdına, kreme benzeyen zamkın şişkin beyaz kavanozuna ve düzgün kart yığınıyla, raflara konmak için bekleyen geri getirilmiş kitaplara baktı. Üstünde tarih damgası olan o ilginç kalem, kurutma kağıdının yanında tek başına duruyordu.
Evet, büyüyüp kendi evim olduğu zaman ne kadife koltuk isterim ne tül perde. Ne de kauçuk ağacı. Salonunda böyle bir yazı masası, beyaz duvarlar, her cumartesi akşamı temiz pembe bir deste kurutma kağıdı ile bir sıra uçları sivriltilmiş, parlak sarı kurşun kalem, içinde her gün bir çiçek ya da birkaç yaprak olan sarımtırak kahverengi bir vazo ve bir dolu kitap… kitap… kitap…[sf 36]
Mahalledeki dükkânlar bir kent çocuğunun yaşamında önemli yer tutar. Bu dükkânlar çocuğun yaşamın sürmesini sağlayan nesneler ile yüzyüze getirir. Bu dükkânlarda çocuk ruhunun özlediği güzellikler, yalnızca düşlerinde elde edebileceği erişilmez şeyler vardır.
Francie'nin belki de en çok sevdiği rehinci dükkânlarıydı. Ama demir parmaklıklı vitrinlerine serpilmiş hazinelerden ve yan kapılardan sessizce giren omzu şallı kadınların verdiği gölgeli serüven duygusundan dolayı değil de, dükkânın ta üstüne asılan ve güneşte ışıldayan rüzgâr estiği zaman, olgun, altın elmalar gibi ağır ağır sallanan üç tane, büyük altın renkli top yüzünden.
Rehincinin bir yanında bir çörekçi dükkânı vardı; alabilecek kadar parası olanlara, üzerlerindeki kremalara kırmızı kiraz şekerlemeleri konmuş pastalar satardı.
Diğer yanda Gollender'in boya dükkânı vardı. Vitrinde çatlağı göze batacak şekilde yapıştırılmış bir tabak asılıydı. Tabağın alt tarafında bir delik açılmış bu deliğe de ucunda ağır bir kaya parçası olan bir ip bağlanmıştı. Bu, Majör tutkalının ne denli sağlam olduğunu gösteriyordu. Bazıları tabak demirden yapılmış da, çatlak porselene benzetilerek boyanmış, derlerdi. Ama Francie, onun kırılmış ve tutkalın sağlamlığıyla yine bütünleşmiş gerçek bir tabak olduğuna inanmayı yeğ tutardı. (…)
Francie'nin en sevdiği dükkânlardan biri de çay, kahve ve baharatdan başka hiçbir hiçbir şey satmayan dükkândı. Bu dükkân sıra sıra cilalı kutular ve insanın aklına yabancı yerler getiren garip, romantik kokularla dolu, heyecan verici bir yerdi. Bir rafta, üstüne siyah çini mürekkebi ile serüven kokan kelimeler yazılmış on, oniki tane kahve kutusu vardı. Brezilya! Arjantin! Türk! Cava! Karışık! Çay daha küçük kutularda dururdu, kapakları eğik, güzel kutular. Bu kutuların üzerinde: Formoza, Çin, Badem Çiçeği, Yasemin, İrlanda Çayı, diye yazardı. Baharatlar, tezgahın arkasındaki minicik kutuların içindeydiler. İsimleri raf boyunca dizilip yürüyüşe çıkmış gibi görünürdü: kimyon, karanfil, tarçın, hint biberi, zencefil, karabiber, adaçayı, kekik, nane, hint cevizi. Alınan biberler her seferinde ufacık bir değirmende çekilirdi.
Elle çevrilen büyük bir kahve değirmeni vardı. Çekirdek kahve, parlak pirinçten bir huniye konur ve büyük tekerlek iki elle çevrilirdi. Güzel kokulu çekilmiş kahve arkadaki kepçe biçimindeki kırmızı kutuya dökülürdü.
Çay satan adamın nefis bir terazisi vardı: yirmibeş yılı aşkın bir zamandır her gün silinip parlatılmaktan artık iyice incelmiş olan, altın gibi parlak iki pirinç kefeyi Francie, biraz kahve veya karabiber aldığı zaman dikkatle izlerdi. Üstünde 'Ağırlık' yazan parlak gümüş renkli ağırlık, terazinin bir kefesine konur, alınan güzel kokulu madde de gümüş gibi parlayan bir kepçeyle alınarak hafifçe diğer kefeye boşaltılırdı. Kepçeye bir iki tane daha biber eklenir ya da yavaşça bir iki tane çıkartılırdı. Francie soluğunu tutardı. İki altın renkli kefe hareketsiz kalıp kusursuz bir denge sağladığı dakika çok güzel bir dakikaydı. İnsana eşyanın böylesine düzgün, böylesine dengeli olduğu bir dünyada yolsuz hiçbir şey olamazmış gibi gelirdi.
Francie için gizemli şeylerin en gizemlisi Çinli'nin tek pencere dükkânıydı. Çinli saç örgüsünü başına dolardı. Katie onun bunu, istediği zaman Çin’e dönebilsin diye yaptığını söylerdi. Örgüsünü bir kez kesti mi onun bir daha Çin'e dönmesine hiçbir zaman izin vermezlermiş. Çinli, siyah terlikli ayaklarını sürüye sürüye sessizce gider gelir ve gömlekler konusunda verilen önergeleri sabırla dinlerdi. Francie bir şey söylediği zaman Çinli ellerini uzun ceketini geniş kollarına sokar ve gözlerini yere indirirdi. Francie onun bilgili ve anlayışlı bir adam olduğunu, tüm dikkatiyle dinlediğini sanırdı. Ama Çinli pek az İngilizce bildiği için onun söylediklerinin hiçbirini anlamazdı. Bildiği bütün İngilizce 'Shortee' sözcüğünden ibaretti. (…)
En eğlenceli dakikalar, Çinlinin para bozması gerektiği zamanlardı. Üstüne mavi, kırmızı, sarı ve yeşil toplar geçirilmiş ince çubuklardan yapılma ufak, tahta bir hesap oyuncağı çıkarırdı. Topları çubuklar üstünde ileri geri iter ve bildirirdi. 'Oduz doguz sent.'. O minik minik toplar ona ne kadar para isteyeceğini, geriye kaç para vereceğini gösterirdi. Ah, bir Çinli olmak diye içinden geçirirdi Francie. Para hesaplamak için böyle güzel bir oyuncağı bulunmak, ah, garip fındıklardan canı istediğince yemek ve hiç sobanın üstünde durmadığı halde hep sıcak olan ütüdeki gizi bilmek. Ah, bileğin hızlı bir bükülüşüyle, küçücük bir fırçayla o kara şekilleri boyayabilmek ve bir kelebek kadar narin, duru, kara çizgiler çizmek! İşte bu Brooklyn'deki Doğu esrarıydı. [sf 156-160]
Bebeğin kar gibi yastığının üstünde bir iki ufacık kan lekesi görür gibi oldu, yüzündeki ince kan çizgisini, annesi kucaklasın diye açılan kollarını… Francie'nin yüreğinde bir acı dalgası kabardı ve geçtiği zaman Francie'yi kırık dökük bıraktı. Bir dalga daha geldi, yüregine çarptı ve çekildi. Francie evlerinin bodrumuna indi, en karanlık köşedeki bir çuval yığınının üstüne oturdu ve içindeki acı dalgaları kabarırken bekledi. Her dalga dağılır ve yeni bir tanesi toplanırken titriyordu. Oturduğu yerde kendisini sıkıyor ve dalgaların dinmesini bekliyordu. Dinmezlerse ölürdü artık… ölürdü. (…)
Yukarı; kendi katlarını çıktı ve aynaya baktı. Gözlerin altında karanlık gölgeler vardı ve başı ağrıyordu. Mutfaktaki eski muşamba kanepeye uzandı ve annesinin eve gelmesini bekledi. [sf 265]
Frankie gidip büyük pencerenin yanında durdu. Buradan, yirmi kat aşağıda akan East River'ı görebiliyordu. Bu ırmağı o pencereden son seyredişi olacaktı. Bütün 'son kez'lerde de, ölüm gibi, iç sızlatan bir şey vardır. Francie şimdi, bir daha hiç bu türlü görmemek üzere gördüğüm şey, diye düşündü Ah, son defasında insan her şeyi ne kadar açık görüyor, büyütücü bir ışık tutulmuş gibi. Sonra da, her gün gördüğü zamanlar buna daha sıkı sarılmadığı için yanıyordu.
Büyükannesi Marie Rommely ne demişti? 'Her zaman her şeye, ilk ya da son kez görüyormuşsunuz gibi bakın. İşte böylece yeryüzünde geçen vaktiniz güzel olur.' [sf 510]