1 Mart 2021 Pazartesi

SPUTNİK SEVGİLİM Haruki Murakami

Yayın Evi: Doğan Kitap
Basım Yılı: 2017
Sayfa Sayısı: 224

Murakami'nin klasik kurgu dünyasına iyi bir örnek: Sputnik Sevgilim. Karakterlerinin hayatlarını sonsuza dek değiştiren büyük olaylar, kayboluşlar, arayışlar v.s. diğer romanlarına benzese de, bu kitabın oldukça düzenli ve sade bir olay örgüsü var. Ana karakterlerinin haricinde yan hikayeler kurmadığı için -ki bu, mesela Zemberekkuşu'nun Güncesi'ni sürekli bölen şeylerden biriydi- derli toplu bir şekilde ilerlerleyip bitirebilmek okur açısından hoş bir his veriyor. 

Anlatıcı var; adını bilmediğimiz bir genç adam, üniversitede tanıştığı, yazar olmak isteyen Sumire'yle yakın arkadaşlar ve Sumire de Myu adında orta yaşlı bir kadına hayranlık duyuyor. Roman, bu üç kişinin ilişkileri üzerinden pek bir tarafa sapmadan Japonya, İtalya ve Yunanistan'da dolaşıyor, nihayetinde yine Japonya'da bitiyor. 

Yazarın donuk, soğuk kitaplarından biri değil, özellikle Sumire'nin şahsında yazarlık üzerine konuştuğu bölümler hayli ilginç detaylar içeriyor. O kadar çok yerini işaretlemişim ki, okuyalı uzun zaman olmasına rağmen Gece Kütüphanesi’ne bu alıntıları eklemeye bir türlü zaman ayıramıyordum. Nihayet yayınlanabileceği için memnunum.

Bir kez konuşmaya başladı mı susmak bilmezdi, ama aklının uyuşmadığı kişilerin yanında (diğer bir değişle dünyadaki insanların tamamına yakını karşısında) ağzını bıçak açmazdı. [sf 13]

Kuzeniyle samimi olmadığı gibi (hatta ondan hiç haz etmezdi) birinin düğününe katılmak da Sumire için işkenceyle eşdeğerdi, ancak bu kez bazı durumlardan dolayı kaçamamıştı. [sf 16]

Akşam on olunca masa başına geçerdi. Sıcak kahveyle doldurduğu demlik ile büyük bir kupayı (ona doğum gününde armağan ettiğim, üzerinde Snufkin'in resmi olan), Marlboro paketini, cam kül tablasını önüne koyardı. Elbette elektrikli daktiloyu da.

Orada derin bir sessizlik ve yalnızlık vardı. Zihni, bir kış gecesindeki gök kadar berraktı. Büyükayı ve Kutup yıldızı da kendi yerlerinde sabit halde parlamaktaydı. [sf 20]

sanki aslında bir şeyleri tekme atıp onu havaya savurmak istiyor muş. Etrafta uygun bir şey bulamamış, bu yüzden de çaresiz bir şekilde bana soru yöneltmiş gibiydi-en azından ben böyle algılamıştım.

Ben ve Sumire, birbirimize benziyorduk. Her ikimizde nefes alıp verir gibi doğal bir halde, tutkuyla kitap okuyorduk. Her boş anımızda sessiz bir köşe bulup bir başımıza sayfaları çeviriyorduk. Japon romanlarını da, yabancı romanları da okuyorduk, yeter ki entelektüel heyecan versin; elimize geçen her şeyi okuyorduk. Kütüphanelere gidiyor, Kanda’daki ikinci el kitap dükkanlarını bulunduğu caddeye gittiğimizde tüm günümüzü orada hiç sıkılmadan geçirebiliyorduk. Kendimi hariç tutarak söylersem, böylesine tutkuyla, böylesine yoğun ve çok roman okuyan birine rastlamamıştım; Sumire içinde aynıydı bu durum. [sf 22]

Ancak bazı problemli yanları olsa da, onu yazdıklarında kendine özgü bir yenilik vardı ve kendi içindeki önemli şeyleri dürüstçe aktarma niyeti hissediliyordu. En azından bir başkasının yazım tarzını taklit etmiyordu, kolaya kaçarak yazdıklarını daha küçük ve değerli metinlere dönüştürmeye çalışmıyordu. [sf 23]

Hep yaptığımız gibi, İnagoşira Parkı'nda bir bankta yanyana oturuyorduk. Sumire'nin en sevdiği banktı bu. Önümüzde göl uzanıyordu. Rüzgârsız bir gündü. Göle düşen ağaç yaprakları su yüzeyine sıkıca yapışmış gibi duruyorlardı. Biraz uzağımızda açıkta bir ateş yakılmıştı. Havaya sona ermek üzere olan güzün kokusu karışmıştı, uzaktan kulakları rahatsız eden bir ses geliyordu. [sf 25]

Bir anda farkına vardı Sumire. Şüphe yok (buz soğuktur, gül kırmızı). Ve bu aşk beni sürükleyip bir yerlere götürmeye çalışıyor; öyle güçlü bir akıntı ki ondan kendimi korumam neredeyse olanaksız. Bana tek bir seçme hakkı bile verilmiş değil çünkü. Sürüklenip götürüldüğüm yer bugüne değin hiç görmediğim özel bir dünya olabilir. Belki de çok tehlikelidir. Orada gizlenmiş olan şeyler beni derinden, öldürücü şekilde yaralayabilir. Şimdi sahip olduğum her şey elimden çıkıp gidebilir. Ama artık dönüş yok. Kendimi bu akıntıya bırakmak dışında bir şey yapamam. Yanıp kül olsam da, yok olup gitsem de. [sf 34]

Myu sanki cevabı ondan bekler gibi Sumire'nin gözlerinin içine baktı. Derin, dimdik bir bakıştı bu. O bir çift gözbebeğinin derinlerinde, bir dereyi hızla kat eden birkaç sessiz akıntı yarışıyordu adeta. Bu akıntıların oluşturduğu dalgaların durulması için zaman gerekti.[ sf 57]

Benim hakkımda benden daha fazlasını anlatabilecek birisi bu dünyanın hiçbir yerinde yok. Ancak ben kendimi anlatırken, anlatılan benin bazı özellikleri kaçınılmaz olarak anlatıcı ben tarafından -değer yargısı, algı derecesi, gözlem yeteneği, çeşitli gerçekçi çıkarımlar açısından- seçilip ayıklanacak. Öyle olunca da, anlatılan 'ben' aslında ne kadar nesnel gerçekliği yansıtacak acaba? Buna çok takılıyorum. Aslında çok eskiden beri aklımı kurcalıyor da diyebilirim.

Ne var ki, dünyadaki pekçok insan böyle bir korku ya da endişeyi neredeyse hiç hissetmiyor gibi. Yeri gelince, şaşılacak denli açık yüreklilikle kendilerinden söz etmeye kalkıyorlar. Sözgelimi, 'Ben aptallık derecesinde dürüst ve açık bir insanım' ya da 'Ben çok hassas biriyim ve dünyayla ulaşamıyorum' veya 'Ben karşımdakinin yüreğini anlamakta becerikli biriyim' gibi şeyler çıkıyor ağızlarından. Ancak ben 'hassas' insanların başkalarını incittiklerini defalarca gördüm. 'Dürüst ve açık' insanların, istediklerini almak için işlerine geldiği gibi davrandıklarını gördüm. 'Karşısındakinin yüreğindekileri anlamakta becerikli' olan kişilerin hiç de içten olmayan övgülere kolayca kandıklarını gördüm. Bu durumda bizler kendimiz hakkında gerçekte ne biliyor olabiliriz ki? [sf 65]

Ne denli acı veren bir durum olsa da, Sumire ile birlikte geçirdiğimiz zaman benim için çok değerliydi. O yanımda olunca, yalnızlık denen o somut duyguyu bir süreliğine unutabiliyordum. O benim bulunduğum dünyanın sınırlarını genişletiyor, derin derin nefes almamı sağlıyordu. Bunu yapabilen tek kişi oydu. [sf 69]

Sanırım şimdi sen kendini bir anlamda yeni bir kurmaca yapının içine oturtmaya çalışıyorsun. Bununla çok meşgul olduğundan duygularını cümlelere dökme ihtiyacı duymuyorsun belli ki. Ya da kısacası, vaktin kalmıyordur yazmaya. [sf 73]

Bazen çok daralıyorum. Sanki bütün yapı darmadağın olmuş. Çekim gücüyle artık bağın kalmamış, uzayın kapkara boşluğunda tek başına savruluyormuşsun gibi bir duygu. Hangi yöne gittiğimi bile bilmiyormuşum gibi. [sf 74]

Nasıl desem, sanki ben ben değil de farklı biriymişim gibi tuhaf bir duygu içindeyim aynı zamanda. Açıklamakta yetersiz kalıyorum değil mi? Hani sen deliksiz uyurken birisi çıkıp gelmiş, seni önce parçalara ayırmış, sonra da hızlı bir şekilde parçaları birleştirmiş gibi bir duygu desem anlaşılır olur mu? Anlıyor musun beni? [sf 82]

Telefonda duyulan ses uzaklardaki cansız bir varlık tarafından bozuluyormuş gibi geliyordu, yine de sesindeki heyecan yeterince hissediliyordu. Katılaşmış sert bir şey, sanki kuru buz bulutu gibi ahizeden odaya yayılarak beni kendime getiriyordu. [sf 91]

Otlaktaki otlar ne denli uzarsa uzasın artık umrumda değil. Ot kümelerinin üzerine sırtüstü yatarak gökte sürüklenen beyaz bulutları izliyorum. Kendimi o bulutların sürüklenip gidişine bırakıyorum. Keskin ot kokusuna, esen rüzgârın fısıltısına teslim ediyorum yüreğimi. Ne bilip ne bilmediğimi -hatta bunların arasındaki farkı bile- artık hiç mi hiç umursamıyorum.

Hayır, öyle değil. Bunları en başından beri umursamıyordum aslında. Daha kesin ifade etmeliyim. Kesin. Kesin.

Düşününce, bildiğim (bildiğimi düşündüğüm) şeyleri, önce bunları 'bilinmeyen' şeyler olarak cümle haline sokuyorum, bu benim yazmak için birinci kuralım. 'Ee.ben bunu biliyorum. Bunları yazmak için özellikle zaman ve gayret sarf etmeye gerek yok' diye düşünmeye başlayınca iş orada biter işte. Sanırım hiç bir yere varamam o zaman. Somut örnek verirsem, etrafımdaki herhangi birini, 'Aa, ben bu kişiyi çok iyi biliyorum, onu düşünmeme gerek yok. Tamam' diye düşünüp rahatlayınca, ben ya da sen çok fena bir aldanışa düşebiliriz. Yeterince bildiğimizi düşündüğümüz şeylerin arkasında, bir o kadar da bilmediklerimiz gizlidir.

Anlamak dediğimiz, hali hazırdaki yanlış anlamalarımızın bütününden başka bir şey değildir.

Bu (aramızda kalsın) benim naçizane, dünyayı algılayış biçimim.

Yaşadığımız dünyada 'bildiğimiz' ve 'bilmediğimiz' şeyler aslında Siyam ikizleri gibidir. Sanki bir iple bağlanmışlardır, birbirlerinden ayrılmazlar. Kaotik bir varoluşları vardır. Kaotik. Kaotik. 

Zaten kim ayırabilir ki deniz ile üzerine yansıyanı.

Ya da yağmurun yağışı ile yalnızlık birbirinden ayrılabilir mi? [sf 147]

Rüyadayken, bir şey ile diğeri arasında ayırım yapma gereği duyulmaz. Hem de hiç. Zaten baştan itibaren orada bir sınır çizgisi yoktur. Bu yüzden rüyada çarpışma diye bir şey neredeyse hiç olmaz, hadi oldu diyelim, bu durumda acı duyulmaz. Ama gerçek, farklıdır. Gerçek, dişini geçirir sana. [sf 149]

Gerçeği söylemek gerekirse, benzer rüyaları defalarca görmüşlüğüm oldu. Her birinin farklı detayları olsa da. Mekanlar da farklıydı. Ancak rüyanın akışı hep aynıydı. Rüyadan uyandığımda hissettiğim acının türü (yoğunluğu ve süresi de) yaklaşık olarak aynıydı. Aynı şey tekrar tekrar yaşanıyordu. Kör bir virajdan önce buharlı gece treninin her seferinde düdük çalışı gibi. [sf 151]

Hafızasına gömülmüş bu olay acımasız bir ustura gibi onun etini yarıyor. Üzüm bağının üzerinde salınan şafak yıldızları bir bir solarken, onun yanaklarından da yaşamın rengi çekiliyordu. [sf 155]

geçmişte yaşıyordum, şimdi de bu şekilde yaşıyorum işte, seninle karşı karşıya oturmuş sohbet ediyorum. Ama burada olan, gerçek ben değilim. Senin gördüğün, eski benim bir gölgesinden ibaret. Sen gerçekten yaşıyorsun. Ama ben yaşamıyorum. Böyle konuşuyor olsam da kulağıma kendi sesim boş bir yankı gibi geliyor. [sf 173]

Bunu aşk olarak adlandıramazdım ama ona çok benzeyen bir duyguydu. Tüm bedenim sayısız iple çekiliyormuş gibi bir histi bu. [sf 189]

Sumire'yi yitirince, içimde de pek çok şeyin kaybolduğunu anladım. Sanki dalgaların çekilmesi ile sahildeki bazı şeylerin sürüklenip gitmesi gibi. Geride kalan, benim için artık doğru düzgün bir anlamı olmayan, rayından çıkmış ve boş bir dünyaydı. Karanlık, soğuk bir dünyaydı bu. Benimle Sumire arasında geçenler, bu yeni dünyada artık artık yaşanmayacaktı. Bunu anlamıştım. [sf 191]

kitaplardaki dünyanın etrafımdaki yaşamdan daha canlı olduğunu hissediyordum. Orada hiç görmediğim bir manzara genişleyip uzuyordu. [sf 209]