29 Aralık 2010 Çarşamba

POMPEII THE LAST DAY [2003]

Tarih bundan 2000 yıl önceyi gösteriyor. Roma İmparatorluğu hükümranlığındaki Napoli kentinin doğusunda yükselen meşhur Vezüv dağı içinde gizliden gizliye bir öfke biriktirmekte. Dağın eteklerine kurulmuş şehirlerde yaşayan halk yaklaşan tehlikeden bîhaber, -BBC'nin belgeselinde hemen hemen hiç bahsedilmeyen- gayrimeşru sefahat alemleri içinde kendilerini kaybetmiş, pervasız hayatlarına devam etmekteyken..

Gizli yanardağın köpükleşerek havaya püsküren lavları Pompei ve civar şehirlerin üzerine yağmaya başlar, kırksekiz saat içinde beşbinden fazla insan helâk olur. Kimi başına yağan sünger taşları nedeniyle, kimi soludukları zehirli gazın ciğerlerinde çimentolaşması sonucu boğulmak suretiyle can verir ve kül tabakasıyla kaplanan cesetlerin şekilleri günümüze kadar bozulmadan gelir. Napoli Arkeoloji Müzesi'nde sergilenen bu kalıpların yüzlerinde yaşanan dehşetin apaçık görüldüğü ifade ediliyor.

Pompei'nin Son Günü belgeseli, büyük felaketten yıllar sonra yerin yirmibeş metre altından kazılarak çıkarılan Pompei şehri halkının ölüm şekillerinden ve denizin karşısında, görgü tanığı bir gencin gözlem defterinden yola çıkarak olayın iç yüzünü anlatmaya çalışan kaliteli bir yapım. Tüm titizlenmelerine rağmen olup biteni işlerine geldiği şekilde göstermeleri yönüyle de çok ilginç bir çalışma olmuş. Neyin nasıl olduğuna değinilirken, neden olduğu konusu hiç açılmıyor. Çünkü şimdi, yeryüzünde o dönemde yaşananların çok daha fazlası alenen ifa ediliyor ve bundan bahsetmek kendi kazdıkları kuyuya düşmek olur tabii ki.  :)

Her halukârda, gören göze çok şey anlatan bu belgeseli izlemenizi tavsiye ediyorum.



 

15 Aralık 2010 Çarşamba

AGATHA CHRİSTİE OKUMALARI_3 "Bilinmeyen Hedef"

Yayın Evi: Altın Kitaplar Yayınevi
Basım Yılı: Mart 2010
Sayfa Sayısı: 270

Nihayet Agatha Christie Haftası okumalarının son kitabını bitirdim ve haftayı ciddi bir gecikmeyle de olsa (15 gün kadar) kapatabilmekten mutluyum kendi adıma. Bilinmeyen Hedef'e gelirsek..

Kesinlikle klasik bir Agatha Christie polisiyesi değil. Bir casus hikayesi olarak başlayıp sonuna doğru biraz basit bir şekilde çözülüyor.

Hilary Craven, kızını kaybetmiş ve eşinden ayrılmış genç bir kadındır. Altüst olmuş psikolojisiyle intihar etmeye karar verir ve uyku hapları satın almak için birkaç eczaneye girip çıkar. Bu sırada Gizli Ajan Teşkilatı diyebileceğimiz kişilerin dikkatini çeker ve ona bir teklifte bulunurlar. İngiltere'nin bazı ünlü bilimadamları ve dahileri tek tek ortadan kaybolmaktadır. Bu bilimadamlarından birinin karısı, eşini bulmak üzere İngiltere'den ayrılmış, bindiği uçak kaza geçirmiştir ve ölüm döşeğindedir. Hilary'den fiziksel olarak çok benzediği bu kadının yerine geçmesi istenir. Genç kadının yardımıyla esrarengiz kaybolma olaylarının arkasında yatan sır açığa çıkacaktır.

Bilinmeyen Hedef, Agatha Teyze'mizin neden yazdığına çok da anlam veremediğim deneysel kitaplarından biri. Onun klasik tarzına alışık olan okuyucuları için ciddi bir hayalkırıklığı denilebilir. Kısaca Christie okuyacaksanız çok daha iyi alternatifleriniz var diyorum.

.
.

8 Aralık 2010 Çarşamba

AV MEVSİMİ [2010]


 Tam kıvamında.. Bir film ancak bu kadar dürüst ve kıvamında olabilir. Şöyle ki; fragmanını izlediğimde koyu karanlık atmosferi ve müzikleriyle açığa çıkan gerilimi tüylerimi diken diken etmiş, güzel bir filmin yaklaşmakta olduğunu haber vermişti. Şimdi izledikten sonra onda bulduğumun tam da tanıtımında vadedilen dramatik polisiye olduğunu söyleyebilirim. 

Şehirden uzak, ıssız bir orman gölünde kesik bir kol bulunur. Cinayet masasının deneyimli polislerinden "Avcı" lakaplı Ferman (Şener Şen), onun gözüpek yardımcısı, oğlu gibi gördüğü "Deli" İdris (Cem Yılmaz) ve ekibe yeni katılan "Çömez" Hasan (Okan Yalabık) olayı araştırmaya başlarlar. Pamuk isimli genç bir kızın öldürüldüğü ortaya çıkar, olayın faili kızın sevgilisi "Asit" lakaplı Ömer (Rıza Kocaoğlu) gibi görünmektedir. Soruşturma sırasında kızın Adanalı zengin bir işadamı, Battal Çolakzade (Çetin Tekindor) ile evli olduğu öğrenilir ve "Av Mevsimi" ilerler..  

Filmin en büyük handikapı seyircinin kolaylıkla çözebileceği bir kurguya sahip oluşu denilebilir, eğer karakter odaklı bir hikaye görmeyi beklemiyorsanız tabii. Karakterlere gelince..



7 Aralık 2010 Salı

AGATHA CHRİSTİE OKUMALARI_2 "Kanatların Çağrısı"

Yayın Evi: Altın Kitaplar Yayınevi
Basım Yılı: Şubat 2006
Sayfa Sayısı: 208

Agatha Christie'nin -sevgili Bay Quin'ini içerenler haricinde- hikayelerini, yazdığı harikulâde polisiye romanlar kadar dikkate almıyordum. Şimdiye kadar okuduğum hikaye kitaplarında en fazla bir yada iki hikayeyi beğenmiş, çoğundan sıkılmıştım  ancak Kanatların Çağrısı'nı okuyunca bu fikrimin değiştiğini söylemeliyim.

Agatha Teyze'miz bu kitapta Edgar Allen Poe'vari bir tutumla kaleme aldığı, tüyler ürpertici doğaüstü hikayelerini bir araya toplamış. Klasik kurgularındaki mantık, düzen v.s. unsurları barındıran eserler değil bunlar fakat her biri farklı şekilde insanı dehşete düşürmeyi başarıyor. Herhalde yazarın burada olduğundan daha ruhâni diyebileceğimiz başka bir kitabı yok.

İlk hikaye Kanatların Çağrısı'yla başlıyor madde dışı âleme olan yolculuğumuz. Çok zengin bir adamın iç dünyasına açılan  pencereden gördükleri ve duyduklarının ardından değişen hayatına dair enteresan bir hikaye bu. Tam bir tür hikayesi, öyle ki bu tarzı sevmiyorsanız tahammül etmeniz güç olabilir. Çok yavaş ilerlerken hiç bir şey olmuyor gibi görünüyor ancak arkaplandaki ipuçlarını yakalamaya başladığınızda yazından müthiş bir haz alıyorsunuz.

Kırmızı Işık, Christie'nin hayli bilinen hikayelerinden. Bir tehlike önsezisi üzerine kurulmuş. Yazarın doğaüstünü normalle açıklama çabaları da mevcut bu ve bundan başka birkaç hikayesinde ki, onları da inandırıcı buluyorum. Kırmızı Işık'taki ters köşe kurgusu da ayrıca başarılı tabii. Herhangi bir yanıltmacaya başvurmadan durumu gözünüzün önüne seriyor ama  başka bir yönden baktığınız için gerçeği göremiyorsunuz.

Kişilik bölünmeleri, çocuk hayaletleri, tekinsiz evler, ruhsal dönüşümler, doğaüstü işaretler diğer hikayelerin içinde cirit atarken, bazıları polisiye kraliçemizin mizah anlayışından da nasibini alıyor. Mavi Kâsenin Esrarı böyle bir hikaye. Radyo yine anormal-bilimsel bağlantısını güzelce kurduğu öykülerinden. Son Seans, kitabın en trajik bir o kadar da iddialı ve dehşetengiz hikayesi.

Hemen hemen hepsini beğeniyorum ama 12 hikayenin içinde beni en çok etkileyen Garip Sir Arthur Carmichael Olayı oldu. Adının böyle uzun ve sıradan olmamasını tercih ederdim tabii, mesela Dumanlı Kedinin Esrârı çok daha yakışan bir ad olurdu kendisine. Fakat aniden deliren genç bir adamın, üvey annesi ve nişanlısıyla yaşadığı evde olanlar hakikaten çok enteresan. Kelimeleri seçe seçe yerine oturtarak sonunu da çok güzel bağlamış Agatha Christie.

Dame Agatha'nın hikayelerindeki sukûneti, karakterlerindeki hüznü anlatışını çok seviyorum. Aslında uzun uzun üzerinde durmaz ama birkaç kelimeyle çizdiği, derme çatma, tamamlanmamış görünen bir Japon resmi gibi içinize dokunur söyledikleri.  Kanatların Çağrısı bu açıdan da  beni fetheden bir kitap.

Polisiye üzerine yazdıklarını unutarak, bambaşka hikayeler okuyacağınızı bilerek mutlaka okuyun diyorum.
.
.

6 Aralık 2010 Pazartesi

AGATHA CHRİSTİE OKUMALARI_1 "Kader Kapısı"

Yayın Evi: Altın Kitaplar
Basım Yılı:: Eylül 2009
Sayfa Sayısı: 256

Şam kentinin dört büyük kapısı vardır...
Kader Kapısı, Çöl Geçidi,
Felaket Mağarası, Korku Kalesi...
Ey kervan, oralardan geçme,
Ya da şarkı söyleyerek geçmekten sakın.
O sessizliği duydun mu?
Kuşların ölmüş olduğunu,
Ama yine de bir şeyin kuş gibi cıvıldadığı o sessizliği...

Şamın Kapıları / James Elroy Flecker

Agatha Christie Haftası'na Kader Kapısı'nı okuyarak başladım. Bu, Agatha'nın (ölümünden sonra yayınlanması için yazdıkları hariç) basılan son romanı ve hayli nostaljik denilebilecek tadlar taşıyan bir kitap. Sanki yazar sadece kendi keyfi için bir şeyler yazmış gibi uzun uzun kitaplık düzenlemelerinden, çocukluğunda okuduğu kitaplardan ve oyuncaklarından bahsediyor. Bu haliyle başlarda çok sıcak geldi bana ve yıllar önce okuduğumda niye beğenmemiştim acaba diye düşünmeye başladım.

Kader Kapısı'ndan aklımda sadece Tommy ve Tuppence'ın emekli olduktan sonra satın alıp yerleştikleri kır köşkünde "Kara Ok" adında bir çocuk kitabının içerisine gizlenmiş şifreyi farketmeleri ve bunu çözmeye çalışmaları kalmıştı. Kitap ilerledikçe başta keyif veren uzun anlatımlar ve tasvirler beni hafiften boğmaya başladı. Açıkçası Agatha Teyze'mizin yaşlılığında pek de kural tanımadan yazdığı Kader Kapısı geçmiş ve gelecek arasında çok zayıf bağlantılara sahip. Olay tam çözülecek derken aynı bilgi ve ipuçlarıyla yeniden karşılaşıyorsunuz. Yine bu mazideki cinayet(ler)den dolayı Tommy ve Tuppence için tehlikeler oluşması ve yeni cinayetler işlenmesi de mantıklı gerekçeler içermiyor. Gizli yerler, gizli toplantılar, gizli gruplar ajanlar.. Herşey öylesine gizli (!) ki polisiye romanların kraliçesi bile bu gizemi çözemiyor okuyucusu için :)

Velhasıl Kader Kapısı elimde günlerce sürünse de, sonunda bitirerek kitabın niçin Agatha Christie favori listemde bulunmadığını bir kere daha hatırlamış oldum.
.
.

3 Aralık 2010 Cuma

DREAM DAY "True Love" [Aralık 2010]

Dream Day serisinin yedinci oyunu True Love, Married in Manhattan veya Bella İtalia kadar ayrıntılı ve iddialı olmasa da yine çizimlerini beğendiğim bir oyun olarak listemde yerini aldı. Genellikle düğün organizatörü olarak oynadığımız serinin bu oyununda 50. evlilik yıldönümlerini kutlamaya hazırlanan bir çift için parti düzenlemek hedefimiz. Bu arada davet için ev süslemekten tutun da mutfağa girip krep yapmaya kadar her ayrıntıyla ilgileniyoruz. Dream Day'in en sevdiğim taraflarından biri de bu zaten; hemen hemen her oyunda rengarenk çiçek düzenlemeleri ve pasta süslemeleri yapmak, aydınlık ve ferah odalar dekore etmek. Mini oyunlar ve saklı obje sahneleri de işin cabası.  İçinizi açıcak ve göz zevkinizi okşayacak kaliteli bir oyun istiyorsanız Dream Day "True Love"ın sizi hayal kırıklığına uğratmayacağından emin olabilirsiniz. 




26 Kasım 2010 Cuma

NİL'DE ÖLÜM / DEATH ON THE NİLE [2004]


Sonuyla içimi rahatlatan enteresan kitaplardandır Nil Nehrinde Cinayet. Belki damarlarında Latin kanı dolaştığı için fazlasıyla heyecanlı ve tutkulu, bir o kadar da trajik bir karakter olan Jacqueline yüzünden bu böyle. Genç kız, Agatha Christie'nin kadın karakterleri içinde en yüreklilerinden biridir. Kitap boyunca pek de uygun olmayan davranışlarda bulunsa bile bir anlamda mazurdur, aşıktır çünkü. Ondan kendinde olmasını bekleyemezsiniz.. 

Daima olduğu gibi çok sevdiği bir kitabın film uyarlamasını izlemeye -ya berbat etmişlerse diye- imtina ediyor insan. Ancak 2004 yapımı Nil'de Ölüm, ufak tefek eksiklerine rağmen izlemekten keyif alınacak bir film niteliğinde. 1989 yılından beri devam eden İngiliz TV filmleri serisi "Agatha Christie's Poirot"nin içinde yer alan yapım hayli başarılı. Kostümleri ,oyuncuları ve mekanlarıyla Christie atmosferini birebir yansıtıyor.

Kitapta (ve dolayısıyla filmde) Jacqueline de Bellefort, annesi yüzünden aile servetini kaybetmiş, yoksul bir hayat süren genç bir kızdır. Nişanlısı Simon da hemen hemen onunla aynı konumdadır. Jacqueline yakın arkadaşı Linnet'den İngiltere'nin kırsal kesimindeki malikanesinin kahyalık görevini Simon'a vermesini rica eder ve onları tanıştırır. Linnet oldukça zengindir, sıkıcı bir hayatı vardır. Jacqueline'nin nişanlısını beğenir ve onu elinden almakta bir an tereddüt etmez, Simon'la evlenir. Yeni evli çift balayı için Karnak isimli gemiyle Nil sularında seyahate çıkarken onları kötü bir sürpriz beklemektedir; gittikleri her yerde onları bir gölge gibi izleyip, sözleri ve davranışlarıyla taciz eden Jacqueline..  




    

25 Kasım 2010 Perşembe

MYSTERY CASE FİLES 7; 13th SKULL [Kasım 2010]

Saklı obje oyunları biraz geç keşfettiğim ama atlamalı zıplamalı bir çok oyuna yeğlediğim bir tarz benim için. Şaşmayan bir sadakatle Agatha Christie üzerine araştırmalar yaparken "Death on the Nile" oyununu buldum ve hayli beğenince bu tür oyunlar serüvenim başlamış oldu. Aslında alışması güç bir yapısı var türün ama; başta garip gelen durağanlığı ölçüsünde de dinlendiriyor, sukûnet veriyor insana. Temel mantık, bir resim içerisine gizlenmiş nesneleri bulmak, oyun bunun üzerine kurulu. Ancak son zamanlarda öyle çok sevildi ki bu usûl, saklı obje sahnelerinin yanısıra macera, zeka bulmacaları v.b. unsurları da içeren bir çok yeni oyun geliştirildi. Bu, nispeten birkaç yönlü oyunlar içinde bence en başarılı seri Mystery Case Files. Yedinci oyunun çıktığı bugünlere gelene kadar kaydettikleri büyük aşamayı serinin ilk oyunlarına bakınca çok net görüyorsunuz. Görsel sanatlarla yakından ilgili biri olarak, görüntüleri el yapımı çizimlerin üzerine inşa etmeleri ayrıca hoşuma gidiyor.


Huntsville ( MCF 1), Prime Suspects( MCF 2), Ravenhearst (MCF 3) daha sonra gelecek olağanüstü oyunların habercisi imiş fakat MCF oyunlarından ilk oynadığım  Return to Ravenhearst (MCF 5) idi ve tesadüfen en iyisine denk gelmiş bulundum. Bahsettiğim macera ve bulmaca unsurları bu oyunda iyice açığa çıkmıştı. Çizimleri ve efektleri inanılmaz etkileyiciydi. Bu oyundan sonra esrarengiz, büyülü bir masal alemi; Madame Fate (MCF 4) ve karlı görüntüleriyle beni mest eden Dire Grove'u da çok sevdim. Hayran hayran  mekanlarını seyredip oynadıktan sonra, bir çoğunu duvarkağıdı ve kes-yapıştır malzemesi olarak kullandığım Dire Grove'dan bu yana bir sene geçti ve birkaç gün evvel Mystery Case Files nihayet yeni oyununu piyasaya sürdü; 13th Skull..

Heyecanla beklediğim oyunumu hatırı sayılır bir keyifle oynarken üzerine birkaç kelam ederek güzel görüntülerini paylaşmak istedim.. Buyurunuz. :)










22 Kasım 2010 Pazartesi

AGATHA CHRİSTİE HAFTASI (22-28 KASIM 2010)



Agatha Christie Hafta'mız 22 Kasım itibariyle başlıyor. Sevgilithalassapolis ve birazşöylebirazböyle bu güzel zaman dilimine 3'er Christie seçerek eşlik edecekler. Daha önce Poirot Haftası'nda birlikte gri hücrelerimizi mütemadiyen çalıştırmış, çok hoş bir hafta geçirmiştik. 


Bu defa, içinde Agatha Christie'nin ünlü dedektifleri Hercule Poirot ve Miss Marple olmayan kitaplarından seçtim okuyacaklarımı.  Sırasıyla Kader Kapısı, Kanatların Çağrısı ve Bilinmeyen Hedef'e gömülmek niyetindeyim. Katılmak isteyenler için kapımızın açık olduğunu hatırlatarak, arkadaşlarıma keyifli okumalar diliyorum..





20 Kasım 2010 Cumartesi

AYNA ÇARPMASI_Murat Özyaşar



Yayın Evi: Doğan Kitap
Basım Yılı: Kasım 2008
Sayfa Sayısı: 96

"Yetkin ve şaşırtıcı" diye tanımlanıyor bu kitap arka kapak yazısında. Oysa bana göre hâlâ yazarlık yolunun çok başında bekleyen birinin elinden çıkma hikayeler bunlar. Diyarbakır'lı bir edebiyat öğretmeninin kaleminden. Evet, Murat Özyaşar hayli şey biriktirmiş ama bunları öyle çarçabuk sergiliyor ki, "anlatıcı" kimliği bu bilmişlikle itici geliyor maalesef bir çok ilk kitapta olduğu gibi. "Şunu da biliyor musunuz, bunu da biliyor musunuz?" gibi başlayan cümleler birçok hikayesinde mevcut. 

Böyle kitapları okuyunca hem çok şaşırıyor hem de umutlanıyor insan. Şaşkınlığım şu ki, yazdıklarını fazlaca süzüp elekten geçirmeden, "yaptım oldu" mantığıyla görücüye çıkarmak ciddi bir cesaret işi. Oturup çalakalem hikayeler yazmak ve yayınlatmak.. Demlenmeden, iyice pişmeden, derinlemesine okumadan belki.   

Kitapta tek hoşlandığım hikaye, Sus Dersleri, yazmak üzerine bir şeyler söylediği için bir parça daha okunabilir durumdaydı. Yalnız onun da içinde öyle falsolu cümleler geçiyor ki; "Yazamıyor olmanın sıkıntısını yaşayan bir yazarın hikayesini daha önce okumamıştın." O kadar çok böyle hikaye var ki, edebiyatla ilgili biri böyle bir cümle nasıl kurabilir? "Ancak beceriksiz yazarlar, kahramanlarını daha fazla yaşatamadıkları için, hikayenin sonunda öldürür." Yok canım, daha neler. Yazar mı öldürür, yoksa ete kemiğe bürünecek derecede başarılı kurduğu karakter kendi hikayesini mi yaşar-ölür?

Sevmediğim kitaplar üzerine uzun yazmak istemiyorum aslında. Edebiyat sever okuyucu "Ayna Çarpması"ndan daha iyisini hakediyor diyerek bitireyim.






14 Kasım 2010 Pazar

EYYVAH EYVAH [2010]


Çok gülmesem de hikayesini ve hallerini sevdiğim bir film, Eyyvah Eyvah. BKM yapımı, bu rengarenk ve hoş komedide Ata Demirer ve Demet Akbağ her zamanki gibi çok tatlı ve sevimliler. 

Görüntüleriyle bana biraz Neredesin Firuze'yi anımsatan filmin konusu,
Çanakkale'nin bir köyünden babasını aramak için İstanbul'a gelen, klarnet sevdalısı Hüseyin Badem ve bar şarkıcısı Firuzan'ın maceralarından oluşuyor. İzlemenizi tavsiye ediyorum.


13 Kasım 2010 Cumartesi

AGATHA CHRİSTİE OKUMALARI

Okuduğum fakat elimde olmayan birkaç Agatha Christie vardı. Tüyap'tan almaya niyet etmişken,  Kitapyurdu'nda Altın Kitaplar %30 indirimli olunca vazgeçtim. Dün kitaplarım geldi. Çok tatlılar, çok ciciler, pırıl pırıllar, yalnız bir tanesinin sırtında ufak bir yırtık olunca değişim için geri göndermek durumunda kaldım.
Kitapyurdu'ndan uzun zamandır alışveriş yapmamıştım, 3-4 sene evvel sipariş verdiğimde kitaplarımı haftalar sonra göndermişlerdi ve içime fenalık gelmişti beklemekten :) Şimdi kendilerini yeniledikleri anlaşılıyor. Bu defa 4 gün içinde elimdeydi ve gayet ilgili ve kibar bir yaklaşımları oldu. 

Bu kitapların gelmesiyle birlikte roman olarak 3 eksiğim kaldı Christie'den Ve Ayna Kırıldı, Cinayet Reçetesi ve Meçhul Düşman. Hikaye kitaplarından ise Ölünün Aynası ve Hercule Poirot İz Üzerinde bende yok. Cinayet Reçetesi ve Hercule Poirot İz Üzerinde'yi çok yakın arkadaşlarımda varolduğu için almamak gibi bir gaflette bulunmuştum bir zamanlar. Ve Ayna Kırıldı'yı kütüphanede bulup okudum, sahaflarda izine rastlamadım. Meçhul Düşman son dönemde çizgi roman olarak NTV yayınlarından basıldı ama roman haliyle bulacağımı ümid ediyorum bir gün. Ölünün Aynası hakkında hiçbir fikrimin olmadığı tek Christie sanırım. Yine de bu son gelenlerle birlikte listem bir hayli hafiflemiş görünüyor. Bir de Türkçe'de basılmayan hikaye ve derleme kitapları var ki Agatha Teyze'mizin, Altın Kitapların kısa zamanda onları da dikkate almasını diliyorum:


Problem at Pollensa Bay HP, PP, HQ
Poirot Investigates  
Parker Pyne Investigates PP (Emekli Binbaşının Macerası, Zengin Kadının Derdi, Kaygulu Kocanın Hali,Bedbaht Kadın,İstanbul Yolunda Bir Macera, Saadet Bürosu)
The Listerdale Mystery
The Regatta Mystery HP, JM, PP
The Mystery of the Blue Geranium, and other Tuesday Club Murders 
The Underdog and Other Stories_Two Thrillers
Double Sin & Other Stories HP,JM
Surprise! Surprise!  (Öykü derlemesi, eski öykülerden)
13 for Luck! (Öykü derlemesi, eski öykülerden)  
13 Clues for Miss Marple  (JM Öykü derlemesi, eski öykülerden) 
The Golden Ball & Other Stories

Sadece eksik hikaye kitaplarını değil, Agatha Christie'ye ait herşeyi bassalar çok daha iyi olur tabii. Şiirlerini, Mary Westmacott adıyla yazdığı duygusal romanları ve Harlyquin Tea Set gibi koleksiyon kitaplarını.. Polisiye romanlar kraliçesinin hakkında yazılan çok az kitap var Türkçe'de maalesef. Fuarda Christie standının önündeki izdihamdan yola çıkarsak hepsi peynir ekmek gibi kapılır, okunur tahmin ediyorum. 

Agatha Christie popularitesini sonuna kadar hakeden bir yazar. Şaşmaz bir paralellikle Gece Kütüphanesi blogunda en çok okunan yazı da yine Hercule Poirot Haftası'na ait. Tadı damağımda kalan çok güzel bir zaman dilimi olmuştu benim için. Sıradaki kitaplarımla birlikte, Poirot Haftası gibi yenilerini de yakın zamanda yapacağımızı umuyorum. 


10 Kasım 2010 Çarşamba

ZORLU BİR KIŞ_Raymond Queneau

Yayın Evi: Sel Yayıncılık
Basım Yılı: Ekim 2003
Sayfa Sayısı: 108


İtalo Calvino, "oulipo" adlı deneysel edebiyat akımından yoldaşı Queneau'yü şiddetle tavsiye edince, yazarın kitaplarını araştırıp "Zorlu Bir Kış"ı almaya karar vermiştim. Şimdi, bu kısa romanını okuduktan sonra kendini kanıtlamış bir yazarın tek kitabını okumakla hakkında yargıya varılamayacağını düşünsem de, ilk tanıştığınız kitabın ona devam edip etmeyeceğinizi belirlediğini de biliyorum. 


Açıkça söyleyeyim Zorlu Bir Kış'ı hiç sevmedim. Ne konusu bir şey ifade etti bana, ne içerdiği iddia edilen anlam(sızlık)lar.. Arkadaşı yazar Georges Perec (ki kendisi E harfini kullanmadan yazdığı kitabıyla tanınır) bu romanı "yalın ve büyüleyici" olarak nitelendirmiş. Benimse yavan olarak değerlendirebileceğim bir hali var. 


Romanın başkişisi Lehameau'nın tramvayda tanıştığı iki küçük çocukla ve birkaç kadınla tuhaf ilişkisine dair anlatılan birkaç kelime. Kitap bundan ibaret. 


10 satırlık bir hikayeyi, 99 farklı tarzda (anglofon, didaktik,telgraf v.b.) anlatmayı denediği "Biçem Alıştırmaları" isminde bir kitabı ve bizdeki Ökkeş maceralarına benzetilen "Zazie Metroda" isimli kitapları da Türkçe'de yayınlanmış Raymond Queneau'nun. Özellikle ilk kitaptaki deney ilginç ama "Zorlu Bir Kış"tan sonra, diğer kitaplarına cesaret edeceğimi sanmıyorum. 

9 Kasım 2010 Salı

KARANLIKTAKİLER [2009]


Çağan Irmak'ın Mustafa Hakkında Herşey filminde, çocuğun tuhaf görünüşlü abisine dair bir gerilim sahnesi vardı ki, beni hayli ürkütmüştü. Daha sonra Kabuslar Evi serisinden birkaçına televizyonda rastgelmiş, korku-gerilim türünde de başarılı olduğunu düşünmüştüm yönetmenin. Karanlıktakiler'in de bu tarzda bir film olduğunu zannederek izlemeye karar verdim fakat..

Film biraz yoktan yonga çıkarmaya çalışmış gibi geldi bana. İki baş kişi; aklından bir parça zoru olan anne (Meral Çetinkaya) ile hastalık derecesinde düşkün olduğu oğlu (Erdem Akakçe) ve yer doldurması için eklenmiş gibi duran, silik yan karakterler görüyoruz. Yazan-yöneten Çağan Irmak bize esasen annenin hikayesini anlatıyor dersek, çok enteresan bir karaktermiş gibi önümüze sunduğu bu kadın etrafımızda görebileceğimiz herhangi birinden çok da farklı değil aslında. Pislik içerisinde yüzerken soylu edalar takınmaları, etrafındakileri hor görüşü ve kendini eve kapatması, oğluna olan takıntısıyla gayet tanıdık.

Filmin ikinci yarısı biraz daha enteresan denilebilir. Sonuçların sebepleri açık açık anlatılmış bu kısımda. Son yemek sahnesi sadece heyecanı yükseltmek için konulmuş izlenimini verirken, Karanlıktakiler Çağan Irmak'ın filmografisinde bir zayıf halka olmaktan öteye geçemiyor maalesef.



8 Kasım 2010 Pazartesi

AGATHA CHRİSTİE'NİN GİZLİ DEFTERLERİ_John Curran

Yayın Evi: Altın Kitaplar 
Basım Yılı: Eylül 2010
Sayfa Sayısı: 439


Yayına hazırlandığını duyduğumda çok heyecanlandığım bir kitaptı Agatha Christie'nin Gizli Defterleri. Sevdiğim yazarın günlüğünden ziyade, roman ve hikayelerini kurgularken aldığı kısa kısa zihinsel notları içeren 80 küsur defterden seçilmiş bölümleri ve hiç yayınlanmadığı iddia edilen iki Poirot öyküsünü içeriyordu. 


Kısa bir süre sonra kitabı elime alınca saman rengi ve kırmızı tonlarında nefis bir kapak tasarımı olduğunu gördüm. Christie'nin elyazısını içeren arkaplanı ve parlak resimleri, büyüteç içinde bir arka kapak yazısı, yanda da görülebileceği üzere hoş yazıtipleri göze çarpıyordu.


Agatha Christie'nin torunu Mathew Prichard'ın arkadaşı John Curran, yazarın meşhur Greenway konağı'ndaki arşivini incelediğinde birkaç koli içine istiflenmiş bu defterleri farkedip değerlendirmeye karar vermiş. Defterlerin Agatha'nın kızı Rosalind tarafından gelişigüzel olarak numaralandırıldığı ifade ediliyor. Kitap boyunca Curran çeşitli bölümlere ayrılarak, ele alınan notların yazarın hangi kitabına dair olduğunu aydınlatacak kanıtlar sunuyor bize. Bu aynı zamanda hoşuma giden bir Christie sınıflandırmasını oluşturuyor;


-Kitaplarda Geçen Diğer Polisiye Roman Yazarları
-Çocuk Tekerlemeleri Cinayetleri
-Defterlerdeki (kitaplarındaki) Gerçek Cinayetler 
-Ulaşım Aracı Cinayetleri 
-Mazideki Cinayetler
-Yabancı Ülkede Cinayet
-Kullanmadığı Fikirleri
-Tatil Cinayetleri
-Esin Kaynakları
-Alıntıları


Poirot öykülerine gelince bunlardan biri "Hercule'ün Oniki Görevi" kapsamında Christie'nin yazdığı fakat kitaba eklemediği bir hikaye "Kerberos'un Yakalanması". Diğeri "Ölüden Mektup Var" isimli romanın bir taslağı olarak nitelendirilebilecek mahiyette bir öykü; "Köpeğin Topu Olayı".


Yayınlanmamış olduğu iddia edilen hikayeleri okumak ve genel fikir güzel, kitapta bahsedilen romanlar kapsamlı fakat maalesef ki yeterli değil. John Curran hevesli bir Agatha araştırmacısı ancak yazdıklarında öyle eksikler var ki onun yazarın tüm kitaplarını okuduğuna bile inanamıyorum. Zekasını kullanmayı seven Christie hayranlarının asla atlamadığı birçok nokta onun gözünden kaçıvermiş (!) Örneğin çocuk tekerlemeleri ile ilgili yaptığı sınıflandırmada bir hayli kitabı atlamış. Defterlerde bahsi geçmemiş olsa da o kitapların isimlerini bir şekilde eklemesi gerekirdi. Aynı şekilde bazı Agatha Christie kitaplarında cinayet harici çözülemeyen gizemler vardır, Beş Küçük Domuz'da olduğu gibi. Bunlardan birkaç tanesi bile yer almıyor kitapta. John Curran, at gözlüğü takmışcasına sadece defterlerde ne varsa iletip, onlar üzerine yoğunlaşmak yerine, gerçek bir Christie araştırmacısı gibi deneyim ve bilgisini katmalıydı kitaba. 


John Curran'ın eksilerine ilave olarak Altın Kitaplar da bu kitabı alelacele basmış gibi, (defterlerden alıntılanan kısımların dışında) feci imlâ ve çeviri hataları yapmışlar ki okurken bunlar beni çok rahatsız etti. 


Herşeye karşın bu kitap, Agatha Christie hayranları için eşi olmayan bir eser elbette. Onun kitaplarının büyük çoğunluğunu okuduysanız, yazara özel bir düşkünlüğünüz varsa kitaplığınızda bulunması gereken çalışmalardan. Christie'ye yeni başlayan biriyseniz bu kitaptan uzak durmanızda fayda var, böyle biri için kitabın hem bölük pörçük ve anlamsız görünen notlar dolayısıyla sıkıcı, kitapların çözümlerinin açıklanması yönüyle de zararlı olacağı kanısındayım.  







7 Kasım 2010 Pazar

ÜÇBUÇUK ÖYKÜ_Patrick Suskind

Yayın Evi: Can Yayınları
Basım Yılı: 2005
Sayfa Sayısı: 88

Derinlik Baskısı, Bir Çatışma ve Maître Mussard'ın Vasiyeti isimli öyküler ve bir de Amnesie in Litteris isimli kısa bir görüş yazısından oluşuyor kitap.

Hikaye yazmayı biraz hafife almış görünüyor Suskind. Çarpıcı, dehşetengiz tarzı yer yer belirse de, maalesef çabucak okunup geçilecek ve unutulacak  hikayeler bunlar.  

Genç bir kadın ressam ve bir gazetedeki sanat eleştirmeni arasındaki tuhaf etkileşimi anlatan "Derinlik Baskısı", diğerlerine göre daha iyi bir hikaye denilebilir. En azından kurgusu sağlam. Ancak okuyucunun hikayeye yakınlaşmasına izin vermeyecek kadar hızla ilerliyor ve çok az ayrıntı içeriyor. 

"Bir Çatışma", kimsenin yenemediği yaşlı bir satranç oyuncusu ve onunla kapışmaya gelen yetenekli bir gencin oyununu anlatırken, Suskind'in bir diğer romanı Güvercin'in sonunu anımsatan bir bitişi var. Biraz saçma denilebilir. 

"Maître Mussard'ın Vasiyeti" çok iddialı olmaya çalışan, bunu okuyucunun gözüne soktuğu için sevmediğim bir hikaye. Midyeleşen bir dünya içinde midyeleşen bir adamın öyküsü. 

Üçbuçuk Öykü, bir parça hayalkırıklığı kitabı oldu benim için. Okunmasa da olur diyeceklerimden..


KESİNLİKLE,BELKİ / DEFİNİTELY,MAYBE [2008]


Bir daha böyle eften püften film izlemeyeceğim diye kendi kendime söylenip tekrar aynı hataya düştüğüm filmlerden biriydi. Romantik komedi güya.


6 Kasım 2010 Cumartesi

GÜVERCİN_Patrick Suskind

Yayın Evi: Can Yayınları
Basım Yılı: Mart 2010
Sayfa Sayısı: 75


Bir romandan ziyade fobik bir uzun öykü Güvercin. Paris'te bir pansiyonun çatı katındaki odasında kimsesiz ve tekdüze denilebilecek bir hayat süren Jonathan, bir bankada bekçilik yaparak geçinmektedir. Uzun yıllar çalışmasının karşılığında biraz para biriktirmiş, içinde oturduğu odayı satın almak üzeredir. Bir sabah odasından çıkıp ortak kullandıkları banyoya yöneldiğinde koridorda açık kalan pencerelerin birinden gelmiş bir güvercinle karşılaşır. Bu zavallı, küçük hayvan onu öylesine panikletir ki, eşyalarını toplayıp oradan kaçmaya karar verir. Zar zor kendini dışarı atıp  işe gider, gün boyu aksilikler peşini bırakmayacak ve bu tuhaf hikaye sürpriz denilebilecek bir sonla bitecektir. 


Güvercin'i yazara dair daha fazlasını görebilmek için okudum. Abartılı ama sıkıcı olmayan bir hikayeydi. Baş karakterin ruh hali gayet iyi tasvir edilmiş ama böyle bir sıkıntıya aşina olmayanlar için yadırganabilir nitelikte tabii. Hikayenin en çok sonu hoşuma gitti, aslında zaten böyle olmalıydı deseniz de kitap boyunca çok farklı yönlere sürüklendiği için konu yine de bunu beklemiyorsunuz. 


Peki kitap okunmağa değer mi? Patrick Suskind iyi bir yazar olduğu için elbette. Yine de henüz okumadıysanız Koku'yu okuyun, yazacağı yeni uzun romanı beklerken, hikayelerinden uzak durun derim. 


  

5 Kasım 2010 Cuma

TÜYAP KİTAP FUARI 2010

Bu fuar ziyareti daha önce hiç olmadığı kadar düzenli ve hızlı oldu benim için, hâlâ bunun şaşkınlığı içerisindeyim :) Gidiş dönüş toplam 3 saat, dolaşma da yine aynı şekilde 1,5 saat sürmüş. Hangi yayınevinin nerede olduğunu daha önceden belirlediğim, listelerimi de sıkı tuttuğum için girmemle çıkmam bir olmuş gibi. Ama mahşerî çocuk kalabalığının uğultusu ve engelleriyle başetmeye çalışırken böylesi  daha iyi oldu. Nokta atışları şeklinde istediğim kitaplara baktım, bir çoğunun (indirimleri dahil) internetten edindiğim fiyatlardan daha fazla olduğunu görünce 33 kitaplık listemden sadece 5 kitap aldım.

Görme Biçimleri_John Berger (Metis)
Bir Aşk Söyleminden Parçalar_Roland Barthes (Metis)
Mantissa_John Fowles (Ayrıntı)
Abanoz Kule_John Fowles (Ayrıntı)
Parfümün Dansı_Tom Robbins (Ayrıntı)

Fowles okumalarına devam hevesiyle, Fransız Teğmenin Kadını da henüz okunacaklar sırasında beklerken, şimdilik sadece Abanoz Kule'yi alacaktım ama Mantissa öylesine güzel bir kapak resmine ve renge sahipti ki dayanamadım. Parfümün Dansı ise uzun yıllardır adını bildiğim, okumak istediğim ama nedense bir türlü sıra gelmemiş bir kitaptı. Daha önce Fowles'in Koleksiyoncusu da öyleydi benim için, okuduğumda fazlasıyla beğenmiştim, bu defa da benzer bir beklentim var Tom Robbins'in kitabından. Kapağıyla beni cezbeden bir de Villa Meçhul vardı aynı yazarın romanlarından fakat belli bir tanışıklıktan sonra kendisine yönelmeyi daha uygun buldum. Kitap alırken ani kararların zararını çok görmüş biri olarak temkinli olmayı öğreniyorum zannedersem. :)

Metis ve Ayrıntı Yayınları indirimlerini makul düzeyde tutmuşlar. Ayrıca Metis'tekiler hayli ilgili ve güleryüzlüydü. Can Yayınları'nın kitaplarının fuarda paketli oluşuna hiçbir zaman anlam verememişimdir. Bu sene de aynı şekilde, eksideydiler. Altın Kitaplar'a ise esef etmek gerek ki eğer bir parça daha özenli fiyat belirleselerdi onlardan alacağım 11 kitap mevcuttu, kitapyurdu ya da hepsiburada'dan almaya niyet ederek vazgeçtim.

Bu sene 4. salonun bir kısmı Sahaflar'a ayrılmış, el yazmaları, eski gazeteler, dergiler v.s. içeren  hoş sergiler vardı. Bu dönem sahaflardan Ellery Queen yada John Dickson Carr aramaya niyetlenmiş biri olarak kendilerine dair bir iz bulamadığımı ifade etmem lazım. Gerçi Christie'den başka polisiye okumak hep zor gelmiştir bana ama  denemekte fayda var diye düşünüyorum.

Kitap fuarlarının özellikle Tüyap'ın havasına bayılsam da, bu seferkinin alışveriş açısından çok da mantıklı olmadığını söylemem lazım. Ama aklımdaki kitaplara dokunup, bir parça okumak ve kesin kararlar vermek yönüyle faydalı oldu benim için. Yalnız hafta içi ilk birkaç günden sonra gidilmez olduğuna kesin kanaat getirmiş bulunmaktayım. Kitap fuarlarını ve çocukları çok seviyorum ama bir arada değillerken..  :)
.

16 Ekim 2010 Cumartesi

JAPON SARAYI_Jose Mauro de Vasconcelos

Yayın Evi: Can Yayınları
Basım Yılı: Ekim 2009
Sayfa Sayısı: 98

Şeker Portakalı'nı okuyup sevdiyseniz, ondan daha kısa, az ve hafif ama benzer lezzetteki bu öyküden de keyif alacaksınız demektir.

Japon Sarayı, çocukluğundan kalma hayaletleriyle bir pansiyon odasında yaşayan, içinde bulunduğu şehrin sokaklarında düşler kurarak gezen bir ressamın, Pedro'nun hikayesini anlatıyor. Ona hoşgörüyle gülümseyen bir evsahibesi ve atölyede yaptığı resimlere kıymet veren ustasından başka kimsesi olmayan bu genç adam, bir Nisan ikindisinde, her zaman gitmek alışkanlığında olduğu parkın banklarından birinde hayallere dalmışken Japon giysileri giymiş, çekik gözlü bir adamın yanına oturduğunu farkeder..  Yabancı biraz konuştuktan sonra ona, yeryüzünde herkesin göremeyeceği harikalardan biri olan Japon Sarayı'ndan bahsedince ressam, orayı muhakkak görmek istediğini söyler. Pedro ve yeni arkadaşı Japon Sarayı'na doğru yola çıkarlar.. Kitap o güzelim hayal mekanında ressamı bekleyen bir Japon prensi ve onun ilginç güçleriyle gelişen olayların ardından, hüzünlü ama mutlu bir şekilde son bulur.

Biraz mecburiyetten, biraz tesadüfen elime geçen bu kitabı tebessüm ederek okudum. Yaşınızın derdinde değilseniz, uyumadan önce sizi içinde bulunduğunuz alemden alıp götürerek bir parça mutlu edebilecek, güzel bir hikaye Japon Sarayı. Gönül rahatlığıyla tavsiye ediyorum.

.

ŞENLİKLİ BİR CİNAYET_Gilbert Adair

Yayın Evi: Yapı Kredi Yayınları
Basım Yılı: Haziran 2010
Sayfa Sayısı: 203

Son zamanlarda okuduğum kitaplarla inişli çıkışlı zamanlar yaşıyorum. Nispeten uzunca bir zaman dilimine yayılıp, farklı farklı ruh hallerine denk gelen sayfaların etkisi de başka başka oluyor tabii. Kitabı okumaya başladığım gün çok hastaydım, böylece ilk sayfalar fena halde sinirime dokunmuştu. Klasik polisiyeleri hicvetmeye çalışan bir kitap olduğunu bilsem de, gözüme gözüme batan kurgu karakterlerini bu kadar yapay beklemiyordum sanırım. Mekanları, cinayetin şeklini, ipuçlarını ve ilişkileri, ağrıdan şişmiş kafama dolduracak halde de değildim. Alışma evresini ve beraberinde hastalığı atlattıktan sonra eğlence için yazılmış ve sırf o amaçla okunması gereken Şenlikli Bir Cinayet'i daha bir kendi kefesinde değerlendirerek hızla bitirdim.

Şenlikli Bir Cinayet, Noel tatili için ıssız bir kır köşkünde bir araya gelen misafirlerden birinin kilitli bir oda cinayetine kurban gitmesi ile başlıyor. Kar yüzünden evde mahsur kalan şüpheliler  komşu köşkte oturan emekli bir Başmüfettiş'ten yardım istiyor. Başmüfettiş, evdeki herkesi resmi olmayan bir  soruşturmaya tabi tutuyor, bütün konukların eski defterleri ve maktülle alakaları ortaya dökülüyor. Nihayetinde dedektif romanları yazarı Evadne Mount'un da yardımıyla katilin kim olduğu anlaşılıyor.

Genel olarak polisiye çok iyi yazılmadığı sürece hastası olduğum bir tür değilken benim için, bir de böyle tabiri caizse yazarın eline yüzüne bulaştırdığı bir kitap üzerine iyi şeyler söyleyemeyeceğim. Yer yer fazlasıyla uzayan konuşmalarıyla iç sıkan, çözümleri ve bağlantıları zayıf bir kitap. Kalifiye bir okursanız yanından geçmemenizde fayda var.. :)

.

12 Ekim 2010 Salı

AY VE ALTI PARA_Somerset Maugham

Yayınevi: Can Yayınları
Basım Yılı: 1985
Sayfa Sayısı: 267

Ay ve Altı Para, kütüphanede İngiliz Edebiyatı okumalarına geldiğim sırada sık sık karşıma çıkan, listeye aldığım fakat okuma fırsatı bulamadığım bir kitaptı. Poirot Haftası'nda Agatha Christie'nin Beş Küçük Domuz'unu yeniden okuduğumda bu kitaptan bahseden şu bölüm beni meraklandırdı:

"Poirot onun kararına boyun eğdiğini göstermek istermiş gibi ellerini iki yanına açtı. Gitmek için ayağa kalkarken de, "Size basit bir soru sorabilir miyim?" dedi.
"Neymiş o soru?"
"O felaketten birkaç gün önce bir kitap okuyordunuz değil mi? Somerset Maugham'ın Ay ve altı kuruş adlı kitabını?"
Angela ona hayretle baktı, " Sanırım.. a,evet bu doğru." Belirgin bir merakla Belçikalı dedektifi süzdü. "Bunu nasıl anladınız?" 
Poirot gülümsedi. "Size basit konularda bile bir sihirbazdan farklı olmadığımı göstermek istedim, matmazel. Benim de bana söylenmeden bildiğim bazı şeyler vardır."


Ve Ay ve Altı Para'yı -yeni basımı olmadığı için biraz zorlukla da olsa- bulup okudum.  Niyetim iki kitap arasındaki bağlantının ne olduğunu keşfetmek olduğundan daha bir dikkatle incelediğimi söylememe gerek yok sanırım, fakat Christie'nin kitabındaki Amyas gibi Ay ve Altı Para'nın başkişisi Charles Strickland'ın da çevresine pek aldırmayan bir ressam olması dışında bir ortak payda bulamadım. Kitabın içinde kitabı okuyan (!) Angela gayet muzip, oyunlar yapmaktan hoşlanan genç bir kız ve cinayetin işlenmesinden kısa bir süre önce komşuları olan kimyagerin evinden Kediotu esansı alıyor. Bu yaptığına ilham verecek bir şey olabilir mi Ay ve Altı Para'da diye baktım, onunla da alakası yoktu.Bu gizem bir süre daha sırrını muhafaza edecek gibi görünüyor.

Kişisel okuma serüvenimi bir kenara bırakıp kitabın konusuna ve tarzına gelirsek, Londra'da evli ve çocuklu bir borsacı olan Charles Strickland'ın tekdüze hayatını ve yakınlarını terkedip Paris'e giderek resim yapmaya başlaması, etrafındakileri hiçe sayan, zarar veren tavırlarına devamla, sanatta bir deha olarak kabul edildiği dönemde Tahiti'ye gidişi ve orada bir yerli kadınla evlenerek ömrünün son yıllarını geçirmesini anlatıyor.

Somerset Maugham kitabını meşhur ressam Paul Gauguin'in hayatından esinlenerek yazmış. Ay ve Altı Para'da sanata dair daha fazla cümle uman biri olarak hayalkırıklığına uğradığımı ifade etmem lazım. Yazar sanat eleştirisi yapacak denli donanıma sahip olmadığını romanın anlatıcı kişisi aracılığıyla da ifade ediyor zaten. Yalnızca, ideali uğruna hiç bir şeyi gözü görmeden, herşeyi yakıp yıkabilecek bir adamın acımasız, duygudan yoksun hikayesini sunuyor bize diyebiliriz.

Ay ve Altı Para, şiirsel ve etkileyici ismini yine yazarın başka bir kitabında geçen "Gökteki ayın hasretiyle yanan, ayağının dibindeki parayı görmez." cümlesinden alırken, üslûbundaki yavanlıkla zamanın gerisinde kalmış bir kitap. Hayli ağır ilerleyişi okuyucuyu bunaltabiliyor maalesef. Yerine okunabilecek çok daha iyi kitaplar varken boşuna vakit kaybetmemek gerek diyorum.

.

2 Ekim 2010 Cumartesi

BEYAZ GECELER_Fyodor Mikhaylovich Dostoyevsky

Yayın Evi: Kum Saati Yayınları
Basım Yılı: 2003
Sayfa Sayısı: 123 (Beyaz Geceler öyküsü 71 sf)

Yalnızca ismini duyduğumda bile içimin titrediği bazı kitaplar var hayatımda. Hüzünlü yahut kederli bir zaman diliminde okuduğum, yüreğime çok yakın bulup bağlandığım nahif öyküler.. Ne onları bilmeyen gözlerden saklayacak denli hasis biriyim, ne de sürekli değişen kendimden. Yeri geldikçe bahsetmekten yana bir sıkıntım olmadı hiç fakat böyle kitaplardan biri olan Beyaz Geceler'i beş sene sonra yeniden okuyunca hata ettiğimi anladım. O bildiğim, okuduğum en güzel, saf ve lirik hikayeydi yine, bense başka biriydim artık, ona nüfuz edemeyen, beni sarmasına izin vermeyen.. Anlıyor fakat yabancılıyordum yazılanları.

Bu öykü, onu yazdığında kendisi de Beyaz Geceler'in anlatıcı kişisi gibi 28 yaşında genç bir adam olan Dostoyevski'nin erken dönem eserlerinden. Tıpkı bu uzun hikaye gibi yoğun bir coşku, heyecan ve safiyâne bir anlatıma sahip ilk romanı İnsancıklar'dan kısa bir süre sonra kaleme aldığı Beyaz Geceler, onun belki en yetkin yazıtlarından değil ama usta yazarın perdesiz ruh haline dair çok şey barındırıyor.

"Ancak gençken yaşanabilecek olağanüstü gecelerden biriydi, sevgili okuyucu. Gökyüzünün aydınlığına, yıldızların parıltısına bakıp da "Böylesine güzel bir gökyüzü altında, gerçekten kötü insanlar, öfkeli ve hırçın insanlar nasıl bulunabilir!" diye düşünürsünüz. Bu düşünce yine gençlik düşüncesidir. Dilerim sizin yüreğiniz de olabildiğince uzun bir zaman genç kalsın." diyerek başlayan hikayenin ilk paragrafı benim yukarıda anlatmak istediklerimin tamamına yakınını özetliyor bir bakıma. Bu ancak genç ve üzerine henüz gölgeler düşmemiş bir yüreğin yazabileceği bir hikaye.. Ki mümkünse yine vakit çok geçmeden okunmalı diye düşünüyorum.

Birinci tekil şahıs dilinden hemhal olduğumuz öykü, genç adamın bize hayatını anlatmasıyla başlıyor. Bir hayalperestin iç dünyasına dair sözlerini okuduğumuz ilk birkaç sayfa hikayede en sevdiğim kısımlardandır.  Bilhassa arkadaşlık kurduğu evlere dair söyledikleri, yalnızlığı ve çekingenliğini tanımlayışı, edebi göndermeleriyle çok iyi bir başlangıcı vardır bu güzel hikayenin.

Bu müstesna girişten sonra, St. Petersburg'da yalnızca birkaç saat süren gecenin ardından güneşin yeniden doğduğu yaklaşık 2 aylık bir dönem olan beyaz gecelerden birinde tek başına yaşadığı pansiyona dönerken nehrin üzerindeki köprüde bir genç kıza rastlar kahramanımız. Kız hıçkırarak ağlamaktadır. Zor da olsa genç adamın ona yakınlaşması ve sohbet etmeye başlamalarıyla öyküler içiçe geçerek ilerler..

Beyaz Geceler'in konusuna dair bu kadar anlatmak kafi sanırım. Kitabı okuduktan uzun zaman sonra bir filmi olduğunu öğrendiğimde çok heyecanlanmıştım. 1957 yapımı, İtalyan yönetmen Luchion Visconti'nin yorumuyla Beyaz Geceler'i izlemeden duramadım. Film kendi çapında başarılı bulunmuş ve Beyaz Geceler'in diğer versiyonlarına öncülük etmiş olmasına rağmen, daha önce kitabı okuduğumda zihnimde çektiğim filmle uzaktan yakından alakası yoktu elbette. Yine de hala akıllanmamış olmalıyım ki bu güzelim hikayeyle bir şekilde bağ kuran diğer filmleri araştırdım ve enteresan bir liste çıktı önüme."Battı balık yan gider" mantığıyla kendilerini izlemek niyetindeyim:

-1971 Cafer Bey: İyi Fakir Kibar (Ahmet Üstel'in uyarlamasından, Feyzi Tuna yönetmenliğinde)
-1971 Qoatre nuits d'un reveur_Bir Düşçünün Dört Gecesi (yönetmen Robert Bresson)
-2003 Shabhaye Roshan (İran yapımı yönetmen Ferzat Motaman)
-2003 İyarkai (Tamil filmi, S.P. Jananathan yönetmenliğinde)
-2007 Saawariya (Hint filmi, Sanjay Leeia Bhansali yönetmen)

Sevgili kitabımı henüz okumamış olanlar için tavsiye ederken, Beyaz Geceler'in izinde giderek hikayeyi anlayabilmek ayrıcalığına halihazırda erişmiş olanların da yorumlarını bekliyorum. Bu arada (ilk gözağrım olarak :) resimde görülen ve Kum Saati Yayınları'ndan çıkan yerine Can Yayınları'nda basılan Beyaz Geceler'i edinirseniz sağlam bir önsöz ve sunuşla hikayeyi daha zengin bir şekilde okuma fırsatı bulacağınızı da eklemek isterim.

29 Ağustos 2010 Pazar

BİR TUHAF TURTA DAVASI_Alan Bradley

Yayın Evi: Domingo
Basım Yılı: Şubat 2009
Sayfa Sayısı: 343

Uzun zamandır "Bir Tuhaf Turta Davası"nda olduğu kadar enteresan bir okuma süreci geçirmemiştim bir kitapla. İlk 10-15 sayfasını hızla okudum, müthiş eğlendim ve beğendim, sonra birden yavaşladı kitap sıkılmaya başlar gibiydim fakat kısa süre sonra tekrar ivme kazandı, merakla devam edip bitirdim. Kapağı kapatıp vedalaşmadan evvel son kanım da gayet iyi bir kitap olduğu yönünde idi.

Romanın baş kişisi Flavia de Luce itinayla oluşturulmuş çok yönlü bir karakter. Kendisi, bu ilginç polisiye romanın dedektifi, onbir yaşında, kimya ilmine tutkun, keskin zekalı, biraz huysuz ama çok eğlenceli ve doğal olarak (!) hayli meraklı bir kız. Babası ve iki ablası Ophelia ve Daphne ile İngiliz kırsalında aileden kalma, eski bir malikanede yaşıyorlar.

Evlerinin kapısı önünde, ağzında Penny Black posta puluyla ölü bir çulluk bulunmasıyla başlayan olaylar silsilesi, bahçede salatalıkların arasında son nefesini veren meçhul bir adam ve Flavia'nın babasının tutuklanmasıyla devam ediyor.

Kitaptan önce yazarı üzerine çok fazla şey okumamıştım, hal böyle olunca roman boyunca bilgi birikimine ve bunu kurgunun içine ustaca yerleştirmesine hayran kaldım. Ariadne Oliver gibi bir düşkünlüğü olduğunu varsaydığım yazarın, bilhassa elma üzerine benzetmeleri çok başarılıydı. "Ağzında buz erimez bir eda" gibi tasvirleri, derinlemesine karakterleri okudukça elimdeki kitabın bir ilk roman olduğuna inanasım gelmiyordu. Edebi sanatların yerli yerinde, etkileyici bir şekilde kullanılması polisiye yazınında sık rastlanan bir şey değildir. Ticari değil de iyi bir şey yazmak için bir parça kaygıları varsa, buna çabalasalar da çoğunlukla yapmacık durmak suretiyle ters teper. Her cümlesi sağlam ve sıkıca örülmüş "Bir Tuhaf Turta Davası"nın yazarı Alan Bradley'in yaşına ve hayatına dair öğrendiklerimde bütün sorularımın cevabını da bulmuş oldum daha sonra.

Flavia'nın yeni maceralarını yazmakta olduğunu duyduğum yazarın kitaplarını merakla bekliyorum ve ömrünün vefa etmesini umuyorum bu küçük kızın büyümesi için. Alan Bradley'in dedektifinin yaşını küçük tutmasından uzun vadeli planları olduğu da anlaşılıyor. Agatha Christie'nin Poirot'yu emekli bir adam olarak ortaya çıkardığına yıllar geçtikçe pişman olmasından ders almış olmalı ki onun gibi bir hataya düşmemiş. Kitapta polisiyenin kraliçesine dolaylı ve doğrudan göndermeler de mevcut zaten.

Romanın sonlarına doğru Flavia'nın aşçı Mrs. Mullet'e turta ile ilgili yaptığı konuşma ve kadının verdiği cevaplar, o karşılıklı komik söz düellosu beni çok güldürdü,kitabı genel olarak beğendiysem, o kısma bayıldım desem yeridir.

Bu "turtanın içi gibi tatlı" romanı mutlaka okumanızı tavsiye ediyorum.
.
.
.
.

23 Ağustos 2010 Pazartesi

ALİCE HARİKALAR DİYÂRINDA [2010]


Kurduğu harikalar diyârının nefâsetine rağmen, Tim Burton başkalarının masallarına müdahale etmek yerine, Corpse Bride ve Nightmare Before Christmas gibi kendi harikulâde masallarını anlatmaya devam etse çok daha yerinde olur diye düşünüyorum. Muhakkak böyle bir film yapması, Alice'in hikayesini kendine göre anlatması lâzımsa, Johnny Depp ve Helena Bonham Carter'ın oynadığı, Lewis Carroll'un birbirinden enteresan karakterlerinin etrafta dolaştığı bu filmin hali hazırda olandan çok daha iyi bir senaryosu ve arkası dolu karakterleri, daha özenli diyalogları olması gerekirdi.

Filmin hem çok hoşuma giden, hem de hiç anlam veremediğim tarafları var. Çılgın Şapkacı'nın (Johnny Depp) çay partisinde Alice'e elleriyle elbise kesip biçerken bir diğer Tim Burton klasiği olan Edward Makaseller'i anımsatması, o tatlı, pis sırıtışıyla belirip kaybolan tombul Cheshire kedisi ve güllerden tırtıla, kraliçelerden Tumbadik ve Tumbadız'a varıncaya kadar tüm animasyon çizimleri, hatta bitiş jeneriğindeki rengarenk mantarlar çok hoştu ama (..)





  

22 Ağustos 2010 Pazar

TELL TALE [2009]


Hakkında "Edgar Allen Poe'nun hikayesinden esinlenilmiş film, kalp nakli yapılmış bir adamın, yeni kalbinin asıl sahibine ait intikam duygularını hissetmesi üzerine gelişiyor.." denildiğini duyunca, karşıdan bakıldığında hayli ilgi çekici duruyor Tell-Tale. Daha önce Broken'daki steril oyunculuğunu beğendiğim Lena Headey'ın başrolde olması, gri-karanlık kasvetli atmosferi izlemeye karar vermem için yeterliydi. Fakat maalesef bölük pörçük senaryosuyla tam hayalkırıklığı olan bir filmle karşılaştım. 

Josh Lucas'ın canlandırdığı Terry Bernard kalbinden hastadır. Kendi halinde, küçük kızıyla bir yaşam sürerken, ona uygun bir kalp bulunur ve bir ameliyat geçirir. Terry iyileştikten sonra anlam veremediği hisler duymaya ve yaşamadığı bazı şeyleri hatırlamaya başlar. Ödünç aldığı kalbin sahibi, karısıyla birlikte hunharca işlenen bir cinayete kurban gitmiştir. Genç adam katillerin izini sürmeye ve intikam duygularıyla yanıp tutuşmaya başlar. Bu esnada yanında olan tek kişi bir süredir duygusal bir ilişki içerisinde olduğu, kızının doktoru Elizabeth'(Lena Headey)tir. 

Film ile ilgili nette çok fazla bilgi bulunmadığı için bilhassa üzerine birkaç kelâm yazmak istedim. Tell-Tale ile vakit kaybetmek yerine, kalbin hafızası üzerine çok daha iyi bir film olan 21 Grams'ı izlemenizi tavsiye ediyorum.  




VAVİEN [2009]




 Yeni dönem Türk filmleri içinde, kalitesiyle öne çıkan iyi bir film Vavien. Engin Günaydın'ın senaryosunu yazdığı ve başrol Celal kıyafetinde oynadığı, Durul-Yağmur Taylan Biraderler'in yönettiği film Tokat Erbaa'da çekilmiş. İzleyeli uzun zaman oldu ama hafızamda iz bırakan özellikle filmdeki ailenin komşularıyla birlikte pikniğe gittikleri Düden Şelaleleri'nin güzelliğiydi. 

Sağanak yağmurla rengi gri-maviye dönen filmin piknik sahnesi, Sevilay rolündeki Binnur Kaya'nın duru ve doğal tavırları, sahici mekanlar-renkler-çekim açıları çok iyiydi. Zorlama gibi duran tek nokta, Serra Yılmaz'ın ses tonu ve tonlamalarıydı bana göre ki kendisi sevip takdir etmediğim bir oyuncu da değildir esasında. 

Filmle ilgili yazıların hemen tamamında bulunan "vavien" açıklamasını tekrarlamaya gerek yok sanıyorum ama Celal'in hayatını iki yönlü idare edemeyişine gayet güzel oturmuş bu tanım. Kara mizah öğeleri, şaşkın karakterleri, gerilimi, sakinliği ve ironisiyle Vavien izlemeye değer filmlerden.