21 Şubat 2021 Pazar

GİZLİ BAŞYAPIT Honore de Balzac

Yayın Evi: Can Yayınları 
Basım Yılı: 2020
Sayfa Sayısı: 56

Edebiyata meraklı hemen herkes gibi; Balzac'ın okumadığım romanı birkaç taneyi geçmese de, daha önce hiçbir hikayesini okuduğumu hatırlamıyorum. Hatta Picasso, Cezanne, Henry James gibi isimleri de derinden etkilemiş, eserlerine yansımış bu uzun hikayesi; Gizli Başyapıt'tan yakın zamana kadar haberim bile yoktu. 

17. yüzyıl Paris’inde, genç ressam Nicholas Poussin, hayranı olduğu bir resim ustasını; François Porbus'u görmek isteyerek evine gelir, kapıda tereddüt ile dururken yaşlı bir adamın ardından gelişiyle birlikte içeri girerler. François, tuhaf kılıklı, şeytani görünümlü ihtiyara büyük bir hürmet gösterir, adamsa onun üzerinde çalıştığı tabloyu eleştirerek fırçayı eline alır ve onlara ayaküstü bir sanat dersi verir. 

Dahi bir sanatçı olan Franhofer, on senedir kimseye göstermediği bir yapıt üzerinde çalışmaktadır. Resminde gerçekliğe ve kusursuzluğa ulaşmak arzusuyla yanmakta ise de buna bir türlü muvaffak olamamıştır. Çırak ve kalfa, tüm imkanlarını 'Usta'nın önüne serecek ve o gizemli eserini tamamlamasına yardım edecekler fakat sonuç hiç de beklenildiği gibi olmayacaktır.. 

Eleştiri yazılarında ve önsözünde çılgınca övülmesini anlayabiliyorum, etkileyici bir hikaye, sıradışı bir sanatçının; Zweig'in deyişine göre bizzat Balzac'ın arayışlarının öyküsü bu ama biraz fazla uzatılmış sanki. Bir de zavallı Gilette'i harcamaya ne gerek vardı?

Resminizde yaşamın görüntüsü var; ama ondan taşan şeyi, zarfın üstünde uçuşan o bulutsu, o ne idüğü belirsiz, belki ruhun ta kendisi olan şeyi dışavuramıyorsunuz; Tiziano‘nun ve Raphaello‘nun yakaladığı o yaşam çiçeğini tutamamışsınız. Vardığınız bu uç noktadan yola çıkarak çok iyi resimler yapılabilir belki; ama çabuk yoruluyorsunuz. [sf 28]

Konuşurken resmin her köşesine dokunuyordu tuhaf ihtiyar: fırçasını kimi yere iki, kimi yere yalnızca bir kez değdiriyor  ama bu dokunmalar tamı tamamını yerini buluyor ve sanki yeni, ışıklar içinde bir tablo çıkıyordu ortaya. [sf 31]

Doğa, birbirinin içine giren yuvarlaklıklardan oluşur. Sözcüğün gerçek anlamıyla desen yoktur! Gülmeyin genç adam. Bu söz size ne kadar tuhaf gelirse gelsin, günün birinde nedenlerini kavrarsınız. Çizgi, ışığın nesneler üstündeki etkisini vermek için insanoğlunun bulduğu bir yöntemdir; ama doğada çizgi yoktur, orada her şey doludur. Nesnelerin kabardısını ortaya çıkartırken desen çizeriz biz, yani nesneleri bulundukları ortamdan ayırırız; bedene görüntüsünü, yalnızca gün ışığının dağılımı verir. Bu yüzden çizgilerin kesinleşmesini istemedim; çevre çizgileri üstüne bir sarışın ve sıcak ara tonlar bulutu yaydım; öyle ki çevre çizgilerinin zeminle buluştuğu kesin noktayı parmakla göstermek olanaksız hale geldi. Böyle bir çalışma, yakından bakıldığında pamuksu, kesinlikten uzak bir görünüm sergiler ama iki adım geri çekilindiğinde her şey durulur, güçlenir, birbirinden ayrılır. Beden dönmeye, biçimleri öne çıkmaya başlar; çevresindeki hava akımı duyumsanır. Ne var ki, daha hoşnut değilim, kuşkularım var. Belki de tek bir çizgi bile çizmemek ve bir figürü ortasından başlayıp önce en aydınlık çıkıntıları ele almak, sonra da en koyu yerlere geçmek en doğrusu. [sf 36]

Gilette'in dudaklarında uçuşan gülümseme de bu tavan arasına bir altın ışıltısı saçıyor ve göğün parlaklığıyla yarışıyordu. Güneş her zaman açmıyordu ama o hep oradaydı; kendini bütünüyle aşkıma vermiş, mutluluğuna olduğu kadar acısına da bağlanmıştı ve sanatı ele geçirmeden önce sevda işinde kabına sığamayan bu üstün yeteneği varlığıyla avutuyordu. [sf 41]

15 Şubat 2021 Pazartesi

GÜL ŞİİRLERİ İskender Pala

Yayın Evi: L&M Yayıncılık
Basım Yılı: 2003
Sayfa Sayısı: 128

Gül Şiirleri'ni basıldığı yıl, Tüyap Kitap Fuar'ından almışım. Sonradan kapandı sanırım; o dönemde İskender Pala'nın kendi kitaplarını yayınlamak üzere kurduğu Leylâ ile Mecnûn (El-em) Yayıncılık'tan bu kitapla beraber Divan Edebiyâtı'na dair birkaç kitap daha edinerek çıkmıştım. O aralar kitabı sürekli karıştırıp dururdum ama baştan sonra okumak bu zamana kısmetmiş. 

Divan Şiiri, Tekke Şiiri, Saz Şiiri, Cumhuriyet Sonrası Türk Şiiri ve Serbest Şiir bölümlerinden oluşan kitap, bu türlerde içinde gül kelimesi, teması geçen şiirleri iktibas ediyor, bazılarını biraz da açıklayıp inceliyor. 

İncecik, hacmi belirli bir antoloji olduğu için az sayıda gazel, şiir, dize içerse ve biraz tadımlık olsa da, edebiyatı ve gül motifini sevenlerin kitaplığında bulunması hoş olur diye düşünüyorum. 

Bir mevsim-i bahârına geldik ki âlemin
Bülbül hamûş, havz tehî, gülsitân harâb

(Dünyanın öyle bir mevsimine geldik ki, adına bahar diyorlar ama ne hikmetse bülbül susmuş, havuzda su çekilmiş ve gül bahçesi de çiğnenmiş...) [İzzet Molla, sf 14]

10 Şubat 2021 Çarşamba

ERİK ÇEKİRDEĞİ Lev Tolstoy

Yayın Evi: Can Yayınları
Basım Yılı: 2020
Sayfa Sayısı: 68

Erik Çekirdeği ile karşılaşana kadar Tolstoy'un masal yazdığını bilmiyordum ama öyle sade, anlamlı, son satırlarına kadar okurun heyecanını ayakta tutan, mini mini metinler yazmış ki,  küçük yaştaki okuyucular ve onun kalemini seven büyükler haricinde çocuklar için hikaye yazmak isteyenler de bu kitabı adeta bir ders kitabı niteliğinde defalarca okuyup istifade edebilir diye düşünüyorum. Kısa, öz ve çarpıcı yazma kılavuzu gibi bir kitap. 

Kitapta Erik Çekirdeği dahil, çoğunluğu bir sayfa, birkaç tanesi ise üç-dört sayfa süren ondokuz masal bulunuyor. Erik Çekirdeği, Küçük Kız ve Mantarlar, Dürüst Kadı, İki Arkadaş; insanlar hakkında masallardı ve onları özellikle beğendim ama diğer hikayeler de genelde sevgi ve umut dolu minik fabllar olarak okunmaya değerdi. 


6 Şubat 2021 Cumartesi

MORTİNA ESRARENGİZ GÖLDE TATİL Barbara Cantini

Yayın Evi: Çınar Yayınları
Basım Yılı: 2020
Sayfa Sayısı: 56

Mortina, çok eğlenceli bir seri, daha önce ilk üç kitabından bahsetmiştim. Dördüncü kitap; Esrarengiz Gölde Tatil de diğer kitaplar gibi çok şirin detaylara sahip, hafif matrak ve hayli hoş. Çevirisi de son derece iyi ve özenli. 

Mortina ve Ruhiye teyzesi, kuzen Dilbert'ın annesi Acuze teyze'den gelen davet üzerine, Büyükamca Ruhsoy'un kafasını da alıp köpekleri Gamlı'nın şoförlüğünde, Büyük Kızıl Ay'la çakışan yaz gündönümünü kutlamak üzere Küflü Meşe Villası'na giderler. Eşyalarını bıraktıktan sonra hep beraber evin bahçesindeki büyük gölün kenarına inerler, niyetleri biraz yüzmek ve dinlenmektir ama bu sırada villa kapısına bir memurun geldiğini ve evde kimse yaşamadığı, herhangi bir mirasçı da ortaya çıkmadığı için mülkün açık artırmayla satılacağına dair bir levha astığını görürler. Mortina ve tüm misafirler elbirliğiyle Acuze teyze ve Dilbert'in evlerinden olmamasının bir yolunu bulmak için kolları sıvar..

Büyükamca homurdanıp duruyordu çünkü geceden yola çıkmak istemişti ama Ruhiye teyze her zamanki gibi, 'Akşam ise yat, sabah ise git, ölü olsan bile!' demişti. [sf 4]


5 Şubat 2021 Cuma

RÜZGÂRIN ŞARKISINI DİNLE Haruki Murakami

Yayın Evi: Doğan Kitap
Basım Yılı: 2018
Sayfa Sayısı: 163

Haruki Murakami'nin bir beyzbol maçını izlerken roman yazabileceğine dair ilham gelip, mutfak masasında yazdığını söylediği ilk kitabı; Rüzgârın Şarkısını Dinle, 20'li yaşlarda, üniversite öğrencisi bir gencin hayatından kesitler sunuyor. Yazarın da sonsözde dediği gibi bir romandan çok uzun bir hikayeye benziyor. 

Daha sonra yazdığı romanlarda bu ilk gözağrısına bariz veya ufak tefek göndermeleri var Murakami'nin. Yaban Koyununun İzinde'deki Fare karakteriyle ilk defa burada karşılaşıyoruz, Haşlanmış Harikalar Diyârı ve Dünyanın Sonu'ndaki bir bozuk para mevzusuyla ve -henüz okumadığım- Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları'nda bir kesik parmakla göz kırptığı söyleniyor. 

Bu roman, Murakami okumaya başlamaya pek uygun bir kitap değil, hatta okunmasa bir kayıp olmaz ama yazarın iyi romanlarını bitirip, tarzına alışıp benimsedikten sonra külliyatta eksik kalmaması adına bakılabilir diye düşünüyorum. 

'Kusursuz metin diye bir şey yoktur. Tıpkı kusursuz umutsuzluk diye bir şeyin olmadığı gibi.' [ sf 1]

Benim için yazmak son derece ızdırap verici bir eylemdir. Bir ay zaman harcayıp tek satır bile yazamadım olur; bazen de üç gün üç gece boyunca hiç durmadan yazıp, sonra yazdıklarımı okuduğumda tamamen çuvalladığımı fark ederim.

Tüm bunlara rağmen, yazmak eğlenceli bir uğraştır. Çünkü yaşamanın zorlukları ile karşılaştırıldığında, yazmaya anlam yüklemek çok daha kolaydır. [sf 12]

Farkında olmak için uğraştığımız şeyler ile gerçekten farkında olduğumuz şeyler arasında derin bir uçurum vardır. Kullandığımız cetvel ne kadar uzun olursa olsun, bu derinliği ölçmek mümkün değildir. Benim buraya yazabildiklerim, bir listeden fazlası değil. Bu liste bir roman olmadığı gibi ne edebiyattır ne de sanat. Sayfasının ortasına tek bir çizgi çizdiğim bir defterdir bu. Yine de bundan küçük bir ders çıkarılabilir belki de. [sf 13]

Hayat boştur. Ancak, kurtuluş da vardır. Demek istediğim, en başta, her şey bu kadar boş değildi. Aslında bizzat biz çalışıp çabalayarak, var gücümüzle uğraşarak anlamin içini boşaltıp onu bomboş hale getirdik. Ne kadar çok çalıştığımızı, onun içini ne denli boşalttığımızı burada uzun uzun yazmayacağım. Çok zahmetli olur. Mutlaka öğrenmek isteyenler varsa, Romain Rolland'ın Jean-Christophe'unu okusun. Hepsi orada yazıyor. [sf 119]

Yaz kokusunu uzun zamandır ilk kez almıştım. Denizin kokusu, uzaktaki trenin düdüğün, birinin tenine dokunma hissi, şampuanının limonlu kokusu, akşamüzeri esintisi, umudun titrek ışığı ve yaz rüyası…

Ancak hiçbir şey eskisi gibi değildi; sürekli sağa sola kayıp görüntüyü bozan şeffaf kopya kağıdıyla çoğaltılmış gibiydi her şey ve öncekinden geri dönülmeyecek biçimde farklıydı. [sf 133]

Biri bana, Mutlu musun? diye sorsa, Sanırım öyle, demek dışında cevabım yok. Hayaller de sonunda böyle şeylere dönüşmez mi zaten? [sf 145]

Karmaşık, bilgece bir şeyler yazmaya çalışmayı bırak, dedim kendi kendime. “Roman“ ve “edebiyat” hakkındaki tüm yerleşik düşüncelerini unutup duygu ve düşüncelerini sana geldiği haliyle kaydet, özgürce, canın nasıl istiyorsa öyle. [sf 158]

İlk uzun romanımı yazmaya başladım., Yaban koyununun izinde. Bu romanın yazarı kariyerimin gerçek başlangıcı olduğunu düşünüyorum. Ne var ki, bu iki kısa çalışmam (Rüzgârın Şarkısını Dinle ve Pinball) başardıklarım arasında önemli bir yer tuttu. Benim için kesinlikle yerleri doldurulmaz, sanki çok eski arkadaşlarım gibidirler. Tekrar bir araya gelmemiz pek mümkün görünmese de, onların arkadaşlıklarını hiçbir zaman unutamam. O zamanlardaki yaşamımın çok önemli, değerli birer parçası gibi. Yüreğimi ısıtmış ve yürümek istediğim yolda beni cesaretlendirmişlerdir. [sf 162]


4 Şubat 2021 Perşembe

AĞAÇLAR Hermann Hesse

Yayın Evi: Kolektif Kitap
Basım Yılı: 2018
Sayfa Sayısı: 97

Ağaçlar, Hermann Hesse'in çeşitli kitaplarında geçen, ağaç, tabiat, bitkiler, çiçekler v.b. üzerine yazdıklarından pasajlar ve yine aynı konular üzerine birkaç şiirinden oluşuyor. Kitabın bir kısım sayfaları ise yeşil ağaç, yaprak ve bitki illüstrasyonlarıyla süslenmiş fakat kime ait oldukları maalesef belirtilmemiş. 

Bazı bölüm başlıkları ve şiir isimleri: Yaşlı Mor Kayın, Çiçekli Dal, Bahar Gecesi, Kestane Ağaçları, Rüya, Şeftali Ağacı, Huş Ağacı, Kestane Ormanında Mayıs, Karaormanlar, İhlamur Çiçekleri, Yaşlı Bir Ağaca Ağıt, Rüzgârlı Gece, Küçük Patika, Eski Bir Çiftlik Evinde Yaz Öğlesi, Eylülde Ağıt, Budanmış Meşe, Kırık Bir Dalın Gıcırtısı.. 

Sadece bu kelimelerden bile nasıl pastoral, romantik bir kitap olduğu anlaşılıyor zaten. Hesse'in zarâfetiyle cümleler yer yer devinen, bazen sakinleşen bir ırmak gibi akıyor.  
Sonra da o harikulâde akşam saatleri başlardı. Pencerenin derinliğinde tek başıma oturur, yaz gecesini, hafiften bunaltıcı sıcağın ve kestane ağacının iri mumları andıran beyaz çiçeklerinin soluk, hayaletimsi parıltısının ne kadar güzel olduğunu hissederdim. Ve karanlıkta, iri kestane ağaçlarının altında sevgililerin birbirlerine sokularak yavaş yavaş gezindiğini kaygı ve kederle görür, gülümü gömleğimin iliğinden üzgün üzgün çıkarır, pencereden dışarıya, arabaların, lokanta müşterilerinin ve sevgililerin geçtiği hafif tozlu, beyaz beyaz parlayan yola atardım. [sf 34]

Gezginde tüm hazların en hası, en incesi vardır, zira sevinci tadarken geçici olduğunu da bilir. Her çeşmeden içememesi umrunda değildir onun, bolluğa alışkındır zaten; kaybettiklerinin peşinden uzun uzun bakmaz, sevdiği her yere köksalmayı da arzulamaz. [sf 53]

Yalnız yaşıyorum; ufak tefek, gündelik ilişkilerde insanların yerine giderek eşyaları aldı haliyle. Yürüyüşe çıktığım baston, sütümü içtiğim fincan, masanın üzerindeki uzun vazo, meyve kâsesi, küllük, yeşil başlıklı ayaklı abajur, duvardaki resimler ve en önemlisi de, küçük evimin duvarlarını kaplayan kitaplar, uyurken, uyanırken, yemek yerken, çalışırken, iyi günde, kötü günde hep yanımdalar; çok yakından tanıdığım bu simalar yurdumda ve evimde olduğuma dair o hoş yanılsama duygusunu uyandırıyor bende. [sf 57]

Güzeldir çalışma odam, elimden alınması felaketim olurdu. Ama onun en iyi tarafı, küçük balkona açılmasıdır. Balkondan, koyları, dağları ve köyleriyle, yakın ve uzak düzinelerce köyleriyle Lugano Gölü'nü ta San Mamette'e kadar görmekle kalmam, yaşlı saygıdeğer ağaçların rüzgâr ve yağmurda salındığı, dar ve dik yokuşlu taraçalarda güzel, ulu palmiyelerin, gümrah kamelyaların, ormangüllerinin, manolyaların yükseldiği, porsukağacı, mor kayın, Hint söğüdü, ve her daim yeşil yaz manolyasının büyüdüğü eski, ıssız ve büyülü bahçeye de bakarım, ki benim için en güzeli budur. Penceremden görünen bu manzara, bu taraçalar, bu çalılık ve ağaçlar, odalardan ve eşyalardan daha çok aittir bana ve hayatıma, benim asıl arkadaş çevrem, asıl yakınlarım onlardır; ben onlarla yaşarım, yanımda onlar durur, onlara güvenirim. Ve bu bahçeye bakışım, bir yabancının büyülenmiş ya da umursamaz bakışının verdiğinden çok daha fazlasını verir bana, zira yıllardır günün ve gecenin her saatinde içli dışlıyımdır bu görüntüyle, her ağacın yaprağının, çiçeği ve meyvesinin oluş ve yok oluş evresini çok iyi bilirim, her biri dosttur bana, sadece ve sadece benim bildiğim sırlarını bilirim her birinin. Bu ağaçlardan birini kaybetmek bir dostu kaybetmek demektir benim için (…)

İlkbaharda bir dönem gelir, kamelya çiçekleriyle yakıcı bir kızıla keser bahçe, yazın da palmiyeler çiçek açar ve ağaçların tepesine kadar tırmanır mavi visteryalar. Fakat Hint söğüdü, ufaklığına rağmen kadim bir ağaçmış gibi görünen ve yılın yarısında üşüyormuşa benzeyen küçük, ecnebi Hint söğüdü, ancak yılın geç bir vaktinde cesaret eder yapraklarını çıkarmaya ve ancak Ağustos'un sonuna doğru çiçek açar.

Ama tüm bu ağaçların en güzeli artık yok, birkaç gün önce fırtınada kırıldı. Yerde yattığını görüyorum, henüz alıp götürmemişler, kırılmış ve parçalanmış gövdesi ile yerde yatan bu ağır, yaşlı devin bir zamanlar yükseldiği yerde, ötelerdeki kestane ormanının ve şimdiye kadar görünmez kalan birkaç kulübenin seçildiği büyük, geniş bir boşluk var şimdi.

O bir erguvan ağacıydı. (...) Bahçenin en güzel ağacıydı o ve yıllar önce burada bu evi kiralamamın nedeni de oydu. [sf 58]

Aşağıya bakınca Klingsor'un bahçesi ile karşılaşmıştım; bahçenin tam ortasında açık pembe çiçekler açmış dev bir ağaç parıldıyordu, ağacın adını sormuştum hemen, işe bakın ki, erguvan ağacıydı; ozamandan beri her yıl çiçek açtı, mezaryongiller gibi dalın kabuğuna yapışık milyonlarca çiçek verdi; çiçeklenmesi dört ilâ altı hafta sürerdi, ancak ondan sonra açık yeşil yapraklar verir, bu açık yeşil yapraklar arasındansa öbek öbek, koyu erguvan rengi gizemli tohum kapsülleri sarkardı. [sf 60]

Hemen yanı başlarında otlar, cılız, kısacık, kuru otlar büyür, üst tarafını kestanelerin gölgelediği, alt tarafına güneşin vurduğu dik bir de çayır vardır ve bu küçük, kurak, çoğu zaman tozlu çayırda baharın ilk günlerinde görülecek güzel şeyler olur hep, zira incecik, küçücük yüzbinlerce beyaz çiğdem çayırın yuvarlak sırtından aşağıya gümüşi bir kürk gibi, çok hafif ak zerreler ya da küf gibi yayılır. [sf 70]

Her çiçek meyve olmak ister,
Her sabahın arzusu akşamdır, 
Her şey fanidir bu dünyada, 
Değişimden, kaçıştan başka.

En güzel yaz bile ister hissetmeyi,
sonbaharı ve solduğunu. 
Sessizce dur, yaprak, sabırla dur,
Kaçırmak isterse rüzgar seni.

Oyna oyunlarını, savunma kendini,
Bırak olsun ne olacaksa.
Bırak, seni kıran rüzgarın esintisi, 
Uçursun seni yuvana. [sf 90]

Küvetin kenarında, pencereden esip gelmiş solgun bir yaprak, adı aklıma gelmeyen bir ağacın yaprağı duruyor; ona bakıyorum, damarlarını okuyorum, karşısında ürperdiğimiz ama onsuz hiçbir güzelliğin olamayacağı o tuhaf fâniliği soluyorum. Güzelliğin ve ölümün, hazzın ve fâniliğin birbirine bu kadar muhtaç, bu kadar bağlı olması ne harika! [sf 91]

1 Şubat 2021 Pazartesi

KEYİF EVİ Edith Wharton

Yayın Evi: Kırmızı Kedi Yayınevi
Basım Yılı: 2011
Sayfa Sayısı: 365

Edith Wharton'un daha önce İki Kız Kardeş kitabını okumuştum, Türk filmi tadında, fena olmayan bir romandı. Keyif Evi'nin de böyle hoşça vakit geçirmek için okunabilecek bir kitap olduğunu sanıyordum fakat maalesef öyle değilmiş. 

1800'lerin sonlarında, New York sosyetesinde açacak nadir bir çiçek olarak yetiştirilen Lily Bart, gençkızlık çağına geldiğinde babası iflas eder ve ölür. Annesi de giderek yoksullaşmalarına öfkesi ve üzüntüsünden birkaç sene sonra kocasını takip ettiğinde Lily hayatta yapayalnız kalıp tüm geleceğini etkileyecek bir dizi yanlış kararların içine yuvarlanacaktır.. 

Yazar, Keyif Evi'nde gereksiz yere sözü o kadar dolandırıyor, uzatıyor ki okumak adeta bir işkenceye dönüşüyor. Sosyetenin o küçücük böcek insanlarının önemsedikleri şeyler, olmayan değer yargıları, Lily'nin manasız savruluşları içinde ona el uzatan birkaç iyi insana karşı duyduğu kibir ve hırsları sayfalarca uzun uzun anlatılıyor. 

Adındaki ima dahil bir şekilde o dönemin Amerikan toplumunun üst sınıf kabul edilen güruhuna eleştiri olarak yazıldığı da düşünülebilir ama okuyucusuna inanılmaz bir iç baygınlığından başka bir şey vermediğini söyleyebilirim. 

Duvarlarında eski taşbasması resimler olan küçük bir hole soktu Bayan Bart'ı. Kız, masanın üzerinde Selden'in eldivenleriyle bastonlarının arasına yığılmış mektupları ve pusulaları gördü; sonra küçük bir kitaplıkta buldu kendini, karanlıktı ama, kitaplarla kaplı duvarları, solsa da güzelliğini yitirmemiş Türk halısı, yıpranmış çalışma masası ve Selden'in tahmin ettiği gibi pencerenin yanındaki sehpada duran çay tepsisiyle keyifli bir yerdi. Çıkan esinti muslin perdeleri odanın içine doğru havalandırıyor, balkondaki çiçek saksısında yetişen petunyaların ve muhabbet çiçeklerinin rayihasını odaya taşıyordu. [sf 11]

Çevresindeki her şey, rahatlık ve hoşluk duygularını besliyordu. Pencereler, Eylül sabahının ışıl ışıl tazeliğine açılmıştı, sarı dallar arasından, düzeni gitgide bozularak kademe kademe parkın gelişigüzel kıvrımlarını doğru inen çalılar ve çiçek tarhları görünüyordu. Hizmetçisinin şöminede yaktığı küçük ateş yosun yeşili halının üzerine eğik vuran güneş ışığıyla neşeyle yarışıyor, eski, kakmalı bir yazı masasının yuvarlak kenarlarını okşuyordu. Yatağın yakınındaki bir sehpanın üzerinde, uyumlu porselen ve gümüş takımlarıyla, zarif bir vazodaki bir demet menekşeyle ve katlanıp mektuplarının altına koymuş sabah gazetesiyle kahvaltı tepsisi duruyordu. Kasıtlı bir lüksün bu tür işaretlerinde yeni bir şey yoktu Lily için; ancak, bunlar kızın yaşadığı atmosferin bir parçası olsalar da onların çekiciliğine karşı duyarlılığını hiç kaybetmezdi. Sadece sergilenmeleri seçkin bir üstünlük duygusu uyandırıyordu onda; ama zenginliğin bütün incelikli belirtilerine yakınlık duyuyordu. [sf 47]

Onu tanımlamak güçtü, ancak sadece ev sahibesi olarak var olduğu söylenebilirdi, ne var ki abartılmış bir konukseverlik dürtüsünden değil, kalabalık içinde olmadıkça hayata tahammül edemediğindendi. İlgilerinin ortak alanlara yönelmesi, hemcinslerinin sıradan rekabetinin dışında tutuyordu onu; kendisininkinden daha büyük yemek davetleri ya da daha eğlenceli partiler vererek haddini aşan bir kadına duyduğu nefretten başka kişisel bir duygu tanımıyordu. [sf 48]

Selden hiç konuşmadan ona kolunu uzatmıştı. Lily sessizce onun koluna girdi, yemek odasına doğru değil de oraya doğru ilerleyenlerin aksi yönüne doğru yürüdüler. Lily’nin etrafındaki yüzler rüyada akıp geçen imgeler gibi kayıyorlardı yanından; Selden'in onu nereye götürdüğünün farkında değildi, ta ki yanyana dizilmiş salonların en ucunda camlı bir kapıdan geçip kendilerini ansızın bir bahçenin mis kokulu sessizliğinde bulana dek. Ayaklarının altında çakıllar tıkırdıyor, yaz gecesinin saydam loşluğu onları kuşatıyordu. Asılı ışıklar bitkilerin derinliklerinde zümrütten oyuklar doğuruyorlar, bir fıskiyenin zambakların üstüne püsküren sularını aklaştırıyorlardı. O büyülü yer ıssızdı; sadece havuzdaki nilüferlere çarpan su sesi ve uzaktaki durgun bir gölün öte yanından üflenmiş olabilecek müzik dışında hiçbir şey duyulmuyordu.

Selden ile Lily konuşmadılar, o sahnenin gerçekdışılığını kendi düşsel algılarının bir parçası olarak kabul edip sustular. Yüzlerinde ılık bir esinti hissetselerdi şaşırtmayacaklardı ya da dalların arasındaki ışıkların yıldızlı gökkubbede tekrarlandığını. Onları kuşatan tuhaf yalnızlık o yalnızlıkta başbaşa ve birlikte olmanın hoşluğundan daha tuhaf değildi. Sonunda Lily elini çekti, bir adım uzaklaşınca beyaz giysili zarif bedeni dalların karanlığında iyice belirginleşti. Selden peşinden gitti, suskunluklarını sürdürerek fıskiyenin yanındaki bir banka oturdular. [sf 154]

Lily’nin yaslanabileceği biri yoktu. Halası ile ilişkisi, merdivende rastladığı gelip geçici kiracılarınki kadar yüzeyseldi. Ama halasıyla daha yakın olmuş olsalardı bile Bayan Peniston'un Lily’ninki gibi bir acıya sığınak ya da anlayış sunacağını düşünmek olanaksızdı. Anlatılabilecek acı sadece yarım bir acıysa, o yaraya dokunan merhametin iyileştirme gücü de azdır. Lily'nin özlediği, kendisine sarılan kolların oluşturacağı karanlıktı, yalnızlık olmayan, soluğunu tutmuş şefkat olan sessizlikti. [sf 166]

Çömeldi, çabucak tutuşturdu odunları. Hala gözlerini dolduran gözyaşlarının arasından garip bir biçimde parladığını gördüğü alevler, Lily’nin bir enkaza benzeyen beyaz yüzüne vuruyordu. Sessizce bakıştılar. Sonra Lily yine, 'Eve gidemedim,' dedi.

'Hayır, hayır, buraya geldin canım! Üşümüşsün, yorulmuşsun, sakince otur, ben sana çay hazırlayayım.'

Gerty farkında olmaksızın işi gereği kullandığı avutucu ses tonuna başvurmuştu; bütün kişisel duyguları durumu yönetebilmek gayretinin içinde erimişti, deneyimleri ona yarayı incelemeden önce kanamanın durdurulması gerektiğini öğretmişti.

Lily ateşe eğilerek sessizce oturdu; sessizlik yüzünden uyuyamayan bir çocuğu tanıdık seslerin sakinleştirmesi gibi arkasında tıkırdayan fincanların sesi de onu yatıştırıyordu. Ama Gerty elinde çayla yanına gelince fincanı kenara itti, bildiği odaya yabancı gözlerle baktı.

'Yalnız kalmaya tahammül edemediğim için geldim buraya,' dedi. [sf 182]

Üzerine bastıran bu anılar Selden'in sözde soğukluğuna karşı duyduğu bütün öfkeyi alıp götürdü. İki kez kıza yardıma hazır olmuştu Selden -kendi dediği gibi, onu severek yardıma-, üçüncü seferde kızı yüzüstü bırakmış gibi göründüyse Lily kendinden başka kimi suçlayabilirdi ki? Eh, hayatının o bölümü geçmişte kalmıştı; aklının neden hâlâ o günlere takılı kaldığını anlayamıyordu. Ama Selden’i görmek için duyduğu ani arzu geçmedi; onun evinin karşısında dururken açlığa dönüştü. Yağmurla yıkanan sokak karanlık ve ıssızdı. Lily, Selden'in sakin odasını, kitap raflarını, şöminedeki ateşi gözünde canlandırdı. Başını kaldırıp bakınca penceresinde ışık gördü; karşı kaldırıma geçip Selden'in oturduğu binaya girdi. [sf 337]

Kitaplık tam düşündüğü gibiydi. Yeşil siperlikli lambalar çöken alacakaranlıkta huzurlu ışık halkaları çiziyor, şöminede küçük bir ateş yanıyordu. Lily içeri girince Selden ateşin yanındaki koltuğunu onu karşılamak üzere kenara itmişti.

Şaşırdığını belli etmeyen Selden sessizce durmuş, kızın konuşmasını beklemişti, Lily ise anıların hücumuyla eşikte bir an kalmıştı.

Dekor değişmemişti. Selden'in La Bruyere kitabını aldığı rafı tanıdı Lily, kendisi o değerli cildi incelerken Selden’in dayandığı koltuğun eprimiş kolçağını da. Ama o gün zengin Eylül ışığı odayı doldurmuş, onu dış dünyanın bir parçası gibi göstermişti; şimdiyse siperlikli lambalar ve yanan şömine odayı sokağa çöken karanlıktan koparıyor, içeriye tatlı bir mahremiyet havası veriyordu. [sf 338]