28 Aralık 2020 Pazartesi

SADELİĞİN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ Courtney Carver

Yayın Evi: İndigo Kitap
Basım Yılı: 2020
Sayfa Sayısı: 317

Bu kitaba gelinceye kadar yazılmış tüm benzer kitaplardan, ilham verici konuşmalardan, konuyla ilgilenen insanlardan birer parça kotarıp karıştırarak, elle tutulur yeni bir şey sunmadan 'sadeleşme' fikrinin popülerliğinden pay almak isteyen bir kitap. 

Özellikle ilk bölümlerde geçmişini anlatırken sözü o kadar lastikleyip uzatıyor ki, fenalık geçiriyorsunuz. Ve sonlara doğru bir yerde de 'Bir kitap yazdığım için, herşeyi çözdüğümü düşünüyor olabilirsiniz ama..' diye bir cümleye başlıyor. Kitabın genelinde kendine aşırı bir önem atfedip, okuyucusunu bu kadar safdil yerine koyan başka bir yazar görmemiştim. İdolü Marie Kondo'nun egosu bile bu kadar şişkin değildi. 

Aslında kitap biraz bile bile lades oldu benim için ama tipinin şirinliğine dayanamadığımı itiraf etmeliyim. Ne kadar kötü olabilir ki, en azından eğlencelidir demiştim ama öyle de değilmiş. Tek okunabilir tarafı; bazen sayfalarca alıntıladığı, bu konuyla ilgilenen diğer yazarların söyledikleri. 

Brené Brown, 'Bir duyguyu seçerek uyuşturamazsınız, acıyı hissetmek istemiyorsanız, zevki, mutluluğu hissetmeyi de bırakırsınız.' diyor. [sf 93]

23 Aralık 2020 Çarşamba

BİBLİYOMANİ Gustave Flaubert

Yayın Evi: Sel Yayıncılık
Basım Yılı: 2019
Sayfa Sayısı: 70

Bibliyomani, Gustave Flaubert'in kitapları delicesine seven bir sahafın başına gelenleri anlattığı, uzun sayılabilecek bir hikayesi. Herkes gibi, yazarın en bilinen romanı Madam Bovary'i okumuş olsam da bu hikaye yakın zamana kadar dikkatimi çekmemişti. 

Flaubert, ilkgençliğinin başlarında yazdığı bu ilk öyküsünde, gazetede çıkan bir haberden yola çıkarak, İspanya'da gerçekten yaşamış bir bibliyomanı tasvir ederken benzetmeleri o kadar incelikli, anlatımı o kadar ayrıntılı ve ustaca ki, daha sonra Fransız edebiyatının temel taşlarından biri sayılan bir yazar olacağının işaretleri kurgusunda açıkça görülüyor.

Sel Yayıncılık'ın bu basımına hikayenin elyazısı taslağı ve ilk defa yayınlandığı gazetenin bir sayfasını da eklemişler. Okuyucu için bir hoşluk olmuş. Çevirisi zaten iyi olduğundan tercih edilebilir. 

Selim İleri / Gelinlik Kız, Oscar Wilde / Gül ile Bülbül, Nezihe Meriç / Keklik Türküsü, Agatha Christie / Terzi'nin Bebeği, Onat Kutlar / Kül Kuşları gibi çok sevdiğim bazı hikayelerin arasına Bibliyomani de eklenmiş oldu. Okumakta geç kalmışım. 🤎

Komşuları hemen her gece, Giacomo’nun dükkân camlarının öte tarafında, önce durduğu yerde titreyen, bir müddet sonra ilerlemeye başlayıp uzaklaşan, üst kata çıkan ve kimi zaman da sönüp giden bir ışığa tanık olurlardı. Işık ne zaman sönecek olsa çok geçmeden kapıları vurulur, Giacomo, açılan bir yaprağın rüzgârıyla sönmüş mumu tekrar yakmaya gelmiş olurdu. Bu ateşli ve hummalı geceleri kitaplarının arasında geçirirdi; dükkânının deposunda oradan oraya koşturur, kütüphanesinin koridorlarında kendinden geçmiş, büyülenmiş halde dolaşır, saçı başı darmadağın olur, sonra ışıl ışıl parıldayan gözlerindeki bakışlar birden sabitlenir ve oracıkta dururdu. Alev alev yanan terlemiş elleri uzandığı raftaki kitaplara dokunurken tir tir titrerdi. Bir kitabı alır, sayfalarını çevirir, parmaklarını kâğıdında gezdirir, altın varaklarını, kapağını, harflerini, mürekkebini, kıvrımlarını ve son sözcüğüne biçim veren çizimleri incelerdi. Sonra kitabın yerini değiştirir, daha yüksekte bir rafa koyar ve saatlerini oracıkta, ismini ve şeklini seyrederek geçirirdi. [sf 7]

Bütün bu kitapların arasında olmaktan, bakışlarını yaldızlı harflerin, yıpranmış sayfaların, solmuş parşömenlerin üzerinde gezdirmekten mutluydu. Bir körün ışığı sevdiği gibi seviyordu bilgiyi.

"Hayır! Sevdiği bilginin kendisi değildi aslında; onun aldığı biçimi, yansıyan suretini seviyordu. Bir kitabı seviyordu çünkü o bir kitaptı; kokusu, biçimini, ismini seviyordu onun. Bir elyazmasının silinmeye yüz tutmuş tarihini seviyordu, o garip, yabancı, gotik harflerini, çizimleri cömertçe dolduran yaldızlarını, tatlı ve yumuşak râyihâsını mutlulukla içine çektiği tozla kaplanmış yapraklarını seviyordu. Kâh kurdelelerle sarmalanmış bir çeşmenin iki başına yaşlanmış Eros'ların arasında kalmış, kâh bir mezar taşına kazınmış, kâh bir sepetin içinde, güllerin, altın elmaların ve mavi demetlerin arasına boylu boyunca uzanmış o güzeller güzeli son sözcüğünü seviyordu. [sf 11]



21 Aralık 2020 Pazartesi

YAĞMURU SEVEN ÇOCUK Amélie Nothomb


Yayın Evi: Doğan Kitap 
Basım Yılı: 2012 
Sayfa Sayısı: 97 

Amélie Nothomb'un iki romanını zıt hislerle okuduktan sonra, üç yaşına kadar kaldığı Japonya'da geçirdiği zamanı anlattığı biyografi parçası; Yağmuru Seven Çocuk için okumasam bir şey kaybetmezdim ama anlattıklarından da sıkılmadım diyebilirim. 

Keder tüm hayatına ahenk verecek. Sevdiğin ülkenin, dağın, çiçeklerin, evin, Nişio-san'ın ve onunla konuştuğun dilin kederi. Bu sadece, asla ne kadar sürdüğünü bilmediğin bir dizi kederin ilkidir. [sf 83]

Hatıranın da yazı kadar gücü vardır: Bir kitapta “kedi” sözcüğünü gördüğünde, etkisi güzel gözleriyle sana bakan, komşunun erkek kedisininkinden farklıdır. Yine de yazılan bu sözcüğü görmek, parlak bakışları hâlâ üzerinde duran kedinin varlığına benzer bir keyif verir. [sf 85]

20 Aralık 2020 Pazar

KIŞ YOLCULUĞU Amélie Nothomb

Yayın Evi: Doğan Kitap
Basım Yılı: 2012
Sayfa Sayısı: 97

Acıyla Çarp Kalbim'i hatırı sayılır bir zevkle okuyunca hemen Amélie Nothomb'un iki kitabını daha almıştım. Bunlardan ilki Kış Yolculuğu, absürt denilebilecek bir roman, bana bir parça Günlerin Köpüğü'nü anımsattı ama sadece tuhaflığı açısından.

Tesisatçı Zoïle, izolasyonuna yardımcı olmak için kontrole gittiği bir çatı katı dairesinde, engelli bir kadın yazar ve onu himaye etmeyi görev edinmiş genç bir kadınla karşılaşır. Astrolabe adındaki bu kadına tutulacak fakat arzusu onu garip yollara sürükleyecektir..

Kış Yolculuğu ciddi bir hayal kırıklığı oldu benim için. Çok zorlama, yama yerleri apaçık, sanki sırf ilginç bir şeyler yazmalıyım duygusuyla kurgulanmış bir romandı. 

Bir kitabı kendin çevirirsen, kitapla senin aranda okumanın ötesinde, çok daha güçlü bir bağ oluşur. [sf 15]


Günün birinde romanının bir bölümü hakkında övgüler sıraladığımda, gözlerini kapadı. 

'Ne yapıyorsun?’ diye sordum. ‘Kelimelerine sarılıyorum’ diye cevap verdi. [sf 42]


Sevdiğinden mektup bekleyen kişi, kelimelerin yaşam ya da ölüm gücünü iyi bilir. [sf 49]


Sadece deli gibi âşık olunduğunda mutlak hoşgörü gösterilir; ama aşkta bir parça eksiklik varsa doğal saldırganlık üste çıkar. [sf 93]

19 Aralık 2020 Cumartesi

ACIYLA ÇARP KALBİM Amélie Nothomb

Yayın Evi: Turkuaz Kitap 
Basım Yılı: 2019 
Sayfa Sayısı: 127

Amélie Nothomb, ismini uzun zaman önce Kıran Kırana kitabıyla duyduğum, birçok kitabının baskısı olmayan ve ilgimin de muhakkak peşine düşmeme yetmediği bir yazardı. Sevgili Eren, blogunda Acıyla Çarp Kalbim'den bahsettiğinde yeniden meraklandım ve yazarın okuduğum ilk kitabı bu oldu. 

Acıyla Çarp Kalbim, genç ve güzel Marie'nin kendisinden daha güzel ilk bebeği Diane'e ve sonra dünyaya gelen diğer çocuklarına, kocasına karşı davranışlarının onların hayatını nasıl etkilediğine dair bir hikaye.

Romanı bir solukta okudum diyebilirim, son derece yalın ve sade, inandırıcı bir anlatımı vardı. Aynı ölçüde etkileyiciydi de. 

Törene katılanlar genç çifti içtenlikle seven kişilerdi. Bu nedenle Marie, insanların yüzünü istediği kadar dikkatle incelesin, bir türlü hayatının en güzel gününü yaşadığınıdüşünmesini sağlayacak o imrenme ifadesini göremiyordu. Çok sayıda kıskanç bakışın kendisine yöneldiği, davetliler arasındaki uzaktan tanıdıkların hiç durmadan dedikodu yaptığı, kötü niyetli insanların şu an üstünde olan annesinin gelinliğini değil onun için dikilmiş kusursuz gelinliği incelediği bir düğünü tercih ederdi. [sf 12]

İnsanın canı istediğinde hemen uykuya dalabilmesi baş döndürücü bir deneyimdi. Yatağa uzandığında uykunun derin kuyusunun kapağı hemen açılıyor, oraya düşmeye başlıyor, bedeni o hafif düşüşe teslim oluyor ve zihninde hiçbir şey belirmeden yokluğun içinde kayboluyordu. [sf 13]

Diane annesinin yalan söylemediğini bir kez daha gördü. Üniversitede ve hastanede insanların ne kadar sıklıkla bazı olayları unutabildiğini şaşkınlıkla gözlemlemişti. İnsanlar işlerine gelmeyen olayları ya da daha doğrusu unutmalarının işlerine geleceği olayları o kadar sık unutuyorlardı ki... O an annesinin acısını çok yoğun yaşadığını ve ona unuttuğunu söylediği şeyleri gerçekten unutmuş olduğunu hissetti. [sf 78]

On beş yaşında Alfred de Musset'yi okurken keşfettim şu ünlü dizeyi: 'Acıyla çarp kalbim, deha sende çünkü. [sf 90]

Keşke sadece nefret etmekle kalsaydı! Diane şimdi küçümseyici bir tavrın nefret dolu bir tavırdan daha kötü olduğunu anlıyordu. Sonuç olarak Diane sevgiye yakın bir duygu olarak tanıyordu nefreti, ancak küçümseme ona çok yabancı bir tavırdı. [sf 121]

"Sonuca varmayı istemek aptallıktır," diye yazmıştı Flaubert. Bu sözün doğruluğunu en çok kavgalar gösterir: Taraflardan hangisinin aptal olduğunu saptamak için son sözü söyleme takıntısı olana bakmak yeterli olur. [sf 122]

12 Aralık 2020 Cumartesi

ZEMBEREKKUŞU'NUN GÜNCESİ Haruki Murakami

Yayın Evi: Doğan Kitap 
Basım Yılı: 2017 
Sayfa Sayısı: 740

Murakami, romanlarını bir alay bulmacayla örerek okuyucusunun zihnini uyanık tutmayı sever fakat duygular açısından daima bir donukluk söz konusudur. Hatta yazma tarzını anlattığı kitaplarında bu mesafeyi koruyabilmek adına kurgularını önce İngilizce yazdığını, ortaya çıkan steril sonucu Japonca'ya çevirdiğinde yazdığının düşük duygusal dozundan memnun kaldığını söylüyor. Zemberekkuşu'nun Güncesi de bu kitapların bir istisnası değil. 

Başkarakter müzmin ev erkeği Toru Okada, kedilerinin gidişinin ardından karısı Kumiko'nun da aniden kaybolmasıyla garip bir olaylar silsilesi yaşamaya başlar. Ona sürekli telefon eden, tanımadığı  bir medyum kadın, arka komşusunun kızı May Kasahara'yla tanışması, terkedilmiş diğer bir komşu evin bahçesindeki suyu çekilmiş büyük kuyuyu keşfedişi ve daha birçok şeyler.. 

Kitabı fasılalarla çok uzun bir zaman diliminde okumuştum ama aslında sürükleyici bir roman. Birkaç bölüm okuduktan sonra, birkaç ay ara verip tekrar bir miktar okuyup bıraktığım için, yeniden elime aldığımda sürekli şu ne zaman olmuştu, bunu kim demişti gibi sorularla geriye dönmek durumunda kaldım. 

Bir kısmını henüz Gece Kütüphanesi'ne ekleyemesem de külliyatının büyük kısmını geride bıraktığım Haruki Murakami'nin bazı kitaplarını gerçekten çok beğenmiş, bazılarından ise hiç hoşlanmamıştım; mesela Yaban Koyununun İzinde'nin benim için son derece sıkıcı bir hikayesi varken, Haşlanmış Harikalar Diyârı ve Dünyanın Sonu o kadar etkileyiciydi ki.. Zemberekkuşu'nun Güncesi ise ikisinin arasında fakat iyiye daha yakın diyebilirim.

Ben çevreyi seyrederken güvercin de her makbuza damga vuran bir memur gibi, tekdüze kuğurdamalarını sürdürüyordu. [sf 24]

Fotoğrafta iki kadın vardı. Bir tanesi Malta Kano’ydu; başında üstündekilerle, şu anda giydiği şapka kadar aykırı örgüden sarı bir şapka vardı. Kız kardeşi de altmışlı yılların modası pastel rengi bir tayyör ile ona uygun bir şapka giymişti. Sanırım eskiden bu renge şerbet tonları denirdi. Anlaşılan bu iki kardeş de şapkaya bayılıyorlar dedim içimden. Genç olanın başındaki Jacqueline Kennedy’nin Beyaz Saray’dayken giydiğini andırıyordu ve besbelli yerinde durması için bir paket zamk kullanılmıştı. Çizgileri düzgündü biraz aşırı makyajlı yüzü “güzel” nitelemesini hak ediyordu ve yirmi beşini aşkın olmamalıydı. [sf 55]


Malta Kano o yüzeysel bakışını yüzüme dikmişti sanki boş bir evin penceresinden bakıyordu. Gözlerini gören ne sorduğumu bile anlamadığını sanırdı. [sf 57]


Sence gözü peklik ve merak biraz benzemiyor mu? dedi May Kasahara. Merakımızı kurcalayan şeylere karşı cesur oluruz ve insan merak ettiği zaman gerekli cesareti de bulur. [sf 81]


Güzel bir pazar sabahıydı, bana çocukluğunu anlatıyordu, tane tane bir ipin düğümlerini sabırla çözüyormuş gibi. İlk kez kendinden bu kadar uzun uzun söz ediyordu. O güne değin ailesi ve yaşantısı konusunda hemen hemen hiçbir şey bilmiyordum. [sf 89]


Bir süre sonra sadece rahatsız olma evresini aşıp düpedüz bozulmaya başladım. Tıpkı çürük bir meyvenin yavaş yavaş mideme yerleşip bulantı vermesi gibiydi. Oysa ki kırıcı hiçbir şey söylememişti. [sf 97]


Kanepeye uzanmış hemen hemen hiçbir şey düşünmüyordum. Kitap okuyor, kasetten klasik müzik dinliyor ya da dalgın dalgın bahçeye yağan yağmuru seyrediyordum. Düşünce yeteneklerim belki de karanlık kuyunun dibinde düşünmek için kendimi aşırı zorladığım o uzun dönem yüzünden en alt sınırındaydı. Bir şey üzerine ciddi ciddi düşünmeye kalkıştığımda kafam cendereyle sıkılmış gibi oluyor zonklamaya başlıyordu. Bir şey anımsamaya çalışsam bedenimin her bir kası ve her bir siniri gıcırdıyordu sanki. Oz Büyücüsü’ndeki pas tutmuş ve iyi yağlanmamış teneke adama dönmüştüm. [sf 341]


Nefret uzun kara bir gölgedir. Çok zaman nefret eden kişi bile nereden geldiğini bilemez. İki yanı keskin bir kılıca benzer. Karşınızdakine şiddetle indirirseniz kendinizi kesersiniz. Bu da ölümcül olabilir. Ama ondan kurtulmak kolay değildir. Rica ederim Bay Okada dikkatli olun. Çok tehlikelidir. Bir kez yüreğinize kök saldı mı nefretten kurtulmak dünyanın en zor işidir. [sf 367]


Bilmece gibi konuşmak istemiyorum ama diyelim ki, bir yerdeyim. Bir zamanlar bir yer varmış... Eşyası; küçük bir karyola, bir masa, raflar ve bir dolaptan ibaret küçük bir odadan yazıyorum sana. Sade bir oda süssüz “gerekenlerin en azını kapsayan” deyimine tıpatıp uyan bir odadan. Masanın üstünde bir büro lambası, bir çay fincanı, mektup kâğıdı ve bir sözlük var. Doğrusunu söylemek gerekirse sözlüğü çok olağanüstü durumlarda kullanıyorum sadece. Ne dış görünüşünü seviyorum ne içeriğini. Her açışımda dişlerimi gıcırdatarak kendime diyorum ki: “Püfff gerçekten kime gerekli ki bu?” İşte bunun içindir ki masamın üstünde duran bu sözlüğü her görüşümde komşunun köpeğinin bahçeme girip çimenlerin üstüne bir kaka sarmalı bıraktığını görmüş gibi oluyorum. Her şeye karşın bir tane sözlük satın aldım çünkü mektubumu yazarken kimi ideogramların nasıl yazılacağını öğrenmek için sözlüğe bakmak gerektiğini düşünmüştüm.

Sonra da masanın üstüne dizili bir düzine kadar güzelce açılmış kurşunkalemim var.  Kırtasiye mağazasından satın aldığım yepyeni kalemler. Kendini bana borçlu sayman için söylemiyorum ama onları sadece sana yazmak için aldım. Hoş bir şey yepyeni güzelce sivriltilmiş kurşunkalemler. Bir paket sigaram, bir kül tablam ve kibritlerim de var. Eskisi kadar içmiyorum ama gene de ara sıra değişiklik oluyor işte (tam şu sırada bir tane tüttürmekteyim). İşte masamın üstündekiler bunlar. Karşımda küçük çiçekli, sevimli perdesiyle bir pencere var ama merak etme perdeleri ben seçmedim geldiğimde pencerede asılıydı. Ama bu çiçekli perdeleri saymazsak oda son derece sade. Bir genç kız odasından çok banliyödeki yeni bir konut blokunun birörnek dairesi denebilir. [sf 434]


Denizanalarıyla.

Tüm dünyadaki denizanalarıyla. 

Ekrandaki bu iki satırı seyrediyorum. Evet bu karşımdaki gerçekten Kumiko. Ve onun  ekranın öte ucunda olması içimi anlatılmaz bir hüzünle dolduruyor. Sanki neşterle karnımı deşiyorlar. Neden artık sadece ekran aracılığıyla iletişim kurabiliyoruz ki? Şimdilik bunu kabul etmekten başka bir şey gelmiyor elimden. Tuşlamaya başlıyorum. [sf 587]

1 Aralık 2020 Salı

BENCE KATİL ÖLDÜRDÜ Kurtcebe Tuğrul

Yayın Evi: Mundi Kitap
Basım Yılı: 2019
Sayfa Sayısı: 141

Önce radyo tiyatrosu olarak yazılan, daha sonra bir roman haline getirilen Bence Katil Öldürdü; Bir Hercule de Potasse Polisiyesi, şimdiye kadar okuduğum hiçbir Türk modern polisiye romanına benzemeyen, kara mizah tabir edilebilecek öğelerle kurulmuş, absürt veya gerçek ansiklopedik bilgiler içeren, çizimli, enteresan bir küçük kitap. 

Mösyö Lamortier malikanesinde öldürülür ve katili bulması için dedektifimiz Hercule de Potasse çağrılır. 

Klasik polisiye kalıplarıyla eğlenen romanda, gerçekten güldüğüm tek yer 'En Ünlü Türk Casusları Listesi‘ydi. Kalanı da zaman zaman tebessüm ettiriyor ama daha çok türe dair deneysel bir çalışma gibi.