27 Eylül 2012 Perşembe

BİR GARİP AŞK ÖYKÜSÜ _ Carl-Johan Vallgren

Yayın Evi: Metis Yayınları
Basım Yılı: 2006
Sayfa Sayısı: 309

Bir süredir peşpeşe okuduğum yeni yazar ve kitapları beğenirken, sıra bu kitaba geldiğinde kararsız kaldım. Konusu, daha doğrusu baş karakteri hakikaten ilginç fakat, biçimlenişi ve olay örgüsünde öyle çok tanıdık tad var ki romanı kendine has bir özellik kazanmaktan alıkoyuyor.

1800'lerde, Prusya Krallığı'nda bir genelevde bedensel ve ruhsal olarak tuhaf bir çocuk doğar. Sağır-dilsiz olan Hercule'ün insanların düşüncelerini okuma ve isterse onları şekillendirebilme gibi bir yeteneği vardır. Hercule kendisiyle aynı gün, aynı genelevde doğan güzel Henrietta ile birlikte büyür ve aralarında derin bir sevgi bağı oluşur. Sevdiği kızı, içinde yaşadıkları evdeki olası kaderinden korumak isteyen bu garip çocuğun başına olmadık belalar açılacak, zihin okuma yeteneği sebebiyle ölümle defalarca burun buruna gelecektir.. 

Bir Garip Aşk Öyküsü, Hercule'ün yeteneğinden doğduğu yerin fenalığına, biçimsel ürkütücülüğünden papazlarla ilişkilerine kadar fena halde Patrick Suskind'in Koku romanını anımsatıyor. Jean Baptiste Grenouille gibi istenmeyen bir çocuk, bir cüce bu romanın da baş karakteri. Grenouille'in etkisi ürettiği kokulardayken, Hercule düşüncelerine girerek insanları kontrol altına alıp istediği gibi yönlendirebiliyor. İkisi de değişik sebeplerle de olsa elini kana buluyor. Ayrıntılar farklı fakat temelde anlatılan hikayenin çok benzer bir çizgide ilerlediğini söylemek mümkün.

Koku'da etkileyici olan şey; yazarın zihninde oluşturduğu hayli sıradışı bir hayatın öyküsünü iyi bir edebi dille, baştan sona satır satır heyecanı kaybetmeden anlatabilmesiydi. Bir Garip Aşk Öyküsü'nde ise kurgu aşamasının başlangıç noktası 'Nasıl ilginç hale getirebilirim?' sorusu gibi geliyor insana. Şekilsel bozukluğu olan bir yaratık olsun, olabilecek en fena yerlerden birinde doğsun, Güzel ve Çirkin masalındaki gibi bir sevgiliyi, tam zıttını da karşısına yerleştirince tamamdır. Maalesef böyle özentiler, yazılan romanın özgünlüğünü yitirmesine ve konu ne kadar ilginç olursa olsun okuyucunun sıkılmasına yol açıyor.

Kitapta sadece 149. sayfanın altını çizdim, zîrâ uzun bir paragrafta Hercule'ün edebi zevkini derinleştirmek için hangi yazarları nasıl bir etkiyle okuduğunu anlatıyordu. Hepsi bu.

26 Eylül 2012 Çarşamba

ACI ÇİKOLATA _ Laura Esquivel

Yayın Evi: Can Yayınları
BasımYılı: Ağustos 2011
Sayfa Sayısı: 221

Sahilde Kafka'nın ardından methini çok duyduğum Acı Çikolata da beni hayalkırıklığına uğratmadı. Tabii peşpeşe okuyunca birinin ağırlığından diğerinin havailiğine geçmek biraz tuhaf oldu, o ani hızlanmaya bir süre alışamadım ama güzeldi.

Laura Esquivel'in masalsı roman karakteri Tita, mutfakta dünyaya gelmiş ve büyümüş, yemek yapmaktan büyük zevk duyan bir kadın. Üç kızkardeşin en küçüğü olarak, annesine bakmakla hükümlü olduğu için hiç bir zaman sevgilisi Pedro'yla evlenmesi mümkün görünmüyor. Annesi Elena bu anlamsız töreyi öne sürerek, kızını istemeye gelen genç adamı reddedince, Pedro Tita'ya yakın olabilmek için ablasıyla evleniyor ve genç kız için aynı çatı altında zor günler başlıyor.. 

Romanın en hoş taraflarından biri mecazların ete kemiğe bürünmesi diyebilirim. Mesela Tita ağladığında gözyaşlarının şelale gibi merdivenlerden akması, yemeklere kattığı duygu ve düşünceleri, gerçeküstü ama hikaye akışına çok güzel uyan ve okuyucuyu eğlendiren olaylar..

Acı Çikolata'nın tamamını düşündüğümde ise en sevdiğim yerin Tita'nın tüm gece boyunca tığ ile ördüğü yatak örtüsünün bahsi olduğunu söyleyebilirim. Elbette yemek bölümleri de hayli tutkulu, zengin duygularla yoğrulmuştu ama bu konuya özel ilgisi olanları daha bir sarıp sarmalayacağı muhakkak. Okurken sembolik özdeşleşme ayrı bir güzellik katar diye düşünüyorum. Bu benim, içinde kütüphane ve kitaplardan bahsedilen romanlara duyduğuma benzer bir yakınlık olurdu.

Kâh gülümseyerek, kâh hüzünlenerek okuduğum, tam tadında-kıvamında bir kitap Laura Esquivel'in bu romanı. Daha ziyâde gotik-fantastik türüne yakın Angela Carter'ın o çok beğendiğim büyülü gerçekçi hikayeleri gibi, 'saçmalık' boyutuna varmadan, kendi içinde tutarlılığı olan böyle kitapları seviyorum.

Okunacak bir sürü kitabın arasından göz kırparak öne çıktığı için çok memnun oldum. Acı Çikolata bir şekilde okuma listenize girerse hiç ertelemeyin derim.

Daha önce aldığı haberin böylece doğrulandığını duyan Tita, birdenbire tüm vücudunu kışın sardığını ve soğuğun bir kırbaç gibi vücuduna çarptığını hissetti. Bu, öyle kasıp kavurucu ve kuru bir soğuktu ki, yanakları alev alev yandı ve önünde duran elmalar gibi kızardı, kıpkırmızı kesildi. (sf 24)

Bağrında kara bir delik açılmıştı sanki ve sonu gelmez bir ayaz doluyordu içine. (sf 25)

Tita için hiçbir dert, nefis bir Noel tortası'na karşı direnemezdi. Ama bu kez öyle olmadı. Tam tersine, Tita'nın içini bir bulantı hissi kapladı. (sf 28)

25 Eylül 2012 Salı

SAHİLDE KAFKA _ Haruki Murakami

Yayın Evi: Doğan Kitap
Basım Yılı: 2010
Sayfa Sayısı: 651

'Sahilde Kafka, bir istisna..'

Bu kitaplarının büyük çoğunluğunun etrafında bir kaşık suda koparılmaya çalışılan fırtınalar olduğu bârizken, çoksatmış romanlara karşı önyargı oluşmaması mümkün değil. Ama Sahilde Kafka'nın ilk 10-15 sayfasını okuduğumda öyle bir edebi lezzet hissettim ki, onun bir istisna olduğunu düşündürdü bana. Şimdi son sayfayı kapamışken aynı şeyi tekrar söylüyorum.

Kendine verdiği adla Kafka Tamura, babasının evindeki yalnız ve mutsuz hayatından kaçmayı uzun zamandır planlamaktadır. Onbeş yaşına geldiğinde aklına koyduğunu yapar ve başka bir şehre giderek bir otele yerleşir. Günlerini yakındaki bir özel kütüphanede okuyarak geçirmeye başlar. Komura Kütüphanesi'nin danışma görevlisi Oşima ve müdire Saeki de Kafka'nın yeni hayatını kurmasına yardım edecektir..

Bu kadar uzun bir kitap yazıp, başından sonuna zevkle okunmasını sağlayabilmek büyük bir başarı diye düşünüyorum. Buna sebep olan, romanın felsefi-kültürel derinliği ve ilginç-fantastik karakterleri elbette.

Haruki Murakami'nin anlatımı, Yasunari Kavabata ve Yukio Mişima'nın naif romanlarından sonra hayli modern ve akılcı göründü gözüme. Bir kitaptaki satırları bu kadar çok çizmeyeli uzun zaman olmuştu.

Sahilde Kafka'nın popülerliğine aldırmamak gerek.Tüm övgüleri hakediyor. Murakami'nin diğer kitaplarını da muhakkak okumak istiyorum.


'O fırtınanın içinden geçtikten sonra, fırtınanın içine ayak attığındaki kişi olmayacaksın artık, aynı kişi olmayacaksın.' [sf 11]

'Bir tür tamamlanmamışlık barındıran eserler, o tamamlanmamışlıklarından ötürü güçlü bir cazibeye sahip olurlar.'  
[sf 154]

'Hayal gücünden korkuyorsun. O yüzden rüyalardan da korkuyorsun. Rüya sırasında başlayacak sorumluluklardan çekiniyorsun. Ancak uykusuz kalamazsın ve uyuduğun anda da rüyalar başlar. Uyanıkken hayal gücünü bir şekilde bastırabilirsin. Ama rüyaları bastırabilmen mümkün olmaz.' [sf 194]

Yanlışı kendiliğinden kabul edebilme cesaretin varsa, geri dönebilirsin. Fakat hayal gücünden yoksun, sığ ve hoşgörüsüz bir yaşam, parazitlerinkinden farksızdır. [sf 256]

'Havada uçan bir kelebeği kanadından usulca yakalar gibi, sanki bir rüyadaki sözcükleri yakalar gibi. Sanatçı dediğin, muğlaklığın üstesinden gelebilen insandır. [sf 340]

'Kısacası, âşık olmak böyle bir şeydir işte, Kafka Tamura. Nefesin kesilecek kadar kendini iyi hisseden de, derin bir karanlıkla boğuşan da sen olursun. Vücudun ve ruhunla, buna dayanman gerekir.  [sf 488]


görsel:  Pham Thu Thuy

24 Eylül 2012 Pazartesi

DALGALARIN SESİ _ Yukio Mişima

Yayın Evi: Hürriyet Yayınları
Basım Yılı: 1972
Sayfa Sayısı: 178

Yukio Mişima'nın Uta-Jima Adası'ndaki küçük bir balıkçı köyünde geçen dokunaklı bir aşk hikayesini anlattığı Dalgaların Sesi, çağdaşı yazar Kavabata'nın şehir romanlarından sonra hayli değişik ve güzel geldi bana.

Shinji, annesi ve küçük kardeşi ile yaşayan fakir bir balıkçı delikanlıdır. Bir sabah sahildeki sandalları suya iten balıkçılar arasında daha önce hiç görmediği kadar güzel bir kızla karşılaşır. Köyün ileri gelenlerinden birinin kızı olan Hatsue başka bir adada büyümüş ve denizden ekmeğini çıkarmayı orada öğrenmiştir. Birbirlerine görür görmez vurulan Shinji ve Hatsue, aralarındaki aşılmaz gibi görünen engellerin üstesinden gelebilecek midir?

'Bu bir roman değil, insan ilişkileri denen hazineleri bize bağışlayan yüce bir eserdir.' diye saf bir şekilde tanımlanıyor kitap, arka kapak yazısında. Sanırım Japon Edebiyatı'nda en hoşuma giden şeylerden biri de bu kavramlardan bahis açılması. Kötülük başgösterdiğinde vicdanının sesini bastırmayan karakterler, bir çeşit ahlak ve terbiye anlayışı, belirli sınırlar dahilinde yaşananlar..

Dalgaların Sesi'nde Mişima sadece iki gencin hikayesini anlatmıyor elbette. O küçük sahil köyünde, sünger avcılığı yapan kadınlar, balığa açılan erkekler, köy gençlerinin gece eğlenceleri v.s. çok canlı, çok gerçekçi bir hayat var. Shinji'nin ne hissedip düşündüğünü anlatırken de aynı net bakış açısını görmek mümkün. Yani delikanlının ufuk ölçüsü dışına çıkılmıyor.

Kitap için; elimden bırakmak zorunda kaldığımda devam etmeyi sabırsızlıkla beklediğim bir romandı diyebilirim. Duru ve akıcı bir anlatıma sahipti.

Yukio Mişima'nın diğer kitaplarını da okumak niyetindeyim.

23 Eylül 2012 Pazar

BİN BEYAZ TURNA _ Yasunari Kavabata

Yayın Evi: Altın Kitaplar
Basım Yılı: 1969
Sayfa Sayısı: 123

Bereketli Kiraz Çiçekleri kitabımın içinden çıkan üçüncü kitap Bin Beyaz Turna, Kavabata'nın Nobel ödülü almış romanlarından biri. 

Bir çay törenine katılmak üzere babasının eski arkadaşlarından Chikako Kurimoto'nun evine giden Kikuji, orada Chikako'nun onu evlendirmek istediği genç bir kızla tanışır. Son derece güzel bir kız olan İnamura, elinde beyaz turnalarla süslü pembe ipekten küçük bir mendil tutmaktadır. 

Kikuji, aynı toplantıda babasının eski metresi Bayan Oota ve kızı Fumiko'yu da görür. Ev sahibesi Chikako'nun tüm uzaklaştırma çabalarına rağmen Bayan Oota'yla konuşmak için dayanılmaz bir istek duyar..

Esasen Kavabata'nın en şeytani karakterlerinden biri; Chikako, bu kitabı bir hayli ilginç kılıyor. Kikuji ise roman boyunca kadınlar üzerinde saltanatını sürdürmekle beraber, zaman zaman yaptıklarının bedelini de ödüyor.

Kavabata için olay örgüsü bir araçtan öteye gitmiyor her halukârda.  Yine, Bin Beyaz Turna'nın en güzel tarafı; gizemli fısıltılar gibi etrafta dolaşan ruhlar, eşyanın karakterine dair anlatılanlar ve çay seremonilerinin etkileyici ayrıntıları diyebilirim.

Okuduğum dört kitabı; Karlar Ülkesi, Kiraz Çiçekleri, İzu'lu Dansöz ve Bin Beyaz Turna üzerinden söyleyebilirim ki Yasunari Kavabata, Japon Edebiyatı'nın iyi ve sağlam taşlarından. Aldığı ödülleri böyle gerçekten hakeden çok az yazar var.

22 Eylül 2012 Cumartesi

İZU DANSÖZÜ _ Yasunari Kavabata

Yayın Evi: Altın Kitaplar
Basım Yılı: 1969
Sayfa Sayısı: 31

İzu Dansözü, ya da diğer adıyla İzo'lu Dansöz, Yasunari Kavabata'nın uzun bir hikayesi. Kiraz Çiçekleri'ni okurken yazarın diğer kitaplarını da edinmeye karar vermiştim. Sahaftan aldığım kırmızı kitabın içinde İzu'lu Dansöz'ü de görmek çok hoş bir tesadüf oldu benim için.

Yirmi yaşlarında bir delikanlı, İzu'ya doğru bir yolculuğa koyulmuştur. Konakladığı kaplıcalardan birinde gezgin çalgıcılarla karşılaşır. Yanlarında genç bir dansöz kız da vardır. Genç adam kızdan çok etkilenir ve yolun kalanına beraber devam ederler..

İzu'lu Dansöz'de Kavabata, yine çok büyük sözler etme kaygısı duymadan, sıradan insanların gündelik hayatına dair bir kesiti anlatıyor. Çalgıcı ailenin birbirleriyle ilişkileri ve onlarla bir şekilde tanışan genç adamın yakınlaşma çabalarıyla birkaç günlük bir yol arkadaşlığının öyküsü diyebiliriz.

Kesin son da dahil herşeyi bildiğini iddia eden yazarlar ne kadar iticiyse, Yasunari Kavabata  belirsizlikleriyle o ölçüde rahatlatıcı. Yavaş yavaş okuyucusunu saran yazınında irkiltici, huzursuz edici bir nokta bulmak olası görünmüyor.

21 Eylül 2012 Cuma

KİRAZ ÇİÇEKLERİ (Kyoto) _ Yasunari Kavabata

Yayın Evi: Altın Kitaplar
Basım Yılı: 1969
Sayfa Sayısı: 191


Kavabata'dan ilk olarak Karlar Ülkesi'ni okumuştum. Romandaki muğlak ifadeler okurken zorlasa da Yasunari Kavabata kolay vazgeçeceğim bir yazar değildi benim için. Zîrâ belli belirsiz, birkaç kelime/cümleyle çiziliverilen tasvirleri, herşeyi apaçık göz önüne seren  anlatımlardan çok daha fazla severim. Ayrıca kalemindeki sükûnet, Kavabata ile yolumun uzamasına sebepti.

Kiraz Çiçekleri'ni, romanlar (ve oyunlar) konusunda paralel zevklere sahip olduğum bir blogger arkadaşımın, sevgili Eren'in yazısıyla farketmiş, güzel anlatımının da etkisiyle çok merak etmiştim. Kavabata okurken ikinci tercihim bu kitap oldu böylelikle.

Çieko, kumaş tüccarı olan babası Takiçiroo ve annesi Şigeyle, Kyoto şehrinde yaşayan genç bir kızdır. Kiraz çiçeklerinin açmaya başladığı mevsimde çocukluk arkadaşı Şiniçi'yle birlikte kentin park ve bahçelerinde dolaşırlar. Aralarında hafiften bir çekim de yok değildir.

Gezmeyi ve doğayı keşfetmeyi çok seven Çieko, gittiği bir dağ köyünde kendisine çok benzeyen bir kızla tanışır. Naeko isimli genç kız, bulunmuş bir çocuk olan Çieko'nun daha önce hiç görmediği ikizidir. Çieko'nun ailesi, Naeko'yu da kendi kızları gibi bağırlarına basmaya hazır olduklarını söylerler. Naeko ise böyle bir teklifi kabul etmeyecek kadar gururludur, kızkardeşini çok sevmesine rağmen ona karşı bile mesafesini korur.

Takiçiroo'nun aile dostlarından dokumacı Soouske'nin oğlu Hideo, Çieko'ya ilgi duymaktadır. Fakat kızdan beklediği karşılığı göremeyince, bir festivalde karşılaştığı Naeko'ya evlenme teklif eder. Bu esnada Şiniçi'nin ağabeyi, Çieko'nun babasına işlerinde yardımcı olmakta,yavaş yavaş aileye girmeye hazırlanmaktadır.

Esasen konusunu toparlamak zor, kitap boyunca önemli olan ne olup bittiği de değil zaten. Söze dökülmeyen konuşmalar, o güzelim kiraz çiçeklerinin süslediği bahçelerde dolaşmak, Kyoto'nun hiç bitmeyen festivalleri, kimono desenleri tasarlayan Takiçiroo'nun bunalımları, basit ve içten ev hayatı, dokuma atölyeleri v.b.. Roman, adeta içsel bir yolculuk gibi, sessiz, sakin, huzurlu.

Okurken sık sık durdum ve 'bu, işte tam istediğim gibi bir kitap' dedim kendi kendime. Kelimelerle tarifi olmayacak kadar çok beğendiğimi söylemeliyim. Fakat öyle nevi şahsına munhasır bir roman ki, mutlaka okuyun veya tavsiye ederim gibi cümleleri genele kurmak mümkün değil. Yazının ruhuyla benzer bir haliniz varsa sever, hareket ve macera kaygısındaysanız nefret edebilirsiniz.


3 Eylül 2012 Pazartesi

BAYAN BU ÇİÇEKLER SİZE _ Paul Gallico

Yayın Evi: Can Yayınları
Basım Yılı: 1989
Sayfa Sayısı: 128

Önceki sahipleri bir kısmını yıkamayı uygun gördükleri için, yandaki fotoğrafta görülen dalgalı hale bürünmüş sevgili kitabım Bayan, Bu Çiçekler Size, hacim itibariyle bir lokmada bitiverecekmiş gibi görünse de çok güzel tatlar taşıyan bir roman.

Londra'da yaşayan gündelikçi Mrs. Harris, temizliğe gittiği evlerden birinde gördüğü Christian Dior elbiseden çok etkilenir. Ne pahasına olursa olsun böyle bir elbise almaya karar verir. Kumar oynar, akşam çayına varıncaya kadar herşeyinden keser, para biriktirir ve sonunda istediği miktara ulaşınca Paris'e gider. Dior modaevinin kapısından içeri adımını attığı andan elbisesine ulaşıncaya kadar geçen süre içinde envai çeşit acı-tatlı macera yaşayacak, evine döndüğünde bütün bunlardan kendine bir hayat dersi çıkaracaktır..

Bir yazarın ayrıntılara olan dikkati her zaman etkileyici bir unsur olmuştur benim için. Bu romanda da Paul Gallico'nun Dior kumaşları ve çiçekler üzerine yazdıkları basit bir gözlemden çok fazlasıydı. Fakat kitabı temelde güzel kılan şey, hiçbir şekilde kullanamayacağı halde, sırf sahip olmak isteğiyle çok pahalı bir 'elbise'ye ulaşmaya çalışan sıradan bir kadının tutkusunu incelikli ve derin bir şekilde anlatıyor oluşu. Elbette ki mühim olan elbise, Mrs. Harris yahut etrafındaki insanlar değil,yazarın  o tutkunun çetrefilli labirentini gözlerimizin önüne serişiydi. Ayrıca Mrs. Harris'in saf ve dolaysız konuşmalarıyla renklenen ve eğlendiren hikayede, bir peri masalı havası da yok değil.

Bu kısa roman, temel kurgusu itibariyle Gogol'un Palto'sunu anımsattı bana. O emek, çaba, ulaşılmak istenen bir 'meta'nın oluşu ve benzer bir son. Palto muhakkak ki çok daha karamsar bir öykü ama anlatılmak istenen şeyin aynı olduğunu düşünüyorum. 

Bayan, Bu Çiçekler Size öylesine hoşuma gitti, öylesine beğendim ki, Paul Gallico'nun Mrs. Harris'in diğer iki macerasını da içeren 40 adet kitabından yalnızca birkaç tanesinin Türkçe'de varolmasından esef duydum. Evet kadınsı, biraz safiyâne ve duygusal bir hikaye ama esasen çok sağlam bir altmetne sahip olduğunu düşünüyorum. Okurken zihnimde ara ara şimşeklerin çaktığını ve kendi hayatıma dair bilinçsizce geriye gönderdiğim, üzerine düşünmediğim bazı noktaların aydınlandığını farkettim. Bu açıdan ayrı bir itibar kazandı gözümde.

İyi bir hikaye üzerinden hayatın hücrelerini incelemekle ilgileniyorsanız, bu kitabı mutlaka bulup okuyun derim.
Ama şimdi arzuladığı şey sahip olma isteğiydi, kadınca ve fiziksel bir sahip olma isteği: elbise dolabında asılı durması, uzakta olduğunda bile onun orada olduğunu bilmek, döndüğünde kapıyı açmak ve onu orada bulmak, ona dokunmanın, onu görmenin ve ona sahip olmanın olağanüstülüğü. Yaşamı boyunca çektiği yoksulluk ve doğduğundan beri yaşadığı kendi sınıfına ait güçlükler, sanki bu olağanüstü kadınsı süs eşyasına sahip olmakla yokolacaktı. (sf 20)

2 Eylül 2012 Pazar

KARLAR ÜLKESİ _ Yasunari Kavabata

Yayın Evi: Cem Yayınevi
Basım Yılı:1993
Sayfa Sayısı: 144

Ünlü Japon yazar Yasunari Kavabata'nın nobel ödüllü romanı Karlar Ülkesi,bir kaplıca köyüne tatile giden Şimamura isimli evli bir adamla, orada aşık olduğu Komako adındaki geyşanın uzun bir hikaye denilebilecek ilişkisini anlatıyor. 
Adeta bir 'haiku' diye nitelendirilen roman, Japon kültürüne yakışır şekilde gayet sakin bir akışa sahip. Birkaç kelimeyle çizilen doğa tasvirleri ne denli etkileyiciyse, kitabın temelindeki ilişki bir o kadar anlaşılmaz ve karmaşık. Kimin neyi neden yaptığını anlamanız için bir hayli çaba sarfetmeniz gerekiyor. Bendeki basımın çevirmeni Nihal Yeğinobalı, kitabı İngilizce halinden aktardığı için bir miktar anlam kaybı olduğunu da zannediyorum. Açıkçası kitaptan tatmin edici bir sonuç alamadım. Ama olumsuz bir şey yazmaya kıyamayacağım kadar da hoş olduğunu söylemeliyim. Fırsat bulduğumda yeniden okumak niyetindeyim, belki göremediğim bazı noktaları keşfetmek mümkün olur.

1 Eylül 2012 Cumartesi

DELİ AŞK _ Peride Celâl

Yayın Evi: Can Yayınları
Basım Yılı: 2002
Sayfa Sayısı: 276

Bir gece boyunca okuyup bitirdiğim kitabı kapadım ve Peride Celâl'in Deli Aşk'ın ilk bölümüyle ne büyük bir risk aldığını düşündüm:

Cem'in bölümü o kadar sevimsiz, iticiydi ki yarım kalmasından nefret etmesem çoktan bırakmış olurdum romanı. Sonra Elif'e döndü hikaye. Onun Paris-İstanbul arası gelgitlerini okumaya başlayınca taşlar yerine oturdu, kitap anlam kazanarak güzelleşti.

Annesinin ölümünden sonra eski bir İstanbul köşkünde babaannesi tarafından büyütülen Elif, üniversitedeyken bir gazeteciye aşık olur. Babasının karşı çıkmasına rağmen Cem'le evlenen genç kadın, ruhen kendisiyle taban tabana zıt bu adamı derin ve hastalıklı bir tutkuyla sevmektedir. İlk birkaç seneden sonra Cem'in çıkarcı tavırlarından bunalıp, sözlerine ve sevgisine inanmamaya başlayınca Paris'e giderek, babasının kendisi için aldığı küçük çatıkatına yerleşir. Etrafındakiler onu, 'Ne serbest kadın' diyerek yaftalarken, Elif'i gitgide daha fazla sararak ele geçiren aşkının acıları iki şehrin arasında savruldukça bir parça olsun dinmektedir..

İsmini okuduğunuzda ne anlıyorsanız onu, pek güzel şekilde ifade eden bir roman, Deli Aşk. Kontrol edilemeyen şiddetli bir tutkunun insanı nasıl yiyip bitirebileceğine dair anlattıkları bir yana, Elif'in Paris tasvirleri kitapta en hoşlandığım bölümler oldu.

Peride Celâl'in bir yazar olarak tarafını net bir şekilde ortaya koyduğunu da söylemeliyim. Cem'in gözünden Elif'i kabaca geçiştirdikten sonra kalemi eline alarak onun için öyle bir portre çiziyor ki, tüm yaşadıklarından sonra mutluluğu fazlasıyla hakettiğine inandırıyor okuyucusunu.

Kitabın bir yerinde sanki yazarın dalgınlığına gelmiş gibi tuhaf bir tekrar var. Bir akşamı iki defa farklı yerlerde, biraz değiştirilmiş cümlelerle anlatıyor. Dizgi hatası gibi değil, unutmuş ve o geceyi yeniden yazmış gibi. Yahut anlatanın Elif olduğunu düşünürsek kadının kafasındaki bulanıklığı mı ifade etmek istemiş bilemiyorum.

-ispiyon olabilir-
Romanın sonunu ise çok çabuk bağladığını düşünüyorum. Bu doğrultuda bir sonuç gerekliydi, herşey olduğu gibi kalamazdı evet ama son birkaç sayfa, daha doğrusu son kriz fazlasıyla zorlama gibiydi.
-ispiyon sonu-

Yazar hakkında derin bir malumât sahibi değilim, Deli Aşk henüz okuduğum ilk kitabı fakat, Üç Yirmidört Saat romanıyla birlikte popüler romanlar yazmaktan vazgeçip, derin ve düzgün edebiyata yöneldiğini biliyorum. Bir gün sırası gelirse, yeni döneminden itibaren yazdıklarını okumak isterim.

Sen... Sen... Sen... Paris'e ilk geldiğinde Fürstenberg Meydanı'na gitmiştik. Mor çiçekleri salkım salkım açmış Paulownia ağaçlarının altına oturmuştuk. 'Ne garip adı var bu ağaçların.' diye gülmüştün. Ötede, sıralardan birinde gencecik bir adam gitar çalıyordu. 'Beni ne diye buraya getirdin?' gibilerden sıkıntılı, şaşkın bakışını anımsıyorum. Avluyu çevreleyen balkonlu evleri pembeye boyayan, camlarını aynalaştırıp parlatan akşam güneşinin son ışınları içinde sana sokulmuştum. Monet, Renoir gibi izlenimci ressamların resimlerinden birini yaşadığımızı söylemek istiyordum. Öyle bir renkler, ışıklar cümbüşü içindeydik. Farkında değildin. Beraber olduğumuzun, seni sevdiğimin farkında olmadığın gibi. Geçenlerde telefonda, 'Sen olmadığın zaman boşluklara düşüyorum, rüyalarımdasın,' diyordun. Yalancı! Sonra gidip Sibel'e 'Bizim şair karıya şairane laflar ettim bugün..' dediğini yanınızdaymışım gibi biliyorum. Bütün bunlar!..Ben seni neden seviyorum? (sf 124)

Not: Bu kitapla birlikte gerçek Türk Edebiyatı'nı ne kadar çok sevdiğimi bir kere daha kuvvetle hissettim. Nihat Sami Banarlı'nın Türkçenin Sırları isimli harikulâde kitabında Fuzuli'nin Türkçe'ye dair beyitlerini okuduğumda ağladığımı hatırlıyorum. Kendi dilinin ustalıkla kullanımını görmek tarifi imkansız bir mutluluk veriyor insana...