25 Eylül 2015 Cuma

İVAN DENİSOVİÇ'İN BİR GÜNÜ Soljenitsin

Yayın Evi: İletişim Yayınları
Basım Yılı: 2013
Sayfa Sayısı: 157

Geçen yüzyılın ortalarında Sovyet Rusya'sında bir tutuklu-çalışma kampına gönderilen duvar ustası İvan Denisoviç Şuhov'un soğuk, acı, zulüm ve kasvet dolu günlerinden birini anlatan roman, gerçekçi ve sade anlatımıyla insanın içine işliyor.

Bir parça küçük kuru ekmeği bulabilmenin bile hayati önem taşıdığı, aralarında dostluk oluşmasın diye birbirini yönetime gammazlayan mahkumlara ödül verilen bir açık hava hapishanesi, kazma bile saplanamayacak kadar donmuş topraklar üzerinde sudan sebeplerle toplanarak, sefaleti yaşamaları sağlanan insanlar.. 

Soljenitsin'in yaşamadan yazılamayacak kadar dehşetli bu romanı yayınlandığında, Rusya'da büyük yankılar uyandırmış. Nobel ödüllü yazarın daha sonra kaleme aldığı ve yine çalışma kamplarını anlatan Gulag Takımadaları ise komünizmin sonunu getiren, esaslı bir kitap olarak tanımlanıyor. Bu kitabı ve Orlando Figes'in 744 sayfalık Karanlıkta Fısıldaşanlar incelemesini ayrıca okumak istiyorum.

Bu kitabı bana tavsiye eden sevgili arkadaşım thalassapolis'e teşekkürlerimle..

Kalk vuruşundan yat vuruşuna kadar Şuhov'un böyle tam üç bin altı yüz elli üç günü geçmişti, daha da geçecekti. Sondaki üç gün ise artık yıllardan eklenenlerdi. [sf 157]


24 Eylül 2015 Perşembe

GÜNLERİN KÖPÜĞÜ Boris Vian

Yayın Evi: E Yayınları
Basım Yılı: 2013
Sayfa Sayısı: 240

Kitapla ilgili absürt, nahif, şahane gibi sıfatları peşpeşe sıralamak istemiyorum ama açıkçası anlatılması değil okunması halinde değeri anlaşılabilecek bir roman, Günlerin Köpüğü. Bu kadar az bilinmesi gerçekten enteresan.

Zenginliğ
ini evlenmek üzere olan arkadaşıyla paylaşmaktan çekinmeyecek kadar cömert, genç bir beyefendi; Colin, aşık olduğu fakat göğsünde mavi bir nilüfer çiçeği açtığı için ölmek üzere olan sevgilisi Chloé, elinden her iş gelen, jilet gibi giyinmekten hoşlanan uşağı Nicholas, arkadaşları; yazar Jean Sol Partre'ye düşkünlüğü yüzünden tüm parasını onun kitaplarına yatıran Chick ve Chick'i bu zaafından kurtarmaya çalışan kız arkadaşı Alise. 

Okuyalı birkaç ay geçti ama hâlen cümlelerindeki o tatlılığı ve eğlenceli tasvirlerini anımsadığım, Boris Vian'ın diğer kitaplarını okumak için heveslendiren, iyi roman.

Yakasının düğmesini açtı. Alise bütün gücünü topladı ve yürek-oyucağını Partre'ın göğsüne sapladı. Partre kıza baktı, ölümü pek çabuktu ve yüreğinin dörtüçgenyüzelli olduğunu görünce son bir şaşkın şaşkın bakışı oldu. Alise sarardı. Artık Jean-Sol ölmüştü ve çay soğuyordu. Ansiklopedinin elyazmalarını aldı ve yırttı. Garsonlardan biri gelip dikdörtgen masanın üstündeki kan ve dolmakalem mürekkebi gibi bir alay pisliği temizledi. Alise garsona parasını verdi, yürek-oyucağının iki kanadını açtı ve Partre'ın yüreği masanın üstünde kaldı; pırıl pırıl aleti yeniden katladı ve çantasına koydu, sonra elinde Partre'ın cebinden aldığı kibrit kutusu, sokağa çıktı. [sf 216] 



15 Eylül 2015 Salı

KÜRŞAT BAŞAR OKUMALARI [15-30 Eylül 2015]

 
Eylül ayının ikinci yarısı Kürşat Başar romanlarıyla geçecek. 
Bu okumada sevgili arkadaşım thalassapolis favori kitaplarından 
Aşkı Bulmanın ve Korumanın Yolları'nı okuyarak bana eşlik ediyor. 
O kitabı özellikle merak ediyorum. Okuyacaklarım:

Aşkı Bulmanın ve Korumanın Yolları
Sen Olsaydın Yapmazdın, Biliyorum 
Başucumda Müzik

Kürşat Başar'ın okumak istediğiniz kitapları varsa, 
şu an okuduğunuza benzer bir yazı yayınlayarak bize katılabilirsiniz. 
Güzel bir okuma olması dileğiyle...

Görseller ve bilgi için ulaşabileceğiniz e-posta adresi:

gecekutuphanesi@hotmail.com

Biblio

♥♥♥

Daha önce yaptığımız okumalara göz atmak için: 

 

AGATHA İLE İSTANBUL'DA Cristina Fernández Cubas

Yayın Evi: Yapı Kredi Yayınları
Basım Yılı: 2009
Sayfa Sayısı: 142

İspanyol bir çiftin yılbaşı tatili için Pera Palas oteline gelerek geçirdikleri günlerde ilişkilerini Agatha Christie'nin kayboluşu üzerinden sorgulamalarına dair bir hikaye, Agatha ile İstanbul'da.

Kitapta bu hikayenin haricinde bir manastıra kapatılan genç bir kızın hayatını anlatan Dünya ve Yeşilli Kadın, Yer, Yokoluş isimli hikayeler de bulunuyor.

Cristina Fernández Cubas'ın yazdıklarından edebi lezzet aldığımı söyleyemeyeceğim. Yazmanın ne demek olduğunu bilen hemen hemen herkesin yazabileceği türden, kasvetli hikayeler. Sadece Agatha Christie'den bahseden hikayeyi merak etmiştim, basit bir turist ilgisinden ötesini göremedim.

14 Eylül 2015 Pazartesi

ÇİN PORTAKALI Ellery Queen



Yayın Evi: Akba Yayınları
Basım Yılı: Eski Basım
Sayfa Sayısı 224

Çin Portakalı, ortalama bir kilitli oda polisiyesi.

Pul koleksiyoneri Donald Kirk'in yazıhanesinin bekleme odasında kimliği belirsiz bir adam öldürülmüş olarak bulunur. Odaya açılan kapılardan biri içeriden sürgülüdür, diğeri ise danışma bankosunun bulunduğu hole açılmaktadır ve holde bulunan görevli bu kapıdan  hiç kimsenin girmediğine emindir. Cinayetin işlendiği odada herşey birbirine girmiş gibi görünmektedir, Müfettiş Queen ve oğlu Ellery mekanı dikkatle incelediklerinde, odadaki eşyaların gelişigüzel dağılmadığını, tek tek tersine çevrilmiş olduğunu farkeder. Ölü adamın kıyafetleri de aynı şekilde tersten giydirilmiştir. Bu tersliklerin mantıklı bir sebebi olduğuna inanan Ellery, kendine has teknikleriyle esrarı aydınlatabilecek midir?


Kitabı sıkılmadan okudum, biraz meraklandım ama Mor İzler'i daha çok beğenmiştim. Polisiyelerde de daha fazla insani ayrıntı aradığım için sanırım, Çin Portakalı biraz eski moda bir kitap gibi geldi bana. Bir anlatının bulunduğu dönemin ötesine geçebilmesi için insana dair duygu ve düşüncelerde derinleşebilmesi gerek, Shakespeare'da olduğu gibi. Agatha Christie'nin de bu sebeple   çağdaşı olan diğer polisiye yazarların önüne geçerek zamanda yolculuk yaptığı söylenebilir.

Ellery Queen romanlarının arkasında iki kuzen yazar var esasen, birlikte bir nam-ı müstear altında dedektif romanları yazmışlar. Yine bu şekilde kolektif çalışmalarda okuyucuya tam nüfuz edemeyen bir ruh, bir eksik taraf oluyor. Tek bir zihin, kalp ve ruhtan çıkan yazınla, farklı birleşimlerden oluşan kitabın etkisi aynı değil.

13 Eylül 2015 Pazar

VİDEO TANIKLARI Brigitte Aubert

Yayın Evi: Can Yayınları
Basım Yılı: 2006
Sayfa Sayısı: 96

Video Tanıkları, romandan çok filme çekilmeye layık bir senaryo gibi. Brigitte Aubert'in sağlam kaleminden çıktığı için okunmaya değer bir minik gençlik kitabı.

Alexis ve Marianna, birbirinden çok farklı hayatlar içinde doğmuş iki çocuktur. Ünlü bir mankenin oğlu olan Alexis bir dükkandan walkmen çalıp dışarıdaki çöp tenekesine atarak kaçan Marianna'yı görür. Yakalanan küçük kızın üzerinde hiçbirşey çıkmayınca salıverirler. Marianna bir süre sonra geri döner fakat walkmenin yerinde yeller esmektedir. Çaldığı şeye sahip çıkanın Alexis olduğunu anlayan kız, onun peşine düşer ve tanışırlar. Beraber bir Robin Hood macerası yaşamaya karar veren küçükler, eski beyaz eşya parçalarının olduğu bir çöplükte işe yarar bir şeyler ararken bir video kaset bulurlar. Kasette bir otoparkta işlenen cinayetin görüntüleri vardır..


12 Eylül 2015 Cumartesi

HAŞLANMIŞ HARİKALAR DİYARI VE DÜNYANIN SONU Haruki Murakami

Yayın Evi: Doğan Kitap
Basım Yılı: Nisan 2015
Sayfa Sayısı: 561

Murakami çift katmanlı romanlar yazmayı seviyor, biz de bulmacalar yerine böyle şahane bir şekilde oturursa okumayı seviyoruz efendim.

Şehrin kütüphanesinde kafataslarından eski rüyaları okuyan bir adam. Gölgelerin şehrin surlarının dışında bırakılarak girilebildiği bir masal şehri. Önemli verileri şifrelemek için beyni farklı bir şekilde programlayabilen bir profesör. Yeraltı laboratuvarı, karanlık karaları, pembe elbiseli tombul kız, şifreciler, sistemciler v.b. bir sürü ayrıntıyla şekillenmiş bir garip hikaye.

Uzun zamandır bir kitabın satırlarını bu kadar çok çizmemiştim. Bilimkurgu normal şartlarda sevdiğim bir tür değil ama Murakami'nin kurduğu sürreal dünya gerçekten takdire şayan. 500 kusür sayfalık kitabı soluk almadan okudum ve bittiğinde üzüldüm. Murakami okumalarımızda beni en çok etkileyen bu kitap, yazara dair listemde bir numaraya yerleşti. 

Murakami'nin kitapları ile alakalı olarak çok fazla eleştiri var, en çok da yazarın doğduğu kültüre uzaklığı ve batı hayranlığı, roman karakterlerinin soğuk hatta donuk denilebilecek kişiler olmasının okuyucuya verdiği uzaklık hissi..  Onun romanlarını okurken geleneksel bir Japon romanı okuyor gibi hissettirmediği doğru,  karakterlerine yansıttığı müzik ve edebiyat zevkleri de batı tarzında olduğu ve bunlardan ağırlıklı olarak bahsettiği için aynı hikayeler alınıp Avrupa ya da Amerika'ya yerleştirilse yadırganmazdı diye düşünüyorum. (Tabii bu Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu için geçerli değil, kitabın kendine ait gerçeküstü bir dünyası var.) Bu unsur bir okuyucu olarak beni rahatsız etmiyor,  katıksız 'Japon' romanı okunmak istenirse, birçok iyi örneği var zaten yazılmış, Murakami'den bu beklentiyi anlaşılır bulmuyorum. Öbür yandan bir romana veya roman karakterine meraklanmak için yakın hissettiğin bir hikaye veya kişi olması gerekmiyor.

Sahilde Kafka'dan önceki kitapları İngilizce'den çevrilmiş olduğu için anlam kayıpları olduğu da düşünülüyor. Bu kitaplardan Sınırın Güneyinde, Güneşin Batısında ve Yaban Koyununun İzinde'yi okudum, yanlış kelime kullanımları, imlâ hataları ikisinde de bolca mevcuttu ama  okuma zevkini etkileyecek derecede de değildi. İlkini beğenip, ikincisinden fazla hoşlanmamıştım.

Not: Kitapta altını çizdiğim satırlar çok olmasına rağmen yazıya eklemek istedim, daha sonra dönüp okumak hoşuma gidiyor çünkü. Yalnız henüz kitabı okumadıysanız, aşağıdaki cümleler hikayenin dönüm noktalarına ve gizemlerine dair fazla ayrıntı içerebilir, benden söylemesi. :)


Uzunca bir süre tek kelime etmeden yüzüne baktım. Yüzünün bana bir şeyler anımsatmaya çalıştığı hissine kapılmıştım. Ondaki bir şeyler, bilincimin derinliklerine gömülmüş yumuşak, beşik gibi bir şeyi usul usul sallıyordu sanki. Fakat ben, bunun ne anlama geldiğini bilemediğim gibi, sözcüklerim de uzaklardaki bir karanlığa gömülüp gitmişti. [sf 55]

Koltuk seçiminin, sahibinin kalitesini gösterdiğine –bu tamamen bir önyargı sanırım– eminim. Koltuk hafife alınamaz; başlı başına bir dünyadır. Fakat bunu iyi bir koltukta oturarak yetişmiş insanlardan başkası anlayamaz. İyi kitap okuyarak büyümekten hiç farkı yoktur bunun. İyi bir koltuk, bir diğer iyi koltuğu doğurur, kötü bir koltuk, başka bir kötü koltuğu doğurur. [sf 60]

Pek anlayamadığımı söyledim. Çoğunlukla dürüst bir insanımdır. Anladığım zaman anladım, anlamadığım zaman da net olarak anlamadım derim. İkircikli ifadeler kullanmam. Sorunların büyük kısmının ikircikli ifadeler yüzünden çıktığına inanırım. İnsanların çoğunun ikircikli ifadeler kullanmasını, onların aslında içten içe, bilinçsizce de olsa, sorun çıkmayı arzu etmelerine bağlarım. Başka türlü düşünebilmem mümkün değil. [sf 66]

“Benim yüreğim var, o kızınsa yok. O yüzden ben onu ne kadar seversem seveyim, elime hiçbir şey geçmez. Öyle mi demek istiyorsun?”
“Evet, öyle” dedi yaşlı adam. “Sürekli kaybedersin yalnızca. Senin de söylediğin gibi, o kızın yüreği yok. Benim de yok. Hiç kimsenin yok.”
“Fakat sen bana karşı çok şefkatli davranıyorsun. Benim için endişeleniyor, uyumadan bana bakıyorsun. Bu yüreğin bir ifadesi değil midir?”
“Hayır, yanlış. Şefkat ve yürek tamamen farklı şeylerdir. Şefkat bağımsız bir işlevdir. Daha net söylemek gerekirse, yüzeysel bir işlevdir. Bu yalnızca bir alışkanlıktır, yürekten farklıdır. Yürek dediğimiz daha derin, daha güçlü bir şeydir. Üstelik her şeyle de çelişir.” [sf 220]

“Yürek yok” dedi yaşlı adam. “Fakat zamanla senin yüreğin de silinip gidecek. Yüreğin silinip gittiğinde yitirmişlik hissi de kalmaz, çaresizlik de. Gidecek yeri olmayan aşk da kaybolur gider. Geriye yaşam kalır. Sessiz ve durgun bir yaşam. Sen kızdan hoşlanırsın, o da senden hoşlanır. Dilediğin buysa, senindir. Elinden kimse zorla alamaz.”
“Garip” dedim. “Benim henüz yüreğim var, ama buna rağmen, arada sırada yüreğimi hissedemediğim
zamanlar oluyor. Hayır, belki de hissedemediğim zamanlar çok daha fazla. Fakat bir zaman gelip de yerli yerine döneceğine güvenim öylesine sağlam ki, o güven varlığımı ayakta tutuyor. O yüzden, insanın yüreğini kaybetmesinin nasıl bir şey olduğunu, hayalimde doğru dürüst canlandıramıyorum.” [sf 221-222]

 “Yorgunluk nasıl bir şey acaba?” diye sordu.
“Duyguların birçok kısmı bulanıklaşıyor. Kendine acıma, başkalarına karşı öfke, başkalarına acıma, kendine yönelik öfke... Böyle şeyler işte.”
“Bunların hiçbirini tam olarak anlayamıyorum.
“Sonunda her şey anlaşılmaz hale gelir. Üzerinde birçok farklı renk olan bir topacı çevirmek gibidir. Devir hızlandıkça, renkleri ayırmak da o ölçüde güçleşir, sonunda ortaya kaos çıkar.” [sf 232]

“Yürek denilen şeyi sen bile tam olarak anlayamıyor musun?”
“Bazı durumlarda” dedim. “Üzerinden çok uzun zaman geçtikten sonra anlayabildiğim durumlar olduğu gibi, o an artık iş işten geçmiş de olabiliyor. Çoğu durumda, biz kendi yüreklerimizi tam olarak netleştiremeden harekete geçmeyi seçeriz. Bu da herkesin aklının karışmasına yol açar.”
“Bana yürek dediğin şey çok eksiklikleri olan bir şeymiş gibi geliyor” dedi kız, gülümseyerek.
Ay ışığı altında ceplerimden çıkardığım ellerime baktım. Ay ışığıyla rengi beyazlaşan ellerim o küçük dünyada tastamam durdukları halde, konulacak yeri kaybolmuş bir çift heykel gibiydi.
“Ben de aynı kanıdayım. Çok fazla eksiklikleri var” dedim. “Fakat iz bırakıyor. Biz de o izleri sonradan takip edebiliyoruz. Karın üzerine düşen ayak izlerini takip edermiş gibi.”
“İzler bir yere ulaşıyor mu?”
“Kendimize” dedim. “Yürek öyle bir şey işte. Yürek olmadan hiçbir yere ulaşamazsın.”
Başımı kaldırıp aya baktım. Kış ayı tezat yaracak şekilde berrak ışıklar saçarak, yüksek surlarla çevrili şehrin göğünde asılı duruyordu. [sf 241-242]

“Tam olarak anımsamıyorum. Sanki o an hiçbir şey hissetmemiş gibiyim. Anımsadığım tek şey yağmurlu bir sonbahar akşamında bana sarılmaya kimsenin gelmemiş olması. Bu sanki benim için dünyanın sonu gibiydi. Karanlık, acı içerisinde, gelip sarılacak birilerini beklerken, hiç kimsenin
sana sarılmaya gelmemesini anlayabilir misin?” [sf 300]

“Fakat aşk olmasa, dünyanın hiçbir anlamı yok” dedi tombul kız. “Aşk olmasa, her şey pencerenin dışından geçip giden rüzgârdan farksız hale gelir. Dokunamaz, kokusunu hissedemezsin." [sf 300]

"Sen bana bu şehirde savaş, nefret ve ihtiras olmadığını söyledin. Ne güzel. Gücüm yerinde olsa alkış tutmak isterim. Fakat savaş, nefret ve ihtirasın olmaması demek, bunların zıddının da olmaması demektir. Bunların zıddı sevinç, mutluluk ve aşktır. Ancak ihtiras, yok oluş, üzüntü olursa, sevinç  var olabilir. Umutsuzluk olmadan, mutluluk hiçbir yerde var olamaz. Bu benim sözünü ettiğim doğa işte. Şu senin sözünü ettiğin kütüphaneci kız için de durum aynı. Sen gerçekten de onu seviyor olabilirsin. Fakat bu duygun hiçbir yere ulaşmaz. Çünkü o kızın bir yüreği yok. Yüreğini yitirmiş insanlar hareket eden hayallerden farksızdır. Öyle bir şeyi elde etmenin ne anlamı olacak ki?" [sf 464]

“İnsanın içinde uyanan hisleri kendine özgü sözlerle ifade etmesi çok zor bir iştir” dedim. “Herkes bir şeyler hisseder, ama bunu düzgün bir şekilde sözcüklere dökebilen pek fazla insan yoktur.” [sf 484]

Raflarda dizili sayısız kafatasının içinde uykuya dalan eski ışıklar şimdi uyanmıştı işte. Kafatasları sırası, sanki ışığı parçacıklara bölen sabah denizi gibi sessizce ışıldıyordu. Fakat gözlerim onların ışığı karşısında kamaşmamıştı. O ışıklar bana huzur veriyor, yüreğimi eski anıların sıcaklığıyla dolduruyordu. Gözlerimin iyileştiğini hissedebiliyordum. Artık hiçbir şey gözlerimi acıtamazdı. [sf 515]

9 Eylül 2015 Çarşamba

YABAN KOYUNUNUN İZİNDE Haruki Murakami

Yayın Evi: Doğan Kitap
Basım Yılı: Şubat 2015
Sayfa Sayısı: 353

Murakami Okumalarımız için seçtiklerim arasında sıkılarak okuduğum tek kitap Yaban Koyununun İzinde oldu.  Esasen Murakami'nin diğer kitaplarıyla benzerlikleri fazla; isimsiz karakterler, baş karakterin erkek oluşu, bir yolculuğu ve arayışı anlatması v.s. ama sanki ruh yoktu hikayede.

Fare kod isimli arkadaşından bir mektup alan roman başkişisi, mektupla birlikte gelen manzara fotoğrafını ortağı olduğu reklam şirketinin bir işinde kullanır. Dağlık bir yerde, çayırda otlayan koyunları gösteren bu fotoğrafta diğerlerinden farklı olarak sırtında yıldız işareti bulunan bir koyun vardır. Bu koyunla daha önce garip bir deneyim yaşamış ve onu kaybetmiş, artık ölüm döşeğinde olan zengin ve yaşlı bir adam, reklamcıyı şirketini batırmakla tehdit ederek iki ay içinde bu koyunu bulmasını ister.. 


Kitabın başlarında karakterin Ellery Queen'in tüm kitaplarını okumuş olması, Proust'dan bahsetmesi filan hoşuma gitmişti ama bu ayrıntılar içi boş etiketlerden öteye gitmedi daha sonra. Tüm roman boyunca sadece Hokkaido'daki dağ evinde geçen zamandan biraz keyif aldım diyebilirim, yine de bir hayli boğucu bir bekleyişti.

Yaban Koyununun İzinde, çok daha iyilerini ortaya koymuş yazar için iyi bir referans kitabı değil. Zaten ilk kitaplarından biri, buna nazaran ustalaştığı diğer romanlarına bakmak, belki külliyatın sonlarına doğru eksik kalmaması istenirse okumak yerinde olur.  

Bir şey içimi kemiriyordu. Gözlerimin önünde geçmiş olan ama benim ayırdına varamadığım kadar aklımın meşgul olduğu bir şey. Gene de bilinçaltıma kaydedilmişti işte. [sf 308]

1 Eylül 2015 Salı

POLİSİYE OKUMALARI [1-15 Eylül 2015]


Sonbaharda polisiye okumak adeta bir alışkanlık oldu bizde, 
bu Eylül ayında yine sevgili arkadaşım thalassapolis'le böyle bir okuma yapıyoruz.

Seçtiğim Polisiyeler

Çin Portakalı ELLERY QUEEN
Yedilerin Gizemi AGATHA CHRİSTİE
Esrarengiz Parmaklar AGATHA CHRİSTİE

Okuma Sakinleri


Okumak istediğiniz polisiye romanlarla ayımıza katılmak isterseniz,
şu an okuduğunuza benzer bir başlangıç yazısı yayınlayarak, 
sonrasında kitap yorumlarınızı bizimle paylaşabilirsiniz. 
Sayı veya yazar sınırlaması yok. 

Görseller ve bilgi için ulaşabileceğiniz e-posta adresi:

gecekutuphanesi@hotmail.com

Heyecanlı bir okuma olmasını diliyorum.

Biblio

♥♥♥

Daha önce yaptığımız okumalara göz atmak için: