1 Şubat 2021 Pazartesi

KEYİF EVİ Edith Wharton

Yayın Evi: Kırmızı Kedi Yayınevi
Basım Yılı: 2011
Sayfa Sayısı: 365

Edith Wharton'un daha önce İki Kız Kardeş kitabını okumuştum, Türk filmi tadında, fena olmayan bir romandı. Keyif Evi'nin de böyle hoşça vakit geçirmek için okunabilecek bir kitap olduğunu sanıyordum fakat maalesef öyle değilmiş. 

1800'lerin sonlarında, New York sosyetesinde açacak nadir bir çiçek olarak yetiştirilen Lily Bart, gençkızlık çağına geldiğinde babası iflas eder ve ölür. Annesi de giderek yoksullaşmalarına öfkesi ve üzüntüsünden birkaç sene sonra kocasını takip ettiğinde Lily hayatta yapayalnız kalıp tüm geleceğini etkileyecek bir dizi yanlış kararların içine yuvarlanacaktır.. 

Yazar, Keyif Evi'nde gereksiz yere sözü o kadar dolandırıyor, uzatıyor ki okumak adeta bir işkenceye dönüşüyor. Sosyetenin o küçücük böcek insanlarının önemsedikleri şeyler, olmayan değer yargıları, Lily'nin manasız savruluşları içinde ona el uzatan birkaç iyi insana karşı duyduğu kibir ve hırsları sayfalarca uzun uzun anlatılıyor. 

Adındaki ima dahil bir şekilde o dönemin Amerikan toplumunun üst sınıf kabul edilen güruhuna eleştiri olarak yazıldığı da düşünülebilir ama okuyucusuna inanılmaz bir iç baygınlığından başka bir şey vermediğini söyleyebilirim. 

Duvarlarında eski taşbasması resimler olan küçük bir hole soktu Bayan Bart'ı. Kız, masanın üzerinde Selden'in eldivenleriyle bastonlarının arasına yığılmış mektupları ve pusulaları gördü; sonra küçük bir kitaplıkta buldu kendini, karanlıktı ama, kitaplarla kaplı duvarları, solsa da güzelliğini yitirmemiş Türk halısı, yıpranmış çalışma masası ve Selden'in tahmin ettiği gibi pencerenin yanındaki sehpada duran çay tepsisiyle keyifli bir yerdi. Çıkan esinti muslin perdeleri odanın içine doğru havalandırıyor, balkondaki çiçek saksısında yetişen petunyaların ve muhabbet çiçeklerinin rayihasını odaya taşıyordu. [sf 11]

Çevresindeki her şey, rahatlık ve hoşluk duygularını besliyordu. Pencereler, Eylül sabahının ışıl ışıl tazeliğine açılmıştı, sarı dallar arasından, düzeni gitgide bozularak kademe kademe parkın gelişigüzel kıvrımlarını doğru inen çalılar ve çiçek tarhları görünüyordu. Hizmetçisinin şöminede yaktığı küçük ateş yosun yeşili halının üzerine eğik vuran güneş ışığıyla neşeyle yarışıyor, eski, kakmalı bir yazı masasının yuvarlak kenarlarını okşuyordu. Yatağın yakınındaki bir sehpanın üzerinde, uyumlu porselen ve gümüş takımlarıyla, zarif bir vazodaki bir demet menekşeyle ve katlanıp mektuplarının altına koymuş sabah gazetesiyle kahvaltı tepsisi duruyordu. Kasıtlı bir lüksün bu tür işaretlerinde yeni bir şey yoktu Lily için; ancak, bunlar kızın yaşadığı atmosferin bir parçası olsalar da onların çekiciliğine karşı duyarlılığını hiç kaybetmezdi. Sadece sergilenmeleri seçkin bir üstünlük duygusu uyandırıyordu onda; ama zenginliğin bütün incelikli belirtilerine yakınlık duyuyordu. [sf 47]

Onu tanımlamak güçtü, ancak sadece ev sahibesi olarak var olduğu söylenebilirdi, ne var ki abartılmış bir konukseverlik dürtüsünden değil, kalabalık içinde olmadıkça hayata tahammül edemediğindendi. İlgilerinin ortak alanlara yönelmesi, hemcinslerinin sıradan rekabetinin dışında tutuyordu onu; kendisininkinden daha büyük yemek davetleri ya da daha eğlenceli partiler vererek haddini aşan bir kadına duyduğu nefretten başka kişisel bir duygu tanımıyordu. [sf 48]

Selden hiç konuşmadan ona kolunu uzatmıştı. Lily sessizce onun koluna girdi, yemek odasına doğru değil de oraya doğru ilerleyenlerin aksi yönüne doğru yürüdüler. Lily’nin etrafındaki yüzler rüyada akıp geçen imgeler gibi kayıyorlardı yanından; Selden'in onu nereye götürdüğünün farkında değildi, ta ki yanyana dizilmiş salonların en ucunda camlı bir kapıdan geçip kendilerini ansızın bir bahçenin mis kokulu sessizliğinde bulana dek. Ayaklarının altında çakıllar tıkırdıyor, yaz gecesinin saydam loşluğu onları kuşatıyordu. Asılı ışıklar bitkilerin derinliklerinde zümrütten oyuklar doğuruyorlar, bir fıskiyenin zambakların üstüne püsküren sularını aklaştırıyorlardı. O büyülü yer ıssızdı; sadece havuzdaki nilüferlere çarpan su sesi ve uzaktaki durgun bir gölün öte yanından üflenmiş olabilecek müzik dışında hiçbir şey duyulmuyordu.

Selden ile Lily konuşmadılar, o sahnenin gerçekdışılığını kendi düşsel algılarının bir parçası olarak kabul edip sustular. Yüzlerinde ılık bir esinti hissetselerdi şaşırtmayacaklardı ya da dalların arasındaki ışıkların yıldızlı gökkubbede tekrarlandığını. Onları kuşatan tuhaf yalnızlık o yalnızlıkta başbaşa ve birlikte olmanın hoşluğundan daha tuhaf değildi. Sonunda Lily elini çekti, bir adım uzaklaşınca beyaz giysili zarif bedeni dalların karanlığında iyice belirginleşti. Selden peşinden gitti, suskunluklarını sürdürerek fıskiyenin yanındaki bir banka oturdular. [sf 154]

Lily’nin yaslanabileceği biri yoktu. Halası ile ilişkisi, merdivende rastladığı gelip geçici kiracılarınki kadar yüzeyseldi. Ama halasıyla daha yakın olmuş olsalardı bile Bayan Peniston'un Lily’ninki gibi bir acıya sığınak ya da anlayış sunacağını düşünmek olanaksızdı. Anlatılabilecek acı sadece yarım bir acıysa, o yaraya dokunan merhametin iyileştirme gücü de azdır. Lily'nin özlediği, kendisine sarılan kolların oluşturacağı karanlıktı, yalnızlık olmayan, soluğunu tutmuş şefkat olan sessizlikti. [sf 166]

Çömeldi, çabucak tutuşturdu odunları. Hala gözlerini dolduran gözyaşlarının arasından garip bir biçimde parladığını gördüğü alevler, Lily’nin bir enkaza benzeyen beyaz yüzüne vuruyordu. Sessizce bakıştılar. Sonra Lily yine, 'Eve gidemedim,' dedi.

'Hayır, hayır, buraya geldin canım! Üşümüşsün, yorulmuşsun, sakince otur, ben sana çay hazırlayayım.'

Gerty farkında olmaksızın işi gereği kullandığı avutucu ses tonuna başvurmuştu; bütün kişisel duyguları durumu yönetebilmek gayretinin içinde erimişti, deneyimleri ona yarayı incelemeden önce kanamanın durdurulması gerektiğini öğretmişti.

Lily ateşe eğilerek sessizce oturdu; sessizlik yüzünden uyuyamayan bir çocuğu tanıdık seslerin sakinleştirmesi gibi arkasında tıkırdayan fincanların sesi de onu yatıştırıyordu. Ama Gerty elinde çayla yanına gelince fincanı kenara itti, bildiği odaya yabancı gözlerle baktı.

'Yalnız kalmaya tahammül edemediğim için geldim buraya,' dedi. [sf 182]

Üzerine bastıran bu anılar Selden'in sözde soğukluğuna karşı duyduğu bütün öfkeyi alıp götürdü. İki kez kıza yardıma hazır olmuştu Selden -kendi dediği gibi, onu severek yardıma-, üçüncü seferde kızı yüzüstü bırakmış gibi göründüyse Lily kendinden başka kimi suçlayabilirdi ki? Eh, hayatının o bölümü geçmişte kalmıştı; aklının neden hâlâ o günlere takılı kaldığını anlayamıyordu. Ama Selden’i görmek için duyduğu ani arzu geçmedi; onun evinin karşısında dururken açlığa dönüştü. Yağmurla yıkanan sokak karanlık ve ıssızdı. Lily, Selden'in sakin odasını, kitap raflarını, şöminedeki ateşi gözünde canlandırdı. Başını kaldırıp bakınca penceresinde ışık gördü; karşı kaldırıma geçip Selden'in oturduğu binaya girdi. [sf 337]

Kitaplık tam düşündüğü gibiydi. Yeşil siperlikli lambalar çöken alacakaranlıkta huzurlu ışık halkaları çiziyor, şöminede küçük bir ateş yanıyordu. Lily içeri girince Selden ateşin yanındaki koltuğunu onu karşılamak üzere kenara itmişti.

Şaşırdığını belli etmeyen Selden sessizce durmuş, kızın konuşmasını beklemişti, Lily ise anıların hücumuyla eşikte bir an kalmıştı.

Dekor değişmemişti. Selden'in La Bruyere kitabını aldığı rafı tanıdı Lily, kendisi o değerli cildi incelerken Selden’in dayandığı koltuğun eprimiş kolçağını da. Ama o gün zengin Eylül ışığı odayı doldurmuş, onu dış dünyanın bir parçası gibi göstermişti; şimdiyse siperlikli lambalar ve yanan şömine odayı sokağa çöken karanlıktan koparıyor, içeriye tatlı bir mahremiyet havası veriyordu. [sf 338]

2 yorum :

  1. Biblio'cum eline sağlık, alıntılar çok hoş ama dediğin gibi konu, anlatım sarmayınca keyifli bir okuma olmuyor..:)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Alıntılar kitabı hiç yansıtmadı bu sefer, nazik yorumun için teşekkür ederim Eren’cim ☺️

      Sil

Burası sukûnetin hakim olduğu, tenha bir kütüphane. İçinden geçenleri fısılda ki orada olduğunu bileyim.